1 Haziran 2003
Bir zamanlar bataklık olan Petrograd zamanla bir saraylar şehri ve imparatorluk başkenti halini aldı, pek çok görülmeye layık harika yerlerle doldu. İsmi karışık olan ikinci şehir ise Cumhuriyet kurulana kadar İstanbul'umuzdu. İnsanlar aileleri içerisinde nadiren takma isimleriyle, okulda nüfus káğıdı, arkadaşları arasında ise göbek adı gibi başka başka isimlerle anılabilirler. Ama şehirlerin tek bir ismi vardır, tek olan bu isimleriyle tanınırlar, isimler lisandan lisana daha değişik bir şekilde telaffuz edilseler bile hep aynıdırlar.
İki şehir hariç. Bunlardan biri Rusya'nın en güzel şehirlerinden Petrograd'dır. İngilizce adı St. Petersburg olan Petrograd, ismi bakımından zavallıdır. Şehir, Deli Petro tarafından kurulduğu için 'Petrograd' adıyla anılırdı. Ama Bolşevik ihtilalinde Rusya'yı ele geçiren Lenin'in ölümünden sonra Sovyetler'in başına geçen Stalin, şehre Leningrad ismini verdi, hatta bu megaloman lider, Volga üzerinde o zamanlarda küçük bir kasabayı andıran Talitsin'i de, 'Stalingrad' yaptı. Leningrad, Rusya'nın demir perde zihniyetinden kurtulmasıyla tekrar Petrograd olabildi.
1703 Mayısı'nda Çar Deli Petro tarafından kurulan şehir, bu ay 300. yaşını kutluyor.
Deli Petro, Rusya'yı geliştiren çarlardan biriydi ve ülkesini oldukça mühim yeniliklerin yerleşmesine zorlamıştı. İri yarı ve iki metre boyunda olan bu çarın yaptığı en önemli yenilik, o güne kadar çarları bile yöneten kiliseye çarın, yani Rus hükümdarının kiliseden daha önemli olduğunu kabul ettirmesiydi. Bu şekilde bağnazlığı bir nebze durdurmuştu. İkinci önemli yeniliği ise, Rus ordusunu geliştirerek büyütmek ve yenilemekti. Esamisi bile okunmayan Rus donanmasını, dünyanın en büyük armadası yapmış ve böylece Rusya'nın sınırlarını genişletmişti. Aynı zamanda Batı adetlerinin, bilgilerinin ve teknolojisinin Rusya'ya yerleşmesi için büyük çaba göstermişti.
Petrograd, Neva Nehri'nin deltasında kurulmuştu. Petro, Neva Bölgesi'ni istilá ettikten sonra Finlandiya Körfezi'ne de açılınca yepyeni bir sahil şehri kurmayı planlamıştı. Petrograd'ın şehir kurmak için seçilen bölgesi son derece elverişsizdi, nehir kenarları suyun taşması neticesinde bataklıktı ve gayrimuntazamdı. Etrafta bol bol kereste bulunmakla birlikte, Petro'nun tercihi taş olduğundan, taşocakları ve çalışacak işçi bulmak da bir meseleydi. Etraftan köylüleri ve hapishanelerden de savaş suçlularını getirterek şehrin kurulmasında kullandı. Binlercesi bulaşıcı hastalıklardan ve kötü beslenmekten ötürü öldü. Petro, ailesini 1710 senesinde bu yeni şehre taşıdı. 1712'de şehri Rusya'nın başşehri olarak planladı ve ilan etti. Öldüğünde Petrograd'ın nüfusu 40 bine ulaşmıştı.
Petro, Neva Nehri'nin kuzeyindeki adacıkta kendisine kütüklerden yapılmış bir ev istemişti. İsviçreli-İtalyan karışımı mimar Domenico Trezzini (1670-1734), üç tip keresteden bir ev planlayarak oralara yerleşecek olanların sosyal ve parasal durumlarına göre herkesin ihtiyacını karşıladı. 1716'da Fransız mimar Jean Batiste Leblond gelince şehir daha detaylı şekilde planlandı. 1720'de sokakların ve idari binaların hepsi tamamdı.
Petro, bu şehir için taş elde etmek yöntemlerinde fazla ileri gitmişti ama bence bu yöntemler pratik bir zeká sahibi olduğunu gösteriyordu. 1714'ten itibaren, koskoca Rusya'nın herhangi bir yerinde bile taştan yapı inşasını yasak etmişti. Şehre giren her arabacı, en az üç adet kaldırım taşı getirmek mecburiyetindeydi. Limana gelen her geminin ve kaptanlarının ise neredeyse bir taşocağı yükü getirmek gibi bir zorunlulukları bulunmaktaydı. Gayrisıhhi bir yer olması ve nehrin taşması yüzünden insanlar Petrograd'a yerleşmeye yanaşmıyorlardı, yiyecek fiyatları ise Moskova'dan üç misli pahalı idi.
Petro, yanında 30'dan daha fazla işçi ve ailesini barındıran her arazi sahibine, bu yeni şehirde bir konak inşa etmeleri emrini verdi. Şehrin kurulması ile ilgili olan herkesin ve büyük miktarda savaş suçluları ile köylülerin ölümlerine rağmen Petrograd, Petro'nun acımasızlığıyla gelişme merakının sonucunu gösteren kuvvetli bir sembol oldu.
O zamanlar bataklık olan ve basit ahşaptan kulübelerden ibaret bulunan Petrograd zamanla bir saraylar şehri ve imparatorluk başkenti halini aldı. Sonradan yapılan Hermitage, Pavlovsk, Peterhof ve Tsarskoye Selo sarayları ile Kışlık Saray ve yazlık bahçeler gibi pek çok görülmeye layık harika yerlerle doldu.
İsmi karışık olan ikinci şehir ise Cumhuriyet kurulana kadar İstanbul'umuzdu.
İstanbul, Bizans İmparatoru Konstantin tarafından kurulduğu için, 'Konstantinapolis' diye bilinmekteydi. Daha sonra Osmanlılar bu şehri zaptedince, 'Konstantaniyye' adı ile anıldı. Bir aralık 'İslambol' dendiği halde yine de resmi yazışmalarda ve paraların üzerinde 'Konstantaniyye' yazılıydı. Cumhuriyet'in ilanından sonra 'İstanbul' olan bu şehre 'Konstantinople' dendiği zaman, ben de dahil, sinirlenmekteydik. Halbuki bütün dünya bu şehiri bu isimle tanımaktaydı.
Neyse, şimdi herkes İstanbul ismini öğrendi de hepimiz rahat ettik. İyi ki ülkemize komünizm gelmedi ve bu sene 550. Fetih Yıldönümü'nü kutladığımız İstanbul'umuz başka bir isim taşımaktan kurtuldu.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2003
Tarz veya bugün kullanılan şekliyle 'stil', bazıları için sadece bir moda biçimidir, doğru giyim şeklidir ve tarz sahipleri, iyi giyinen seçkin tabakada 'şık' olarak kabul edilirler. Tarz, bazıları için ise daha genel bir fenomendir. Dekorasyon zevki, ev sahibeliği ve aynı zamanda şıklığı ile anılan kişilerin 'stili', yani 'tarzı' var denir ama 'tarz', daha başkaları için kuvvetli bir şahsiyet sahibi olup 'varolmanın bayağılığını, yaşam biçimi sanatına dönüştürmek' diye kabul edilir.
'Tarz'ın kelime açılımı sadece stili olmayanları değil, stilleri ile meşhur olanların kafalarını da uzun zamandır meşgul etmektedir. C.Z. Guest, 'Tarz, varolmak için yapacak çok işi olup da hepsini kolaymış gibi göstermektir' der. Jaqueline de Ribs 'Tarzınızın olmasının sizi diğerlerinden daha değişik yaptığını' söyler, Givenchy ise 'Tarzınız olsa da, olduğunuz gibi yani tabii olmalısınız' tavsiyesinde bulunur.
Tarz sahiplerinin sonsuz havası olduğu kesindir ama havanın ne olduğu kelimelerle tarif edilemez, kuvvetini gizeminde hissedersiniz. Tarzı hayal gibi görürüz: Tıpkı Amerikan yüksek mahkeme hakimi Felix Frankfurter'in pornografiyi tarif edişi gibi: 'Biz gördüğümüz zaman biliyoruz ve anlıyoruz'.
1950'de Daisy Fellows, Amerika'nın meşhur modacısı Antonio Castillo'yu Cote d'Azur'deki evine davet etmişti. Lüks yataklı trenle Fransa'nın güneyine ineceklerdi. Tren, gün ağardıktan hemen sonra Cap Martin'e varıyordu. Güneş çıkmadan çok önce Castillo bitişikte yatan Daisy Fellows'un kompartımanından gelen gürültülerle uyanmıştı. İstasyona vardıktan sonra ortaya çıkan Daisy'e neden çok erken uyandığını soracaktı ama vazgeçti, zira Daisy mükemmel giyinmişti ve kusursuz makyajıyla hazırdı.
Castillo, Daisy'e başka türlü sordu: 'Sizi istasyonda bir beyefendi mi karşılayacak?'. 'Sadece şoförüm gelecek' diye cevap verdi Daisy. Castillo 'O halde neden giyiminize ve makyajınıza bu kadar özendiniz de sadece bir güneş gözlüğü takmadınız?' diye sorunca da Daisy 'Kendim için giyinirim. Gördüğünüz gibi, bu bir disiplin meselesidir' dedi.
KARAFATMA PROTESTOSU
Evet, disiplin her ne kadar delilik veya kapris gibi görünse de 'terbiye' kelimesinin fonksiyonuyla bitiştiği zaman, tarz edinmenin içeriğindeki unsurlardan biri olur.
Bir başka hikayem daha var ve bu, moda dünyasının meşhur imparatoriçesi Diana Vreeland hakkında. Bayan Diana Vreeland, Paris'in meşhur Maksim'inde verilen muhteşem bir ziyafette tabağında yürüyen bir karafatma gördüğünde altüst olmuştu. Ama bağırmamış, şef garsonu da çağırıp azarlamamıştı, bunun yerine ayağa kalkıp Karmen Miranda gibi poz alarak İspanyolca'da 'karafatma' anlamına gelen meşhur 'La Cucaracha' şarkısını söylemeye başlamıştı.
Buradaki espri inceliği, beklenmedik olaylar karşısında çabuk ve zarif hareket kabiliyeti, tarz sahibi olmanın bir göstergesiydi.
Chateau Mouton'da, Baron Philippe de Rotschild ve Amerikalı karısı Pauline ile Windsor Düşesi akşam yemeği yiyorlardı. Düşes gibi Pauline de Baltimore'lu idi ve her ikisi de misafir ağırlama, ev sahibeliği hususunda meşhurdular. Yemekte Pauline 'poulet chaud froid' yani soğuk, baharatlı tavuk ikram etmişti. Düşes tavuğun tadına bayıldı ve tarifini almak istedi. Barones 'tabii daha sonra veririm' deyip geçiştirmek istedi ama Düşes, tarifi alamayacağını adı gibi biliyordu, zira kendisi de aynı şekilde hareket ederdi. Dolayısıyla gizlice tabağındaki tavuktan bir parça kopararak peçeteye sardı ve çantasına soktu. Kendi ahçısına götürüp nasıl yapıldığını tattırarak keşfedecekti.
Bu olaydaki beceriklilik ve reddetmekle eşit olan bir 'evet' cevabı her zaman tarz göstergesi değildir ama ne istediğini çok iyi bilen Düşes'in zarif bir şekilde arzusunu elde etmesi bir tarzdır. Bazen sevimliliğin olmadığı yerlerde tarz ağırlığını ortaya koyabilir.
Para ne kadar önemlidir? Düşündüğünüzden daha az. Gloria Guiness varolma savaşı verdiği yıllarda yazdığı hatıralarında iyi bir örnek vermektedir: 'Para sıkıntısı çektiğim zamanlarda, güzel bir jarse parçası alıp tepesinden bir delik delerek başımdan aşağı geçiriyor ve kumaşı güzel bir kemerle belimden boğuyordum. Herkes bana 'Elbiseni nereden aldın? Çok güzel' diye sormaktaydı'.
Dolayısıyla, tarzın içeriğine canlı organizma olan orijinalliği, gayreti ve cesareti de katmamız gerekecek. Tarzı olan her kadın parayla doğmamıştır İşte bu yüzden parayı çok önemsememeniz lázım. Ama işin bizim burada ilgilendiğimiz tarafı, daha az parayla o noktaya varabilmektir ve bizi büyüleyen kadınlar, tarzı olup da ince uzun bir yolda ilerleyebilenlerdir.
JACKIE ÇİZGİSİNDEN ŞAŞMADI
Disiplin, zeka, beceriklilik ve orijinallik, tarz sahibi olmanın çekirdekleridir. Her güzel giyinen, her iyi ev sahibeliği yapan, evi şık ve güzel mobilyalarla döşenmiş kadının tarzı yoktur. Bu tarz dediğimiz şey insanın içinde ya vardır ya yoktur. Tarzı olan hanımların meşhur olmalarına sebep biraz da medyadır. Bu hanımların bazılarının medyayla arası çok iyidir, bazılarının ise fena, ama her şeye rağmen hayatları yakından izleniyor.
Moda yaratıcıları arasında sadece Coco Chanel, tarzıyla bütün diğer kadınları etkilemişti. Jacqueline Kennedy Onasis halka mal olmuş rolüne rağmen çizgisinden hiç şaşmamıştı. Ona mukabil Madonna tam tersini yapıyor ve her dakika kimlik değiştiriyor. Dolayısıyla bir stili, bir tarzı yok.
Sözün kısası, orijinal kadınlara şapkamızı çıkarmaktayız. Kimlik sahibi olan bu kadınlar, kimlikleri ile ışıl ışıl yanıyorlar. Tarzı olan kadınlar birkaç lisan konuşuyor, edebiyatla, şiirle meşgul oluyor ve çok tatlı láflıyorlar. Gittikleri yerde ülkelerini temsil ediyor, olayların içinde bulunuyorlar. Güzel giyinmeye meraklı oluyor, züppeleri ağırlıyor ama ilk kocalarını genelde hep yanlış seçiyorlar.
Bunların ihtişamlarını ve deliliklerini uzlaştırmaya gelince, hiç zahmet etmeyeceğiz. Sadece dolu dolu olan hayatlarının yükünün altından nasıl kalktıklarına bakıp hayret edeceğiz. Onların kabiliyetlerini değerlendirmelerine imrenmemek elimizde değil. Sapına kadar rafine oluyorlar, sadece parlıyor ve gözlerimizi kamaştırıyorlar.
Şöyle bir etrafımıza bakalım ve sayalım, acaba kaç kişinin tarzı var?
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2003
Tarz veya bugün kullanılan şekliyle 'stil', bazıları için sadece bir moda biçimidir, doğru giyim şeklidir ve tarz sahipleri, iyi giyinen seçkin tabakada 'şık' olarak kabul edilirler.Tarz, bazıları için ise daha genel bir fenomendir. Dekorasyon zevki, ev sahibeliği ve aynı zamanda şıklığı ile anılan kişilerin 'stili', yani 'tarzı' var denir ama 'tarz', daha başkaları için kuvvetli bir şahsiyet sahibi olup 'varolmanın bayağılığını, yaşam biçimi sanatına dönüştürmek' diye kabul edilir.'Tarz'ın kelime açılımı sadece stili olmayanları değil, stilleri ile meşhur olanların kafalarını da uzun zamandır meşgul etmektedir. C.Z. Guest, 'Tarz, varolmak için yapacak çok işi olup da hepsini kolaymış gibi göstermektir' der. Jaqueline de Ribs 'Tarzınızın olmasının sizi diğerlerinden daha değişik yaptığını' söyler, Givenchy ise 'Tarzınız olsa da, olduğunuz gibi yani tabii olmalısınız' tavsiyesinde bulunur.Tarz sahiplerinin sonsuz havası olduğu kesindir ama havanın ne olduğu kelimelerle tarif edilemez, kuvvetini gizeminde hissedersiniz. Tarzı hayal gibi görürüz: Tıpkı Amerikan yüksek mahkeme hakimi Felix Frankfurter'in pornografiyi tarif edişi gibi: 'Biz gördüğümüz zaman biliyoruz ve anlıyoruz'.1950'de Daisy Fellows, Amerika'nın meşhur modacısı Antonio Castillo'yu Cote d'Azur'deki evine davet etmişti. Lüks yataklı trenle Fransa'nın güneyine ineceklerdi. Tren, gün ağardıktan hemen sonra Cap Martin'e varıyordu. Güneş çıkmadan çok önce Castillo bitişikte yatan Daisy Fellows'un kompartımanından gelen gürültülerle uyanmıştı. İstasyona vardıktan sonra ortaya çıkan Daisy'e neden çok erken uyandığını soracaktı ama vazgeçti, zira Daisy mükemmel giyinmişti ve kusursuz makyajıyla hazırdı.Castillo, Daisy'e başka türlü sordu: 'Sizi istasyonda bir beyefendi mi karşılayacak?'. 'Sadece şoförüm gelecek' diye cevap verdi Daisy. Castillo 'O halde neden giyiminize ve makyajınıza bu kadar özendiniz de sadece bir güneş gözlüğü takmadınız?' diye sorunca da Daisy 'Kendim için giyinirim. Gördüğünüz gibi, bu bir disiplin meselesidir' dedi.KARAFATMA PROTESTOSUEvet, disiplin her ne kadar delilik veya kapris gibi görünse de 'terbiye' kelimesinin fonksiyonuyla bitiştiği zaman, tarz edinmenin içeriğindeki unsurlardan biri olur.Bir başka hikayem daha var ve bu, moda dünyasının meşhur imparatoriçesi Diana Vreeland hakkında. Bayan Diana Vreeland, Paris'in meşhur Maksim'inde verilen muhteşem bir ziyafette tabağında yürüyen bir karafatma gördüğünde altüst olmuştu. Ama bağırmamış, şef garsonu da çağırıp azarlamamıştı, bunun yerine ayağa kalkıp Karmen Miranda gibi poz alarak İspanyolca'da 'karafatma' anlamına gelen meşhur 'La Cucaracha' şarkısını söylemeye başlamıştı.Buradaki espri inceliği, beklenmedik olaylar karşısında çabuk ve zarif hareket kabiliyeti, tarz sahibi olmanın bir göstergesiydi.Chateau Mouton'da, Baron Philippe de Rotschild ve Amerikalı karısı Pauline ile Windsor Düşesi akşam yemeği yiyorlardı. Düşes gibi Pauline de Baltimore'lu idi ve her ikisi de misafir ağırlama, ev sahibeliği hususunda meşhurdular. Yemekte Pauline 'poulet chaud froid' yani soğuk, baharatlı tavuk ikram etmişti. Düşes tavuğun tadına bayıldı ve tarifini almak istedi. Barones 'tabii daha sonra veririm' deyip geçiştirmek istedi ama Düşes, tarifi alamayacağını adı gibi biliyordu, zira kendisi de aynı şekilde hareket ederdi. Dolayısıyla gizlice tabağındaki tavuktan bir parça kopararak peçeteye sardı ve çantasına soktu. Kendi ahçısına götürüp nasıl yapıldığını tattırarak keşfedecekti.Bu olaydaki beceriklilik ve reddetmekle eşit olan bir 'evet' cevabı her zaman tarz göstergesi değildir ama ne istediğini çok iyi bilen Düşes'in zarif bir şekilde arzusunu elde etmesi bir tarzdır. Bazen sevimliliğin olmadığı yerlerde tarz ağırlığını ortaya koyabilir.Para ne kadar önemlidir? Düşündüğünüzden daha az. Gloria Guiness varolma savaşı verdiği yıllarda yazdığı hatıralarında iyi bir örnek vermektedir: 'Para sıkıntısı çektiğim zamanlarda, güzel bir jarse parçası alıp tepesinden bir delik delerek başımdan aşağı geçiriyor ve kumaşı güzel bir kemerle belimden boğuyordum. Herkes bana 'Elbiseni nereden aldın? Çok güzel' diye sormaktaydı'.Dolayısıyla, tarzın içeriğine canlı organizma olan orijinalliği, gayreti ve cesareti de katmamız gerekecek. Tarzı olan her kadın parayla doğmamıştır İşte bu yüzden parayı çok önemsememeniz lázım. Ama işin bizim burada ilgilendiğimiz tarafı, daha az parayla o noktaya varabilmektir ve bizi büyüleyen kadınlar, tarzı olup da ince uzun bir yolda ilerleyebilenlerdir.JACKIE ÇİZGİSİNDEN ŞAŞMADIDisiplin, zeka, beceriklilik ve orijinallik, tarz sahibi olmanın çekirdekleridir. Her güzel giyinen, her iyi ev sahibeliği yapan, evi şık ve güzel mobilyalarla döşenmiş kadının tarzı yoktur. Bu tarz dediğimiz şey insanın içinde ya vardır ya yoktur. Tarzı olan hanımların meşhur olmalarına sebep biraz da medyadır. Bu hanımların bazılarının medyayla arası çok iyidir, bazılarının ise fena, ama her şeye rağmen hayatları yakından izleniyor.Moda yaratıcıları arasında sadece Coco Chanel, tarzıyla bütün diğer kadınları etkilemişti. Jacqueline Kennedy Onasis halka mal olmuş rolüne rağmen çizgisinden hiç şaşmamıştı. Ona mukabil Madonna tam tersini yapıyor ve her dakika kimlik değiştiriyor. Dolayısıyla bir stili, bir tarzı yok.Sözün kısası, orijinal kadınlara şapkamızı çıkarmaktayız. Kimlik sahibi olan bu kadınlar, kimlikleri ile ışıl ışıl yanıyorlar. Tarzı olan kadınlar birkaç lisan konuşuyor, edebiyatla, şiirle meşgul oluyor ve çok tatlı láflıyorlar. Gittikleri yerde ülkelerini temsil ediyor, olayların içinde bulunuyorlar. Güzel giyinmeye meraklı oluyor, züppeleri ağırlıyor ama ilk kocalarını genelde hep yanlış seçiyorlar.Bunların ihtişamlarını ve deliliklerini uzlaştırmaya gelince, hiç zahmet etmeyeceğiz. Sadece dolu dolu olan hayatlarının yükünün altından nasıl kalktıklarına bakıp hayret edeceğiz. Onların kabiliyetlerini değerlendirmelerine imrenmemek elimizde değil. Sapına kadar rafine oluyorlar, sadece parlıyor ve gözlerimizi kamaştırıyorlar.Şöyle bir etrafımıza bakalım ve sayalım, acaba kaç kişinin tarzı var?
button
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2003
Bir Bizans kilisesinin mihrap ve tavanı KKTC'den tanıdığım bir antikacı aracılığıyla Kıbrıslı Türklerin yardımıyla söktürülüp, parça parça Amerika'ya kaçırılmış ve De Menill Müzesi'ne satılmıştı. Benim Türk olduğumu unutup, depodaki freskleri gösterdikleri zaman ‘‘Bu kiliseyi nasıl kaçırdınız?’’ diye o kadar söylendim ki, sonunda ‘‘Kıbrıslılar bize bu eseri borç verdiler’’ gibisinden bir sürü palavra sıktılar.
Bir ülkede savaş çıkar veya kargaşa olursa, tok-açgözlülerle, aç-açgözlüler derhal işbaşına geçerek çalışmaya başlarlar.
Tok-açgözlüler kimlerdir? Bunlar dünya çapında antika ticareti yapan tüccarlardır. Bu tüccarlar fevkalade zengindirler, bütün dünyayı gezerler, kendi ilgilendikleri konuda hangi ülkede ne gibi müzelerde neler var, özel koleksiyonerler kimler, bunların elinde ne gibi bir birikim var, hepsini ezbere bilirler. Yaptıkları uluslararası ticaretten fevkalade kazanmışlardır, zengindirler. Bunlara 'açgözlü' denir, zira rakibinden daha fazla bilmek ister ve herkesten evvel malı kapıp müşteriye pazarlayabilmek için her türlü dümene başvurur.
Aç-açgözlüler ise hırsızlardır. Bunlar paraya ihtiyaçları olduğu için vurulmak, hapse girmek dahil her tehlikeyi göze alarak antikaları kaçırırlar veya çalarlar. Bilinçsiz oldukları için ne çaldıklarını bilmezler, değeri nedir pek anlamazlar, dolayısıyla ekmek parası için bazı risklerin altına girerler. Zaten biraz bilinçli olanları iyi para kazanıp antika dükkanı sahibi olmuşlar veya köşeyi dönüp başka iş yapmaktadırlar. Akılsızları ise yakalanıncaya kadar çalma ve kaçırma işlerine karın tokluğuna devam ederler.
KKTC'DEN SÖKÜLEN KİLİSE
Nereden anlatmaya başlasam bilememekteyim. Birinci müşahedem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden çalınan bir Bizans kilisesinin mihrap kısmı ve tavanıydı. Dünya KKTC'yi tanımadı, Türkler de Müslümandırlar diye o devrede ne yapacaklarını bilemediklerinden, kargaşa içinde son derece kıymetli ve hakiki Bizans eseri olan bir kilisenin freskleri tanıdığım bir antikacı aracılığıyla Kıbrıs'taki Müslümanların yardımıyla söktürülüp, parça parça Amerika'ya kaçırılmış ve De Menill Müzesi'ne satılmıştı. Benim Türk olduğumu unutup, bana depodaki parça parça freskleri gösterdikleri zaman hemen infial ederek ‘‘Bunu oradan almaya hiç hakkınız yok, bu kiliseyi nasıl kaçırdınız?’’ diye o kadar çok söylendim ki, sonunda ‘‘Biz bunu Kıbrıs'tan izin alarak çıkardık, Kıbrıslılar bize bu eseri borç verdiler’’ gibisinden bir sürü palavra sıktılar. Sonunda Teksas Houston'da ufacık ama harika modern bir kilise yaparak freskleri içine yerleştirdiler. Freskler şahane bir restorasyonla birleştirilmişti ve kapısına da ‘‘Kıbrıs halkından ödünç olarak alınmıştır’’ diye yazmışlardı. Bizim Kıbrıslılar gözlerini açmadıkları için giden gitti. Yazık oldu.
Derken 1991'de demirperde yıkıldı. Müthiş bir kargaşa vardı. Pek çok antikacı bana ‘‘Rus müzelerinden beğendiğinizi emrinize getirelim’’ gibi tekliflerle geldiler. Bu münasebetsiz teklifleri derhal reddettim ama acaba dalga mı geçiyorlardı yoksa hakikaten getirebilirler miydi sualleri kafamı epey meşgul etti. Tabii, parayı peşin istiyorlardı ve birtakım riskleri göze almam gerekmekteydi.
Bulgaristan'dan ve Romanya'dan da çok eser teklifleri gelmişti. Buralardan da gidenler gitti.
İki sene önce New York'un en nadide semtinde bulunan bir antikacı ahbabım bizim şerefimize bir davet tertiplemişti. Davette koleksiyonerler, bankacılar, müzeciler ve pek çok vakıf kurmuş, mütevelli heyetlerinde bulunmuş önemli şahsiyetler vardı. Masada bir aralık iki koleksiyonerin birbirleriyle konuşmalarına kulak misafiri oldum. Afganistan'dan gelen nadide eserleri nasıl koleksiyonlarına kazandırdıklarını anlatıyorlardı. Birbirlerine nispet yapmaktaydılar. Anlaşılan piyasa artık Afgan antikalarıyla doluydu. İdaresi zayıf olan ülkelerin ne hallere düştüğünü düşünerek birden içimin cızladığını hissettim. Artık çok geçti, giden gitmişti.
Irak, Kuveyt'e girdiği zaman Şeyh Nasır Al-Sabah'ın koleksiyonu da yağmalanmıştı. Bu müzenin yağmalanmasına basının gereken ilgiyi gösterdiğini hatırlamıyorum. Bugün Irak'taki müze soygunculuğuna verilen önem kadar ilgi gösterilmemişti. Iraklılar Kuveyt Müzesi'ni talan etmişlerdi. Allah’tan her şeyi kayıtlı olan müze bütün eserlerinin peşine düştü ve hemen hepsini tekrar piyasadan tek tek topladı. Zaten büyük bir bölümü o sırada Cambridge'de sergilendiği için müze dışındaydı. Mücevherlerin haricinde tek tek bütün eserleri buldular ve kendilerine ait olduğunu ispat ederek geri aldılar. Mücevherler gitmişti ama hiç değilse koleksiyonun büyük bir kısmını bulmuşlardı.
Ben Sadberk Hanım Müzesi'ni kurduğumda, Kültür Bakanlığı'nın bana sorduğu ilk sual, herhangi bir harp halinde müzedeki eserleri nereye saklayacağım olmuştu. Biz de, kendimize göre münasip bir adres vermiştik.
Şimdi gelelim Irak Müzesi’ne... Benim anlayamadığım nokta şu: Bush, Irak'a gireceğini aylar öncesinden ilan ettiği halde eserler paketlenerek müze dışında gizli bir yere neden saklanmamıştı veyahut herhangi bir önlem niçin alınmamıştı? Time mecmuası ‘‘Müze binasına bomba atmamaya özen gösterdik ama ganimet avcılarını durduramadık’’ diye yazıyor. Enteresandır, 'hırsızlık' kelimesi kullanılmayıp ‘‘ganimet elde etmek’’ gibi terimler kullanılıyor.
Tabii ki halkı eğitimsiz olan ülkelerdeki müzelere en büyük ziyanı kendi halkı veriyor. Yapacak bir şey yok, gitti giden, kırılan kırıldı ve koskoca Sümer, Akad, Asur ve Babilonya medeniyetlerinden kalan eserlerin dağılmasına ve harap hale getirilmesine yazık oldu.
Birden düşündüm, Arkeoloji Müzesi'ndeki lahitleri kaldıramayacağımıza göre acaba nasıl saklarız diye günlerdir kafa yoruyorum. Allah bizim ülkemizi savaştan ve kargaşalıktan korusun yoksa giden, gider...
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2003
Çocukken bazı geceler, korkunç rüyalar görüp gecenin ortasında annemle babamın odasına dalıp ikisinin arasına girip uyumaya çalışırdım, hiç seslerini çıkarmadan beni bağırlarına basarlardı. Şimdi düşünüyorum da iyi ki çocuğum olmamış, zira gece yarısı yatağıma dalan hiç kimseye tahammül edemezdim. Bugün Anneler Günü. 'Babalar Günü', 'Sevgililer Günü', 'Falanca Gün', 'Filánca Gün' derken, bütün günler bir tarafa, bence bunların arasında en anlamlı gün gene Anneler Günü. Ben bugün ne anneyim, ne de annem var. Çocuğum olmadı ama bütün çocuklar benim. Annem ise 1973 senesinde yani 30 sene evvel sadece 63 yaşındayken kanserden vefat etti. Bu köşede geçen sene annemi anmıştım, bu sene de müasaade ederseniz gene onu anacağım.
ÇİLEKEŞ BİR KADIN
Annem neredeyse hayatı boyunca kayınvalidesiyle yaşadı. Çok çalışan ve çalışmaktan başka hiçbir zevki olmayan bir kocası vardı. Üstüne üstlük para kazanmakla birlikte parasını daima işine yatırıp lüksten kaçınan bir adam... O kadar ki, o devirde herkesin gitmeye can attığı Cumhuriyet Balosu'na bile, eve gelen berberle uğraşarak saçlarını yaptırmış ve bütün gün hazırlanarak giyinmiş, kuşanmış bir kadına son dakikada rahatlıkla ‘‘Ben çok yorgunum bu gece gitmeyelim’’ diyebilen bir koca. Kızkardeşinin genç yaşta ölen kocası dolayısıyla manen desteği üstlenen babama çok yardımcı olmuştur annem. Velhasıl çilekeş bir kadındır ve Vehbi Koç, bugün koskoca bir iş alemi kurabilmiş ise başarısının yüzde ellisini karısına borçludur, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
HER ŞEYİ BABAMA GÖRE AYARLARDI
Babam çok titiz bir adamdı, muntazam çekmeceleri açar en alttaki mendili çekerek dolapların tekrar düzeltilmesini isterdi. Hiç unutmuyorum, ameliyat olmuştu ve yataktan ilk kalktığı gün dosyalarını tertiplemişti ve titizliğine şaşmıştım. Annem, işte bu zor adama tahammül etmişti. Hep merak ederim acaba görmeden, tanımadan evlendiği bu adama aşık mıydı diye. Bunu hiçbir zaman anlayamadım. Malum ya, Anadolu terbiyesi bu; hisler belli edilmemeli, yoksa ayıptır.
Annem, babama çok hürmet ederdi. Bütün ev babamızın yaşantısına göre ayarlanırdı. Yemek saatleri, uyku saatleri, haber dinleme saatleri, her şey, her şey ona göre ayarlanırdı. Biz kızlar da her ne kadar onun gibi fedakár değilsek de, anamızdan ne gördükse, benzerini kendi kocalarımızda tatbik etmeye çalışmaktayız.
Annem, dört çocuğunu büyüttü. Her birimizin bazı sıhhi sorunları, okul sorunları oldu ve hepsiyle annemiz uğraştı; babamıza bizim sorunlarımızı yansıtmamaya çalışırdı ki adamcağız işinde sakin kafayla çalışabilsin diye.
BOTANİST OLABİLİRDİ
Her birimizin terbiyesiyle bizzat uğraştı. Seyahatlerde ve gezmelerde benim en büyük merakım annemin elinden kurtulup sokaklarda serbestçe onu takip etmekti. Annem ise hep elinden kayıp kaçan beni aramakla vakit geçirir ve çok kızardı. Hiç unutmuyorum tam on yaşındaydım, Milano'daki Duomo Kilisesini geziyorduk, gene annemin elinden kurtularak kilisenin içinde sağa sola koşmaya başladım. Kaybolduğumu gören annem bana gene çok sinirlenmişti. Artık bana bir ders vermesi gerekmekteydi. Dolayısıyla hemen oradaki kolonların birinin arkasına saklanmıştı. Ben bir müddet hürriyetin tadını tattıktan sonra aklım başıma gelerek annemi aramaya başladım. Onu göremedim ve bulamadım. Duomo Kilisesi o yaşta bana uçsuz bucaksız görünmüştü, bir de kilisenin dışındaki günlük güneşlik havadan sonra içerisi büsbütün karanlık gelmişti. Çocuk yaşımdan beri İsa ve Musa peygamberlerin, Meryem Ana'nın, havarilerin ve meleklerin görüntüleri beni ürkütmekteydi. Bütün bu atmosferin içinde annemi göremeyince müthiş bir telaşa ve korkuya kapıldım ve ‘‘Anne, anne neredesin?’’ diye bağırıp da cevap alamayınca ağlamaya başladım. Bir müddet ağladıktan sonra annem meydana çıkarak ‘‘Ben sana elimi bırakma dememiş miydim?’’ diye beni azarlamış ve fena bir ders vermişti.
Annemin o devir için ufak bir eğitimi vardı. Ama çok akıllı olduğundan kendini mütemadiyen geliştirmişti. Eğer eğitim imkanı verilseydi bence ya botanist olurdu, yahut kimyager.
Eğitimli ve her halükarda mutlu anne ve babaların çocukları her zaman dengeli yetişirler. Eğitim daha doğar doğmaz evde başladığından, anneler ne kadar eğitimli olurlarsa çocuklar da o derece güzel bir ortamda büyürler. Sahip bulunduğumuz okul sayesinde kimi annelerin vaziyetine ister istemez vakıf olabiliyoruz. Bazı anneler çocuklarını okula bırakıp bir daha uğramıyorlar, bazıları ise okula her dakika gelip çocuğun adeta hürriyetini kısıtlıyorlar. Esasında iyi bir anne ne çok lakáyıt olmalı, ne de çocuğunun üstüne çok fazla düşmeli.
BİZLERİ HİÇ AYIRMADI
İşte bu dengeyi sağlayabilmek çok önemli. Bazı yeni zengin anneler çocuklarını bir okula atıyor, sonra da giyinip kuşanıp gece gündüz oyun oynuyorlar. Çocuklarından haberleri yok, okula da uğramıyorlar.
Bazı anneler ise kocalarından bulamadıkları sevgiyi fazlasıyla erkek çocuklarına verip, farketmeden çocuklarını anormal şekilde yetiştiriyorlar.
Hiç unutmuyorum, çocukken bazı geceler, korkunç rüyalar görüp gecenin ortasında annemle babamın odasına dalıp ikisinin arasına girip uyumaya çalışırdım, hiç seslerini çıkarmadan beni bağırlarına basarlardı. Şimdi düşünüyorum da iyi ki çocuğum olmamış, zira gece yarısı yatağıma dalan hiç kimseye tahammül edemezdim.
Annem biz dört kardeşe de aynı davrandı, bizleri hiçbir zaman birbirimizden ayırt etmedi. Çok ileri görüşlü olduğu için hepimizin geleceğinin garanti altına alınmasını sağladı.
Anacığım, sen bizleri terk edeli otuz sene oldu ama kokun hálá burnumdadır...
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2003
Kamondo Ailesi, Paris'e yerleşirken Fransızların arasında muhit edinmek için bir ‘‘dö’’ unvanı satın alarak isimlerine eklediler ve asil bir aileden geldikleri izlenimini yaratmaya çalıştılar. Bu unvanlar acaba nerede satılıyor? Acaba ben de bir ‘‘dö’’ unvanı satın alsam nasıl olur? Mesela ‘‘Sevgi dö Gönül’’, kulağa hiç fena gelmiyor. O zaman yazılarımdaki ‘‘Sevgi'nin Diviti’’ logosunu ‘‘Dö Gönül'ün Diviti’’ yapardık.
İstanbul'dan, bakın ne cevherler yetişmiş... Böyle insanlara sahip çıkılırsa, Türkiye'nin propogandası fevkalade yapılır.
Seneler önce Paris'te, ‘‘Siz müzelere meraklısınız, gidin Nissim de Camondo'nun (Bana göre Nesim dö Kamondo) evini gezin’’ dediler. Bendeniz o tarihlerde bir Cumhuriyet çocuğu olarak Camondo'ların adını hiç duymamıştım ve müze kataloğunu alıp okuyunca İstanbul kökenli olduklarını öğrendim ve hem şaşırdım, hem de hoşuma gitti.
Malikane 18. yüzyıldan kalmaydı, içindeki mobilyalar da 18. yüzyıla aitti ve her bir parça imzalıydı. Bizim geleneklerimizde mobilya kültürü olmadığı için mobilyaların da tablo kıymetinde olduklarını değerlendirememekteyiz. Mobilya sanatı bana göre esasında 18. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştı ve İngiliz, Fransız ve İtalyan mobilyaları o devrin birer sanat eseriydi. Bugün hakikaten o devirden kalma imzalı mobilyalar neredeyse değerli bir tablo fiyatına satılıyor. Bu tür mobilyaların koleksiyonunu yapanlar hem çok dikkatli kullanmaktalar hem de ileriye dönük bir yatırım malzemesi gözüyle bakıyorlar. Nesim dö Kamondo Müzesi'ndeki mobilyaların hepsi 18. yüzyıla aitti ve ev bir mobilya müzesiydi.
Kamondolar Safarat Yahudisi idiler. 16. yüzyılda İspanya'dan Portekiz'e kaçmış, oradan Osmanlı Devleti'ne sığınmışlardı. O devirde hiçbir devlet Yahudileri kabul etmezken Osmanlılar bunlara kollarını açmışlar ve buyur etmişlerdi.
Asıl parayı kazananlar İzak Kamondo ve İbrahim Salomon Kamondo kardeşlerdi (yani Isaac ve Abraham). İzak Kamondo hiç evlenmemiş ve çocuğu olmamıştı. İbrahim'in ise üç çocuğu olmuştu. İbrahim Behor, Nesim ve Rebeka (Rebecca). Asıl bu müzenin bulunduğu 18. yüzyıl eseri binayı ve mobilyaları toplayan, Nesim Kamondo'nun oğlu Moiz'di. Yukarıda isimlerini saydıklarımın hepsi İstanbul'da doğmuşlar ve İstanbul'da tefecilik yapmışlardı. Aynı zamanda büyük miktarda emlak sahibi idiler. Yani sizin anlayacağınız bir zamanların Banker Kastellisi sayılırlardı. Herhalde parasını ödeyemeyenlerin karşılık olarak gösterdikleri emlaklara da sahip çıkmış, han ve hamam zengini de olmuşlardı.
Osmanlı devletine yüzde 4 faizle borç veren Rothchild'lere rağmen yüzde 12 faiz alan Kamondolar, Sultan Abdülaziz devrinde işleri rakipleri Ermeni, Rum ve Levanten bankerlere kaptırdıkları için Paris'e yerleşmeye karar verdiler. İbrahim Behor, ilk ofisini Paris'te açtı ve bu arada buraya yerleşmek üzere hazırlık da yaptı. Fransızların arasında muhit edinmek kolay değildi, dolayısı ile bir ‘‘dö’’ unvanı satın alarak isimlerine eklemişler ve asil bir aileden geldikleri izlenimini vurgulamışlardı.
Bu unvanlar acaba nerede satılıyor? Biz Türklerde asalet unvanı olmadığı gibi Yahudilerde de yoktur. Acaba ben de bir ‘‘dö’’ unvanı satın alsam nasıl olur? Mesela ‘‘Sevgi dö Gönül’’, kulağa hiç fena gelmiyor. O zaman yazılarımdaki ‘‘Sevgi'nin Diviti’’ logosunu ‘‘Dö Gönül'ün Diviti’’ yapardık.
Neyse, şaka bir tarafa. İbrahim Salomon çok iyi vakit geçirdiği Avrupa'da, Paris'te 1873'te öldü ve vasiyeti üzerine cenazesi İstanbul'a getirilerek Hasköy'deki mezarlığa gömüldü. Kitapların yazdığına göre cenaze merasimi o kadar muhteşem oldu ki, Yahudilerin Osmanlı topraklarına yerleşmelerinden bu yana böyle cenaze merasimi görülmemişti ve böyle bir merasim hiçbir Yahudiye nasip olmamıştı.
Cenaze sırasında borsa ve bütün finans kurumlarının yanı sıra Galata, İstanbul ve Haliç civarındaki bütün mağazalar kepenk indirdiler. Piyadelerden ve Bahriye'den oluşan iki manga asker ile saray orkestrası Muzika-yı Hümayun, bütün diplomatlar ve çevreleri, Ortodoks, Katolik gibi bütün Hıristiyan ruhanileri cenaze merasimine katılmışlardı. Anlaşılan, herkes İbrahim Salomon'dan ya faiz ya da borç almıştı.
Kamondolar Yüksekkaldırım’dan Bankalar Caddesi'ne inen sekizgen bir merdiven yaptırmışlardı. Buranın adı kısa bir zaman öncesine kadar ‘‘Kamondo Merdiveni’’ idi. Sonradan birileri bu ismi değiştirdiler. Kim bilir hangi sivri akıllılar bunu yaptılar. İşte bu gibi işler yüzünden İstanbul'da şehir haritası yapılamamakta ve şayet posta diye bir şey kaldıysa da zor çalışmaktadır. Zira artık herkes kurye kullanmaktadır ve devlet farkında değildir ama posta işi özelleşmiştir.
Kamondo Ailesi, hiçbir zaman banka sahibi olmadı. Resmen tefecilik yaptılar ve bütün parayı Avrupa'ya götürüp orada sarf ettiler. Paris'te 18. yüzyıldan kalma bir ev alan ve içini o yüzyılın eşyalarıyla dolduran Moiz Kamondo, İstanbul'da hiçbir Osmanlı malı toplamamıştı. Bunu, ‘‘herhalde mobilyaya aç kaldıkları için mobilya toplamışlardı’’ diye yorumluyorum.
Nissim de Camondo (Nesim dö Kamondo) müze binası ve içindeki eşyalar Osmanlı parası ile satın alınmıştır. Bugün banka hortumlayanlara kızıyor ve onları her dakika teşhir etmeye kalkıyoruz. Hortumculuk, asıl o devirde Kamondolar’la başladı. Emin Çölaşan Bey o devirlerde yaşamış olsaydı kim bilir ne güzel ve ne enteresan bir kitap yazardı.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2003
Ben Cumhuriyet çocuğu olarak bezden yapılmış bebeklerle oynadım. Biraz daha büyüyünce kağıt bebeklerle oynamaya başladık. Hatırladığım kadarıyla ilk bebeğimizi babam Macaristan'dan getirmişti ve bu Macar kıyafetli, sarışın, iki tarafından örgü saçları sarkan bir bebekti. Bugün 23 Nisan ve ben haftalık yazımı yazmak durumundayım. Dünyada yegane çoçuk bayramı kutlayan ülkemizde çocuklara dönük neler yaptık ki, hemen hemen hiçbir şey. O kadar ki bir oyuncak kültürümüz dahi gelişmemiştir. İşte o yüzden bugün biraz oyuncaklardan bahsetmek istemekteyim.
Ben Cumhuriyet çocuğu olarak bezden yapılmış bebeklerle oynadım. Biraz daha büyüyünce kağıt bebeklerle oynamaya başladık. Çoktan rahmetli olan kuzenim Nezahat Aktar Hanif çok güzel resim yapardı. Suna ile ben ona gidip yalvarırdık bizlere bebek yapıp boyasın diye. Sadece bebekle kalmazdık bir de elbiselerini isterdik, o da bizi kırmaz boyuna çizer, boyar ve keserdi. Hálá biz niye modacı olamadık diye şaşar dururum. Suna ile yaşımız yakın olduğu için aynı oyuncaktan her ikimize de birer tane alınırdı veya bir tane alınıp paylaşmamız istenirdi. Ta o yaşlarda kavga gürültü, paylaşmayı öğrenmiştik.
Hatırladığım kadarıyla ilk bebeğimizi babam Macaristan'dan getirmişti ve bu Macar kıyafetli, sarışın, iki tarafından örgü saçları sarkan bir bebekti. Bir de babam, nereden aldığını bilemediğim bir fındıkkıran askeri getirmişti. Kocaman dişleri, siyah bıyığı ve sakalıyla ağzını bir açardı ki ödümüz patlardı. Annem korktuğumuz için bu fındıkkıran askerini salondaki büfeye saklamıştı, adeta o odaya korkudan giremezdim. Şimdi düşünüyorum da, hem gülüyorum hem de amma korkak yetiştirilmişiz diye kızıyorum.
ÜÇ TAŞ, BEŞ TAŞ
Bir de bizim bağ evinde 3 taş ve 5 taş oynardık. Tebeşirle çizerek ve bahçede bulduğumuz taşlarla bu oyunu oynamak da en büyük zevklerimizden biriydi. Rahmi ise uğraşarak kendisine sapan üretirdi ve bahçedeki kuşları avlamaya çalışırdı, annem ise bu huyuna çok kızar ve sapanları elinden alır, bir yere saklardı. Bir gün sapanların saklandığı yeri keşfeden Rahmi orada yüzlerce sapanı görünce sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı.
Sonra Amerika'dan çok hoş bebekler ve oyuncaklar getirildi. 10 yaşımda Amerika'ya götürüldüm. Tam da Noel zamanı oradaydık, aydınlatmaya, Noel süslemelerine ve etrafta gördüğüm oyuncaklara deli olmuştum. Annem izin vermediği için her oyuncağı alamamıştım ama yapboz'u (jig-saw puzzle) ilk defa orada görmüştüm ve bayılmıştım. Maalesef vakit bulamadığımdan şimdi yapamamaktayım ama şöyle böyle 10 sene evveline kadar bu bulmacaların 5000 parçalısını yaptım. Çok da eğlendim. Kocam dahil ailemin bütün fertleri bu bulmacalara bayılırlar. Bu bulmacalar insanları hem dinlendirir hem de dikkat yeteneğini kuvvetlendirir.
Rahmetli halam ve annem çok iyi bebek tamir ederlerdi. Zira bizim zamanımızın bebeklerinin iki kolu ve iki bacağı birbirine içerden geçirilen lastiklerle bağlıydı. O lastikler de nedense hep kopardı. Evlerimizde metrelerce yuvarlak don lastiği bulundurur, hem donlarımıza kullanırdık hem de bebekleri tamir ederdik.
Çocukluğumda Türkiye'de yapılan oyuncak yoktu. Her oyuncak yurtdışından gelirdi ve Beyoğlu'nda Japon Pazarı adındaki dükkanda en güzelleri satılırdı. Benim çocukluğumda bebekler taş bebek, mum bebek diye iki türlüydü. Beyoğlu'na götürüldüğümüz zaman Japon Pazarı’na gidelim diye yalvarırdık.
ALMANLARIN ELİNDEYDİ
Oyuncaklar hem çocukları hem de yetişkinleri eğlendirmek için icat edilmiştir, pratikte bir kullanımı yoktur. Bir çocuk veya bir yetişkin kendi yarattığı ya da hazır alınmış bir oyuncakla oyun oynamak zevkini tadabilir. Oyuncaklar, zevkli saatler geçirtir, dinlendirir, günlük yaşamın baskısından uzaklaştırır ve serbetçe hayal kurma gücünü genişletir. İnsanlar etraflarında gördüklerini oyuncak olarak üretmişlerdir.
Esasında antik çağlara kadar dayanan oyuncak kültürünün bugünkü şekli 1930'lara kadar Almanya'nın elindeymiş. Amerika'ya göç başlayınca bazı oyuncak yapımcıları da Amerika'ya göç ederek bu sanayiyi orada da geliştirmişler ve ilk defa 1872’de Philadelphia'da başlamış. Hep merak ederim Osmanlı Hanedanı'nda çoçuklar acaba ne tür oyncaklarla oynarlarmış? Bizans devrine ait hiçbir oyuncak görmedim.
İpek 5 - 6 yaşındaydı, Londra'da onunla birlikte oyuncak müzesini görmeye gittik. Müzede İpek ağlamaya başladı. Çocuğun yerden göğe kadar hakkı vardı, zira bol bol saçı yolunmuş bebekler ve gözü oyulmuş ayıcıklar gördük ve çocuk çok korktu. Ama insan her gördüğünden ders alır derler ya, ben de İngiltere'de tiyatro sanatı nasıl oldu da bu kadar gelişti diye hep düşünürdüm, işte cevabımı bu müzede buldum: En eski oyuncaklar, kitaplar içinden ayağa kaldırılarak oluşan tiyatro sahneleri, piyes içerikleri ve sahnede oynayan karakterlerle doluydu. Buradan anlaşılıyor ki çocukları nasıl eğitirsen ona göre gelişen bir toplum elde ediyorsunuz.
Hele o devrin kurşun askerlerine bayılıyorum. Daha evvelce yazdığım gibi en güzel kurşun asker koleksiyonu Forbes ailesindedir. Zaman zaman Sotheby's kataloglarından öğrendiğime göre Alman ayıcıkları müthiş fiyatlara satılmaktadır. Şimdi de ilk imal edilen Barbie bebekleri satışa sunulmakta ve epeyi para etmektedir.
OYUNCAK SERGİSİ
Sotheby's müzayede salonları devamlı meşguldür. Ama satışlarının en sönük olduğu zaman ocak ve şubat aylarıdır. Dolayısıyla bu aylarda her sene bir tema seçerek ufak bir sergi yaparlar ve sergi ile ilgili bayağı ciddi katalog basarlar. Şimdi hatırlamıyorum hangi seneydi ama bir keresinde çocuk sergisine rastlamış ve sergiye bayılmıştım. Eski oyuncaklar, çocukların oyuncaklarıyla resmedildiği eski tablolar, çocuk giysileri, çocuk yatakları, beşikler, mama iskemleleri, aklınıza çocukla ilgili ne gelirse bu sergide vardı ve hepsi 18 yy.'a aitti. Bu sergi beni çok etkilemiştir. Ben de Sadberk Hanım Müzesi'nde hiç değilse ileriye dönük olarak bugünün oyuncaklarını toplamaktayım. İpek çok dikkatli bir çocuktu ve hiçbir oyuncağını kırmamıştı. Hepsini Sadberk Hanım Müzesi’ne aldık.
Şimdiki çocuklar çok şanslı, çünkü artık sonsuz oyuncak çeşidi var. Eskiden biz kendi oyuncaklarımızı kendimiz yaratırdık, şimdiki çocukların önüne her şey hazır geliyor, acaba bu çocuklar yaratıcılık kabiliyetinden yoksun mu bırakılıyorlar diye düşünmüştüm. Ama hayır lego gibi bir oyuncak varken, yaratıcılık güçleri daha da artacaktır. Benim oyuncaklara çok zaafım vardır ama hiçbir zaman edinemediğim bir oyuncakta aklım kalmıştır, o da bebek evidir (doll's house).
Şimdiki bütün oyuncaklar yaratıcılık ve hayal gücünü arttırmaktadır, dolayısıyla çocuklarınıza alabildiğiniz kadar oyuncak alın.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2003
Herrenchimsee Sarayı'nda gördüğünüz şaşaaya inanamıyorsunuz. Kral Ludwig bir adanın üzerine inşa edilmiş olan bu sarayda topu topu 10 gün kalmıştı. On gün yaşanmış bu saraya harcanan emeğe hayret ediyor, sonra ‘‘Kral Ludwig hakikaten bir deli miydi?’’ diye düşünüyorsunuz. Her sene gittiğim Salzburg müzik festivalinden hastalığıma rağmen vazgeçmedim, ailem ve kocam da cesaretlendirdikleri için çok şükür bu sene de giderek gene nefis bir müzik ziyafeti dinledik.
Salzburg ufacık bir şehir, gündüzleri gezecek görecek fazla bir yeri yok. Bu sene arkadaşlarımla Bavyera Kralı İkinci Ludwig'in Almanya'nın Avusturya hududuna yakın Chimsee (Kimse) gölünün üzerindeki adacıkta sarayını da gördük.
Kral Ludwig'in sarayları meşhurdur. Neuschwanstein Şatosu ortaçağ, Linderhof Sarayı da rokoko stilindedir. Herrenchimsee Sarayı ise Versailles'dan etkilenilerek yapılmıştır. Arada pek çok ufak saray yavrusu gibi av köşkleri de yaptırmıştır. Hatta bunlardan bir tanesi tamamen Türk mimarisi ve motifleriyle süslüdür. Kral II. Ludwig'in sarayları 'kitsch' sınıfına girmekteydiler. Ben, şimdi milyonlarca insanın gezdiği bu sarayları yaptıran kişiyi yakından tanıtmaya çalışacağım.
25 Ağustos 1845 günü Münih kiliselerinde çanlar çalmakta ve top sesleri şehir halkına uzun zamandır beklenen prensin doğduğu haberini vermekteydi. O zamanlar krallık sırası gelmemiş olan babası Prens Maximillian ve Prusya Prensesi olan annesi Maria, bebeği Ludwig adıyla vaftiz ettirdiler.
Ludwig çocukluğunu Hohenschwangau Sarayı'nda eve gelen hocalarla geçirdi. Büyüdükçe edebiyata olan merakı arttı ve özellikle Friedrick von Schiller'in şiirlerinin ve tiyatro eserlerinin etkisi altında kaldı. 16 yaşına geldiğinde Richard Wagner'in 'Lohengrin' operasını görerek yepyeni bir müzik türü ile tanıştı. Hayran olduğu Richard Wagner'i hayatı boyunca destekledi. Onu Münih'e davet etti, beraberce Alman Müzik Okulu'nu kurdular. Münih'e son teknolojileri ihtiva eden bir opera binası yapmak istemekteydiler ama proje sadece maliyetinin çok yüksek olmasından değil, aynı zamanda 'ihtilalci' Wagner'le arkadaşlığını hoş karşılamayan ailesi ve kabinesi tarafından reddedilmişti.
Bavyera Kralı Maximillian öldüğünde Ludwig 18.5 yaşındaydı. Devlet işleri ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu. Krallığının ilk senelerinde memleket işlerini ciddiye alan ve çok çalışan Kral Ludwig, kaçınılmaz bir sebepten Prusya ile savaştı. Üç hafta süren savaş sonunda barış ilan edildi ama Bavyera, Prusya'ya 54 milyon altın mark ödemek mecburiyetinde bırakıldı. Ludwig, Bavyera şehirlerini baştan sona dolaşarak, sanki zafer kazanmış gibi halkıyla bütünleşti. Savaşta yenilmiş olmasına karşın halkı tarafından çok seviliyordu. 1.90 boyunda, fevkalade yakışıklı ve sevimliydi. 22 Ocak 1867'de kuzeni Bavyera'lı Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmıştı. Tam düğün hazırlıkları bitmek üzereyken nişan bozuldu ve Kral bir daha hiç bir zaman evlenmeyi düşünmedi. Bütün hanımlar tarafından beğenildiği halde, karşı cins ona artık hiçbir zaman cazip gelmedi.
Richard Wagner'le dostluğu ve yaptırdığı saraylara harcadığı paralar yüzünden tenkit edilmekten bıkmış, şehirden ve halkından gitgide uzaklaşmaya başlamıştı. Çok sevdiği Alpler'de atıyla gezmeye ancak geceleri çıkmaktaydı. Adeta bir peri masalı kahramanı gibiydi. Vaktini sadece saraylarının yapılmasına nezaret etmekte harcamaktaydı. 1886'nın başında Ludwig'e muhalif olanlar ile kraliyet ailesi meclisi isyan bayrağını çektiler. Zira 5.5 milyon mark senelik gelirinin üzerine toplam 13 milyon mark kıymetinde bir varlığa sahipti. Halbuki 21 milyon mark masraf etmişti. Bu parayı Ludwig ölse dahi ailesi Bavyera hükümetine ödemekle mükellefti. Durum tehlikeliydi. 800 senelik aile ve devlet birikimleri bir tek kral yüzünden yok olmamalıydı. Başbakan Lutz, pozisyonunu da muhafaza edebilmek telaşıyla, Kral Ludwig'e aklından zoru olduğu gerekçesiyle krallıktan el çektirme fikrini ortaya atmıştı. 8 Haziran 1886’da Dr. von Gudden başkanlığında bir grup doktor tarafından muayene bile edilmeden, bazı kişilerin gözlemlerine ve yazdıklarına dayanarak akıl hastası olduğuna ve Bavyera'yı idare etmekten aciz kaldığına dair bir rapor hazırladılar.
Neuschwanstein Şatosu'na kapanan Ludvig pek çok mücadeleden sonra teslim olmaya karar verdi ve Dr. von Gudden'in refakatinde yola koyuldular. Talihsiz kralın en sevdiği yerlerden biri olan Berg Şatosu bir hapishaneye dönüştürülmüş, pencereleri demir parmaklıklarla kaplanmış, kapıları sadece dışarıdan kilitlenebilecek hale getirilmiş ve her tarafa gözetleme delikleri açılmıştı.
Kral son derece sakin, etrafına karşı soğuk ama nazikti. 13 Haziran 1886 günü akşam üzeri saat altıda Ludwig Dr. von Gudden'le birlikte şatonun bahçesinde yürüyüş yapmak istedi. Öğleden sonra saat altıda beraberce göle doğru yol alırken Dr. von Gudden korumalara takip etmemeleri için işaret etti. Saat yediye gelip de hiç kimse dönmeyince, geride kalan doktorlar ve hizmetkarlar parkta dolaşmaya giden bu acayip ikiliyi aramaya çıktılar. Kral ile doktor boğulmuş ve en az üç saat boyunca suda kalmışlardı. İki gün nefes alma zorluğu çekiyorlar diye etrafı oyalamaya çalıştılarsa da, öldüklerini açıklamak zorunda kaldılar.
Bu acayip ölüm bir muamma haline geldi. Zira gölün derinliği, 1.90 boyundaki ve 40 yaşındaki Kral'ın sadece diz kapağına gelmekteydi. Kral üstelik çok iyi yüzme bilmekteydi. İkisi birden ne diye boğulmuştu? Acaba biri birini öldürüp öbürü intihar mı etmişti? Bütün bu sorular Bavyera Eyaleti'nde hálá bir muamma olarak duruyor.
Herrenchimsee Sarayı'nı gezdiğinizde gördüğünüz şaşaaya inanamıyorsunuz. Kral Ludwig bir adanın üzerine inşa edilmiş olan bu sarayda topu topu 10 gün kalmıştı. On gün yaşanmış olan bu saraya harcanan emeğe ve masrafa hayret ediyor, sonra ‘‘Kral Ludwig hakikaten bir deli miydi?’’ diye düşünüyorsunuz.
Ama bu sarayları iyi ki yaptırmış... Biz de sayesinde geçen pazar günü görmeye gidip iyi ve değişik bir gün geçirdik.
Yazının Devamını Oku