Paylaş
Ben insanın içinde bulunduğu ortama göre fiziksel durumunda değişiklikler olduğuna inanırım.
Anlayacağınız her insanda bir tür ‘bukalemun sendromu’ vardır.
Ben bunu somut olarak 1970'li yılların sonunda yaşadım.
O zamanlar Dördüncü Enternasyonal'in ateşli bir savunucusuydum.
Ernest Mandel'in kitaplarını da elimden düşürmezdim.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Sakal bırakmaya başladım ama sakalım keçi sakalı şeklinde uzadı.
Üstelik rengi de kızıldı.
Yemin ediyorum yalan söylemiyorum.
Tel gözlüklerim de mizanseni tamamlıyordu.
Olan olmuş, bu kitapları okuya okuya bir anda Troçki'nin genç haline dönüşmüştü suratım.
Neyse ki hem manevi hem de fiziksel olan bu kriz kısa sürede geçti.
Titredim kendime geldim.
Ama insanın ádeti zor değişir derler ya, bugünlerde de tam tersine evrim geçirmeye başladım.
Şu aralar suratım Himmler'in aşırı şişmanlamış haline benziyor.
Hayat çok acımasız, değil mi?
***
Son deprem olaylarından sonra da aynı tuhaflığı yaşıyorum.
Vücudumda tuhaf bir titreme başladı.
Yani bu her an olan bir şey değil, zaman zaman aynen deprem oluyormuş gibi titriyorum ama etrafa bakınca her şey sakin gözüküyor.
Aslında bu duruma son 24 saattir alıştım.
Ama alışmadan önce tuhaf şeyler de yaptım.
Örneğin masanın başında yazı yazıyorum, bu titreme başlıyor, kendimi masanın altına atıp yere oturuyorum.
Beklerken, yardımcımız odayı temizlemek için içeriye giriyor ve ‘‘Hayrola Serdar Bey, neden masanın altındasınız, bir şey mi kaybettiniz?’’ diyor.
Gel de durumu mantıklı bir çerçevede izah etmeye çalış.
***
Veya gece evde yemek yiyoruz.
Ben bir anda her şeyi bırakıp, doğruca kapı eşiğinin altına geçip orada durmaya başlıyorum.
Birden orada tek başıma kaldığımı hissediyorum.
Rana gayet sakin yemeğini yemeyi sürdürüyor.
Bence titreme o kadar bariz ki onun da bunu hissetmemesi mümkün değil ama hissetmiyor işte.
Sonra bana bakıp, alay ediyor benimle.
Bazen uzun süre de gülüyor yüksek sesle.
Kızıyorum ama çok da haksız değil.
Orta yaş bana kızgınlıklarımı kızdığım insanın perspektifinden olaylara bakarak atlatmayı öğretti.
Düşünsenize onun o anda gördüklerini.
Adam şaşı bir şekilde yemek yiyor.
Sonra aniden şortlu çarpık bacağıyla kapı eşiğine kararlı adımlarla gidiyor.
Ve orada beklemeye başlıyor.
Şortunun üzerinden göbeği sarkmış, panik halinde olduğundan şaşılığı iyice artmış.
Şort göbeğini biraz kapasın diye onu iyice beline çektiğinden görünümü de o Amerikan pilaj komedilerindeki hiçbir seksüel deneyimi yaşayamadığından gözü dönmüş, şişko ve büyük ihtimalle de aptal olan adamlardan bir tanesine tıpatıp benziyor.
Ben olsam ben de gülerdim ve hatta ‘‘Aman Allahım ben bu hatayı nasıl da yaptım, ben bu adamla neden evlendim, neden bana bu cezayı verdin’’ diye de hayatı sorgulardım bir güzel.
***
Şimdi doğru oturalım doğru konuşalım.
Bu ya feci bir fiziksel hastalığın başlangıcı ya da deprem nedeniyle önemli bir ruh hastalığı geçirmekteyim.
Meseleye objektif kriterlerle baktığımızda durum böyle, yapacak bir şey yok.
İkinci olasılık daha fazla, çünkü 17 Ağustos depreminden sonra da aynı şey oldu, sonra bir ara New York'a gittim titremeler geçti.
Fark ettiğim bir şey de bu titremelerin yatağa uzanınca geçmesi.
Ama bu da rahatlamam için yeterli değil, çünkü bu kez de Rana'nın durumu devreye giriyor.
Gece olan hemen her sesi deprem olarak yorumlayıp uyanabiliyor.
Eh, bizim evde de iki kedi var ve onlar gece oyun oynama meraklısılar, bilmem durumun vahametini anlatabiliyor muyum?
Durum böyle olunca bütün gün çeşitli aralıklarla titreme krizleri yaşadıktan sonra geceyi de 15 dakikada bir hane halkını gerçekte deprem olmadığı konusunda ikna çabalarıyla geçiriyorum.
Anlayacağınız İstanbul'da çok mutluyuz ama çok!!!!!
Paylaş