MANŞ Denizi’ni geçen kadınlarda 5’inci Türk, genelde ise 17’nci yüzücü olan Deniz Kayadelen aynı zamanda meslek hayatında değişim ve yetenek yönetimi konusunda uzmanlaşmış bir yönetim danışmanı. Röportajımızda, Manş Denizi sürecinin kendisi için bir kişisel gelişim yolculuğuna dönüştüğü anlatan milli sporcu, “Korku, acı ve engellere rağmen anladım ki yapabileceğimizi sandığımızdan çok daha fazlasıyız. Yeter ki içimizdeki cevhere inanalım ve onu ortaya çıkartmaktan korkmayalım” diyor.
Buz Dünya Şampiyonası’ndaki başarılarınızın ardından Manş Denizi’ni yüzerek adınızı tarihe yazdırdınız. Manş hayali sizin için ne zaman başladı?
- Bu yıl Buz Dünya Şampiyonası’nda 100m ve 50m kelebekte eksi 3 derecelik suda dünya şampiyonu oldum. Geçen yıl da 500m ve 250m serbest de dünya şampiyonu olmuştum. Bu yıl aynı zamanda Manş Denizi’ni 20 Temmuz’da 15 saat 8 dakikada yüzerek küçüklüğümden beri istediğim 20 yıllık hayalimi gerçekleştirdim. Ben açık yüzme yarışlarını keşfederek, Datça’da antrenman yapmaya başlamıştım. Dağcıların Everest hayali gibi bir açık su yüzücüsünün en büyük hayali de Manş Denizi’ni geçmek oluyor. Ancak ben Marmaris’te bir milli takım elemesinde hipotermi geçirince bu hayalimi ertelemek zorunda kalmıştım. Dört yıl önce, tek başıma yüzemem ama en azından ekip ile yüzerim diyerek soğuk su antrenmanlarına başladım. Aynı zamanda meditasyon yapmaya başladım; çünkü fark ettim ki ne kadar fiziksel olarak zorlasan da zihnin hazır olmazsa seni negatif şekilde engelliyor. Sana sürekli, “Öleceksin! Çok tehlikeli, çık sudan,” diyor. Ben de bu negatif düşüncelerin etkisi altında kalıp hemen sudan çıkıyordum.
KORKULARIMI AŞTIM
Aslına bakarsanız soğuk su yolculuğu benim için bir kişisel gelişim yolculuğuna da dönüştü. Bu yolculuk aynı zamanda korkularımla baş edip duygularımı pozitife dönüştürme, vücudumu daha iyi tanıma, zihnimi daha iyi kontrol edebilme yolculuğuydu. Soğuk suyun etkilerini araştırdığınız zaman fiziksel olarak hem mutluluk hormonu salgılıyor hem bağışıklık sistemini güçlendiriyor, dinçleştiriyor. Manş’tan önce Kuzey Kanalı’nı geçip, sınırları aştıkça daha neler yapabilirim diyerek buzlu sulara attım kendimi. Ama en büyük zorluk; korkuları aşıp Manş’ı yüzmeye karar vermekti.
Uzman Diyetisyen Başak Kefeli, röportajımızda sağlıkta bütüncül bakış açısının önemine dikkat çekti. Kefeli ile besinlerle çocuklukta kurulan ilişkilerden çalışan çekmecelerine kadar sağlıklı beslenmenin önemini ve doğru bilinen yanlışları konuştuk.
- Diyetisyen denildiğinde akla sadece kilo vermek geliyor. Uzmanlığınız doğrultusunda hangi konularda çalışıyorsunuz?
Artık sağlıkta bütüncül bakış açısı çok önemli. Bu yaklaşımın içerisinde birçok meslek grubunun olduğu multidisipliner bir çalışma gerekiyor. Ben de beslenme uzmanı olarak kişinin hem fizyolojik hem psikolojik değerlendirmelerini yapmaktan yanayım ve de ekip olarak bu yönde çalışıyorum. Elbette sağlık problemi olan kişilerle de çalışıyoruz. Kolestrolü yüksek, şeker hastalığı olan ya da kilosu çok düşük kalmış gelişme çağındaki çocuklar da doktor yönlendirmesiyle geliyor. Çünkü hastanın günlük beslenme hikayelerini alırken doğru bir planlama için demir eksikliği mi var şekeri mi yüksek buna mutlaka bakmak gerekiyor. Ya da hastanın bir otoimmün rahatsızlığı varsa bağışıklık sorunu olduğunu bilmeliyiz. Sadece zayıflama diyeti vererek gönderemezsiniz, bunu görmek lazım.
RUH HALİ ÖNEMLİ
- Aynı zamanda psikolojik değerlendirme de yapıyoruz dediniz. Örnek verebilir misiniz?
Sağlıklı bir beslenme programı yapmak için hastanın ruh hali ve besinlerle nasıl bir ilişki kurduğu çok önemli. Kendimden bir örnek vereyim mesela; benim canım acıdığında hâlâ şeker yemek isterim. Büyük ihtimalle çocukluğumda canım acıdığında beni şekerle ödüllendirmişler. Dolayısıyla hastalarda da bunu sorguluyorum. Örneğin gece yeme sıkıntısı olan kişilerde de psikolojik yön çok fazla. Beyin o saatte yemek için niye kodlanmış? Sağlıklı bir insan gece uykusundan kalkıp yemek yer mi? Yemez! Ben eğer beslenme uzmanı olarak bu durumları gözden kaçırırsam süreç iyi ilerlememeye başlıyor. O yüzden seanslarda detaylıca konuşmak çok önemli. İşte o bütüncül bakış açısını yakalayamazsak eğer süreç eksik kalmış oluyor.
YEMEDEN ÇALIŞAMIYORUZ
1971 yılındaki Ertuğrulgazi Mesken Spor Kulübü’nün yaşadıklarını ve mahallenin incelenmeye değer sosyolojik yapısını tanıklardaki yansımalarıyla tarihe not düştüler. Karanfil ve Anavatan, “Belgeselde bir mahallenin hafızasına mercek tutarak futbol takımı üzerinden yaşanan mücadeleye ve dayanışmaya dikkat çekmek istedik. Aslında bu belgeselde kaybettiğimiz tüm ruhları dinledik” dediler.
İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Yarışma bölümünde sekiz finalist arasında yer alan belgesel Türkiye prömiyeri sonrası, ulusal ve uluslararası festivallerde gösterilmeye devam ediyor.
Dinamo Mesken’in Hikayesi Hakkında:
Bursa’daki Ertuğrulgazi Mesken Mahallesi’nin gençleriyle çocuklarının futbola olan ilgisi sonucunda 1971’de Ertuğrulgazi Mesken Spor Kulübü kurulur. 1975’te Bursaspor, Dinamo Kiev ile eşleşir. Bursa’ya gelen Sovyet takımı Dinamo Kiev’in ideolojisi ve futbolundan etkilenen Meskenli gençler, takımlarına “Dinamo” adını yakıştırır. Siyasi hareketliliğin ve çatışmaların arttığı yıllarda, mahalle etrafında oluşan baskı, gözaltı ve ölümler, takıma ve futbolcularına yansır. Kulüp 1982’de siyasi gerekçelerle kapatılır. Futbolcuları ve kulüp üyeleri gözaltı ve işkence süreci yaşar. Belgeselde, 1980 darbesi sonrası rejimin Mesken’e ve o semtin futbol takımına bıraktığı büyük etkisini yaşayanlardan; Erkan Can, Vedat Vermez, Tunçkanat Yeğin, Ertuğrul Kanşay, Rıdvan Arı, Ali Nihat Irkörücü, Hayri Ilgın, Ahmet Karataş, Demir Tekin Gökçe, Ömer Severgün, Ahmet Çelikkollu’dan dinliyoruz.
- Öncelikle kısaca sizi tanıyalım isteriz?
Ahmet Karanfil: 1993 Bursa, Mustafakemalpaşa doğumluyum. 2015 yılında Erciyes Üniversitesi Sinema TV Bölümünden mezun oldum. Bir süre İstanbul’da dizi setlerinde çalıştım ve Bursa’ya döndüm. Sinema ağırlıklı okudum ama insanın hayalleri ve gerçekleri diye bir şey var. Hayat kaygısı bazen ön plana geçiyor, benim de öyle oldu. Şu anda bir TV sektöründe çalışıyorum.
ULUABAT Gölü’nün kıyısında, doğanın tam göbeğinde başka bir yaşam enerjisi ile karşıladı Gülin Kayhan bizi. Attığımız her adımda, dinlediğimiz her anı da köklerinden yeşeren bir hikâye duruyordu. Röportajımızda sosyoloji kariyerinden de beslenerek otuz yıllık aile çiftliğini başka bir yaşam mekanına nasıl dönüştürdüğünü konuştuk.
- Hikâye sizin çocukluğunuz ile başlıyor aslında. Bize biraz çiftliğin doğuşunu ve sizdeki yerini anlatır mısınız?
Aslında geriye dönüp bakınca anlıyor insan bazı şeyleri, yaşarken doğal kabul ediyor. Annem çocuk doktoru Günseli Kayhan, babam kadın doğum uzmanı Dr. Bülent Kayhan, ikisi de çok çalışan doktorlardı. Bu yüzden çocukluğum anneannem ve dedemle geçti. 1994 senesinde kardeşim Suay doğduğunda aynı hafta içerisinde babamın Uluabat Gölü kıyısındaki bu araziyi alışını hatırlıyorum. Yani bir nevi iki kardeş edinmişim. Çünkü burası da bizim ailenin yetiştirdiği bir can. Babamın botanik ve zoolojik çeşit merakı ile doğayı hep arabanın içinde bahçeye taşıdık. Fidanlar, saksıdaki çiçekler ailenin bir parçası oldu. Öte yandan 1996 yılında konaklamak için binalar yapıldığında, babam ve annemin bizi hafta sonu çiftlik evine getirmesinin, hazırlığının bile büyük olay olduğu pazar kahvaltılarının, aile buluşmalarının bir değeri varmış. Leylek Köy Göl Evi’nin her güne kahvaltıyla başlamasının da böyle bir anlamı var aslında. Burası hafta sonu ailemiz ile nitelikli zaman geçirdiğimiz, çok akılda kalan anılarımızın olduğu bir yer. O zaman normal kabul ettiğimiz ağaçları tanımak, yeşilin farklı tonlarını görmek bile zihinsel gelişim için çok şey ifade ediyor. Bunu bilinçli bir şekilde yaptıkları için anne ve babama ayrıca minnet duyuyorum.
Fotoğraflar: Duygu ÖZBEKÇİ MİLLİ
SOSYAL ANTROPOLOJİYİ SEÇTİM
- Çocukluktan gençliğe geçtiğinizde yaptığınız üniversite tercihinin bugüne yansıması nasıl oldu?
YAZAR Ayşe Alagöz tarafından kaleme alınan, Dr. Yaşar Can Bağatırlar tarafından yönetilen oyun, Minteks Sanat ev sahipliğinde Majör Tiyatro Topluluğu’nun gönüllü oyuncuları tarafından sahnelenecek. Aralarında hekimlerin de bulunduğu projeyle, maddi yetersizliği olan tıp fakültesi öğrencilerine destek amacıyla Türk Eğitim Vakfı (TEV)’in “Hekimler Söylüyor” burs fonuna bağışta bulunulacak.
Röportajımıza geçmeden önce bu anlamlı sosyal sorumluluk projesine benim için de sürpriz olan bir rolle destek vermenin mutluluğunu yaşadığımı heyecanla paylaşmak isterim. Oyundaki Zekiye karakterimin güleç sesiyle başlayalım mı? “Yaz gazeteci hanım yaz! Yaz ki mahallemizin hikayesini duymayan kalmasın!”
‘VEFA BORCUMU ÖDÜYORUM’
- Sanat ile sosyal sorumluluk projelerini bir araya getiren bir yazar olarak yine ses getiren bir oyunla sahnedesiniz. Bu kez hangi mesajla ve projeyle yola çıkıyorsunuz?
Ayşe Alagöz: Tiyatro ile başladığım yolculukta, sosyal sorumluluk projelerini, sanatla birleşmek gibi bir misyon edindiğimi söyleyebilirim. Yirmi yılı aşkın sağlık ve medya sektöründe çalıştıktan sonra artık kariyerime sadece yazar ve oyuncu olarak devam ediyorum. 2015 yılında bir sosyal sorumluluk için yazdığım ilk oyunumu da yine sizin röportajınızla duyurmuştuk. Bu süreçte beş farklı oyunum farklı amaçlarla destek için binlerce kişiyle buluştu. Şimdi altıncı oyunum “Müzikli Miras” ile maddi yetersizliği olan tıp fakültesi öğrencilerine burs sağlayacak olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Aynı zamanda bir hekim kızı olarak “Gelecekteki Hekimini Destekle” diyerek bu oyun ile hem rahmetli babama hem de sağlık camiasına vefa borcumu ödemiş gibi hissediyorum.
BİZ OLMA DUYGUSUNA SARILDIK
- Oyunun öyküsü nedir? Ekip olarak nasıl bir duyguyla bir araya geldiniz?
UZUN süredir çocuklardaki davranışsal ve gelişimsel durumlarla ekran zamanı ilişkisi üzerinde çalışmalar yapan Pediatrist Handan Sarımehmet Kılınç ile ekran maruziyeti ve altında yatan nedenleri konuştuk.
- Yakın zamanda ekran maruziyeti üzerine yayınlanan ve sizin de sonuçlarını heyecanla karşıladığınız bir çalışma var. İçeriği hakkında bilgi alabilir miyiz?
Evet heyecanlandırdı, çünkü ekran maruziyeti, otizm ve dikkat eksikliği, hiperaktivite konusunda çok iddialı söylemleri olan bir çalışma. Amerika’da uzun dönemdir anne çocuk sağlığı bürosu denilen bir kurumun sponsorluğunda, ulusal çocuk sağlığının izlemi çalışması yapılıyor. Elli altı sayfalık bir anket aracılığıyla, 0-17 yaş grubundaki 100 bin çocuktan rastgele seçilmiş vakalara dair ayrıntılı sorular sorulmuş. Yaş gruplarına ayrılarak ayrı değerlendirmeler yapılmış. 2018 ile 2020 yılı arasındaki verilere dayanarak, çocuklardaki davranışsal ve gelişimsel durumlarla ekran zamanının ilişkisi üzerinde çalışılmış. Yüz bin vaka muazzam bir veri biriktirilmesi demek, yani her yerde elde edemezsiniz. 8 Mart’ta yayınlanan çalışmadaki bilgiler açık kaynak.
EKRAN BAĞLANTISI KESİNLEŞTİ
- Araştırmanın sonuçları ekran süresi konusunda nelere dikkat çekiyor?
Araştırma sonucu, ekran süresi ile otizm ve dikkat eksikliği, hiperaktivite arasında pozitif ilişki saptandığını söylüyor. Bu kadar net! Böyle bir bağlantı olduğuna dair kimsenin reddedemeyeceği bir kanıta sahibiz artık. Ekran maruziyeti ile otizm bulguları arasındaki bağlantıyı ilk konuşan Drexel Üniversitesi’nden Dr. Karen Heffler. Kendisinin bir oftalmolog (göz hastalıkları uzmanı) olmasına rağmen böyle bir gözlemde bulunup bu yönde çalışmalar yapmasını çok saygıdeğer buluyorum. Heffler hiçbir zaman otizmle direkt ilişkilidir dememiş, otizm benzeri semptomlar yapar, otizm riskini arttırmaz demiş. Bu çalışma, Heffler’in çalışmasını bile eleştiriyor, kanıtlarımız ekran zamanı ile otizm ve dikkat eksikliği, hiperaktivite arasında direkt ilişki olduğunu gösteriyor diyor. Yıllardır bunu savunan bir doktor olarak sonuçları görünce kendimi daha iyi hissettim. Dolayısıyla bu konular üzerinde artık ciddi bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor.
KAMU SPOTLARI HAZIRLANMALI
Fotoğraflar: Gürkan DURAL
KAHRAMANMARAŞ merkezli depremler sonrası oluşturdukları deprem yönlendirme koordinasyon birimi ile ilk günden itibaren sahada görev alan UCİM’in artık yeni bir misyonu daha var. Yakın zamanda “Sivil toplum göreve hazır” projesini başlatan dernek, afetlerde çocuğu koruma zincirine alacak çocuk odaklı afet yönetimi için de kolları sıvadı.
UCİM Türkiye Hukuk Koordinatörü Av. Mine Rana Kahramanoğlu ile çocukların psikososyal gelişimleri için sahada yaptıkları çalışmaları ve de ihmalleri önlemeye yönelik projelerini konuşmak üzere bir araya geldik.
- Deprem bölgesinde UCİM’in gerçekleştirdiği çalışmalar hakkında bilgi alabilir miyiz?
UCİM olarak kurulduğumuz 2016 yılından beri Türkiye’nin her yerinde gönüllü avukatlar, psikologlar, ruh sağlığı uzmanları ve birçok meslekten insanla birlikte çocukların istismar edilmesi ve ihmallerinin önlenmesine yönelik mücadele ediyoruz. Özellikle mağdur olan çocuklara ki biz onlara kahraman çocuk diyoruz, her türlü hukuki ve psikolojik destek, eğitim bursu sağlıyoruz. On iki ilde bulunan önlem ofislerimizde de bir ruh sağlığı uzmanı ve bir avukat desteğiyle çocuklarımızın yanında oluyoruz. Tabii ki deprem de çalışmalarımıza başka bir boyut açtı. Dünyanın her yerinde depremlerde en dezavantajlı kesim çocuklar ve de kadınlar oluyor. Çocuklar en çok hırpalanan, zarar gören, kayba uğrayan, kimlikleri belirlenemeyen; anne babasız kalmaları ya da yakınlarını bulamamaları nedeniyle istismara da uğrama ihtimaliyle en çok etkilenen kesim. Dolayısıyla UCİM olarak ilk günden beri çocuklarla ilgili çalışan bir dernek olduğumuz için deprem bölgesinde de çok büyük destekte bulunduk.
İHBARLARIN TAKİPÇİSİ OLDUK
- Bölgeden gelen ihtiyaç ve taleplerle ilgili öncelikli olarak nasıl koordine oldunuz?
Psikiyatrist, Psikoterapist Dr. Aslı Aktümen ile kliniğinde bir araya gelerek, son deprem felaketi ile herkesin ortak yaşadığı duyguları, ikilemleri, zamana yayılacak olan süreci ve de bu dönemi sağlıklı atlatabilmek için ihtiyacımız olan şeyleri konuştuk.
Herkesin kendini sıkışmış hissettiği, ne yapsa doğru olacağını bilemediği bir andayız. Nereden başlamalıyız?
Türkiye son dönemin en büyük doğal ve insan kaynaklı afetini yaşadı ve bunun belirtileri minimum bir yıl sürer. Etrafınıza bakın, bir yüzeysel duygulanım hali dediğimiz künt bir ifade oldu çoğumuzda. Ne mutlu ne mutsuz ne kaygılı ne de endişeli! Öylece kaldık ortada. Sıkışmış hissediyoruz, ne yapacağını bilememek gibi... İlk andan itibaren kafamızda şu düşünceler var; koşup oraya mı gidelim, burada mı yardım toplayalım, televizyondan mı izleyelim yoksa bastırıp yok sayıp hayata devam mı edelim? Çünkü herkesin zemindeki kişiliğine göre gösterdiği tepkiler farklıdır. Herkes yası, travmayı aynı yaşamaz. Bizim genetiğimiz, mizacımız, çocukluk yaşantılarımız, bizi biz yapan her şey de travmayı ve yası yaşama şekillerimizi farklılaştırır. Herkesin her an psikolojik desteğe ihtiyacı da olmaz. Travma sonrası stres bozukluğu geliştirmez. Herkes depresyona girmez. Kişinin ego gücüne, savunma mekanizmalarına, tarihine, psikolojik zeminine göre vereceği tepkiler birbirinden farklıdır. Buradan başlayabiliriz!
SOSYOLOJİ VE PSİKOLOJİ BİRBİRİNDEN AYRILAMAZ
Korku ve kaygı duygusu arttı mı?