ÇKP bir diğer ulusal düşmana daha savaş ilan etmiş. Bu düşmanın adı Çince’de diaosi. Tercümesi biraz zor, en zararsız ifadeyle ‘erkek cinsel organı kılı’ anlamına geliyormuş. (Bizde de böyle kıllar var ama mevkileri farklı.)
Bu küfür, önceleri internette ve sosyal medyada ‘büyüyen ve kazanan Çin’de (kısaca Yeni Çin diyelim) kendine bir yer bulamayan, köşeyi dönemeyen, bal tutup parmağını yalayamayan, yahut bal tutanların uygun bir yerini yalayamayan ‘beceriksizleri, ezikleri, tembelleri’ aşağılamak için kullanılmış.
Ancak kızıl-trollerin kampanyası ters tepmiş. Para, zenginlik, mevki ve iktidar peşinde koşmayı, yani iktidar partisinin düzenini reddeden; köşeleri tutup ülkeyi babasının malı gibi yöneten, talan eden komünist rejim artıklarından tiksinen Çin gençliği, “Hepimiz diaosi’yiz” diye bu tanımı benimsemiş.
Böylece bir karşı-kültür oluşmuş ve diaosi benzetmesi iktidar yalakalarının ağzında küfürken bir iltifat haline gelmiş. Medya ve marketing bile bu etiketi kullanır olmuş. (Bakınız ‘Çapulcular’)
Hürriyet İK’nın 1.000’inci haftadönümünü vesilesiyle İK profesyonellerine sorduk “Bu 1.000 haftada neler değişti?”
Yapıcı-iyimser insanlar oldukları için, İK dünyasında yaşanan olumlu değişimleri anlattılar.
Ben de, yapıcı-kötümser bir insan olarak, ‘Gamlı Baykuş’ şöhretim zedelenmesin diye (bu konuda yayın yasağı getirdim, dermişim), geriye dönüp size, geçen bu zamanda asla değişmeyen ve kolay değişmeyecek konulardan bir iki sual sorayım.
*Mesela ‘kifayetsiz muhterisler’ diye bir tanım atmıştım ortaya. İhtirası, bilgisini, becerisini ve haddini kat be kat aşanlar. Ama bunlar, kendi hallerine bıraktığınızda ne kadar dibe düşeceklerini bildikleri için, yerlerini korumak ve hatta yükselmek için yapmayacakları pislik yoktur, demiştim. (3.11.2008)
Geçen zaman beni haksız çıkardı mı?
Mensubu olduğum millete çok kakırdığım için, hazır bu yazı da elime geçmişken, bu seferlik de bir meziyetini anlatayım namıssızın!
*
Yılmaz Erdoğan’ın filmi Vizontele’yi hatırlarsınız. Filmde 12 Eylül öncesi solcu diye Şark hizmetine gönderilmiş, yani sürülmüş, kütüphanesi olmayan bir kasabaya kütüphane müdürü diye tayin edilmiş bir memur vardı.
Köylüler bu Tanrı misafiri aileyi çok güzel ağırlıyorlar, bağırlarına basıyordu. O kadar ki, müdürün (kocasının solculuğundan çok çekmiş, söylenip duran) karısı, bir sahnede, evini açan köylü kadına teşekkür ediyordu (sözler aklımda doğru kalmamış olabilir):
- Acaba işe gidiş geliş süresi mesaiden sayılır mı?
Ne yazık ki hayır! Ne yazık ki, diyorum çünkü cevap vermek için düşünürken küçük bir hesap yaptım: Gazeteye gelip giderken günde asgarî 2 saatim trafikte geçiyor. Bazen 3-3,5 saat de oluyor ama ortalama 2 diyelim. Haftada 6 gün çalışıyorum, eder sana 12 saat. 4 haftada 48 saat. Demek ki, bu garip, 4 gün çalışmak için artı 1 gün yol yapıyor. Hem de Türk sürücülerle. Yani mesaiden sayılsa, yıpranma payı da verilse, köşe olmuştum şimdi.
- Şirket doktoruna gittim, şikayetime ‘kış deprasyonu’ teşhisi koydu. Neden olur, diye sorunca ‘Bana değil, git İK’ya sor’ diye fırça attı. Niye İK? Anlamadım.
Kış depresyonu (deprEsyon bu arada, deprAsyon değil) kimi Türk şirketlerinin çalışanlarında görülen bir kronik mevsim hastalığıdır yavrucuğum. Takvim yılının son 2 ayında depreşir. Bulimiya nevroza krizine giren yöneticiler, personel çıkarma işini eşekçe yaptıkları için çalışanların tamamını strese sokarlar. Genelde yılbaşı kazasız belasız atlatılınca, işten çıkarmalar durulur, ortalık sakinleşir.
- Serdar abi, iyi de ‘bulimiya nevroza’ ne demektir, ben daha onu bilmiyorum ki!
Rakip sizin gibi bir insansa, iyi kötü eşit şartlarda mücadele edersiniz. Ne bileyim daha çok çalışır, üstlerinize hoş görünür, ötekini kötüler, araya hatırlı birilerini koyar falan artık ne lazımsa yaparsınız. Peki ya işinizde gözü olan süper yetenekli bir robot yahut çok gelişmiş bir bilgisayarsa?
*
Biyoteknoloji alanında çalışacak şirketlere yatırım yapan Hong Kong merkezli risk sermayesi şirketi Deep Knowledge Venture’ın (DKV) yönetim kurulunda artık bir… bilgisayar varmış (1). Yanlış anlaşılmasın, bu bilgisayar yönetim kurulu üyesi ve her üye gibi, rey hakkı var. Adı Vital (Validating Investment Tool for Advancing Life Sciences).
Vital, yatırım uzmanlarının kullandığı cinsten bir bilgisayar değil. Devasa bir veri tabanı ve inanılmaz bir analiz programı kullanarak ‘karar veriyor’ ve yatırımlar konusunda evet veya hayır diyor. Ve bu kararları, gece iyi uyumamak, karısıyla kavga etmek, tuttuğu takımın yenilmesi, toplantıya girerken patronun günaydın dememesi gibi ‘insanî’ duygu ve düşüncelerden de etkilenmiyor.
Genç teğmen, karşısına omzunda mavzer tek sıra dizilmiş erata soruyor:
- Asker, karşında kim var?
- Düşman var komutanııııım!
- Oğlum, yavrum, bak bi’ kere daha söylüyorum: Karşındaki düşman değil, kardeşin, senin kar-de-şin. Anladın mı? Kim varmış karşında?
- Düşman varmış komutanııııım!
Askerin ezberini bozmak kolay değil.
Tabii ki kimse İK’cılara ‘karşında düşman var’ demiyor, benzetmede hata olmasın. Yüz İK’cıdan doksan dokuzu çalışanları mutlu etmek ister ve mutlu çalışanlarla çalışmayı yeğler. Ama öyle şeyler duyuyoruz ki, bazen içimden kimilerine “Arkadaşlar, kraldan fazla kralcı olmayın; karşınızda düşman yok, sizin kardeşleriniz var” diyesim geliyor.
Gomez, ekonomist, strateji profesörü ve Kurumsal Yönetim Enstitüsü’nün müdürü.
Kitabının adını da ‘Görünmez iş / emek / çalışma’ şeklinde tercüme edebiliriz.
Kitapta özetle diyor ki, görevi çalışanları ve yapılan işi organize etmek, yönlendirmek olanlar, artık yapılan işi görmüyor. Tablolara, rasyolara, sonuçlara bakarak karar veriyorlar, yönetiyorlar; ama işi yapanı da, yapılan işi de, işin nasıl yapıldığını da gözleriyle görmüyorlar. (Zaten artık pek çok şirkette iş yapanlarla yönetenler aynı çatı altında bile değil.)
İnsan kaynaklarını değerlendirme durumunda olanlar (hem değer biçmek hem de değer kazandırmak anlamında değerlendirmekten) acizler, çünkü yapılan işe bilgisayar ekranından, tablolardan bakıyorlar. Değerlendirmeleri gereken kaynakların ne olduğunu, nerede olduğunu göremiyorlar. İşin nasıl yapıldığından doğru dürüst haberleri olmadığı için, yaptıkları müdahaleler, aldıkları kararlar yerinde değil.
Serbesti Caddesi üzerindeki bahçeli kâgir evlerden birinde yaşayan, Yeşilköy’ün eski ama mütevazı ailelerinden birine mensup bir beydi. Gözümün önünde bir siluet var gibi ama, hatırlıyor olmam mümkün değil. Adını çıkarsam da burada söyleyemem.
Bir sabah, traş olmak için banyoya girdiğinde evdekilere çıkışmış: “Kim değiştirdi yahu bu aynanın yerini? Neden daha yükseğe astınız, kendimi göremiyorum...”
Aynaya kimse dokunmamış, adamcağızın boyu kısalırmış.
Ne menem bir hastalıksa, hangi sendromsa Allah vermesin, acılar içinde büzülüp, ezilip öldüydü yahut da öleceği konuşulduydu.