Paylaş
Onlara, Türkiye’nin ‘gerçek Kurtuluş Savaşı’nı eğitimde verdiğini; dünyanın pek az ülkesinde ana-babaların bizimkiler kadar büyük bir fedakârlığa katlandığını; kendisi adam gibi okuyamamış kuşakların ‘Benim çocuğum okuyacak!’ diye inatla, insanüstü bir gayret gösterdiğini hatırlatarak, gençlere ‘Ne olur kıymetini bilin!’ diye romantik bir çağrı yapmıştım. (15.09.2002)
Demek ki o günlerde Türkiye’den daha umudumu tam kaybetmemişim, hâla iyi şeyler yapabileceğimize inanıyormuşum.
Belki de kendimi kandırıyormuşum.
*
Hani derler ya, şu kadar bin dolar millî gelire erişmeden bir ülkede demokrasi olmaz diye. Asıl, toplum belli bir eğitim seviyesine erişmeden demokrasi olmaz.
(1) Demokrasiyle ekonomik kalkınma (2) demokrasiyle eğitim (3) ve kalkınma ile eğitim üçlüsü birine bağlıdır. Bu sacayağının bir ayağı bile kısa kalsa, denge bozulur. Gelişemezsiniz. (Para kazansanız da sonradan görmelikten ve ilkellikten kurtulamazsınız.)
Türkiye gibi, ekonomik ve kültürel açıdan henüz demokrasiye hazır değilken, ‘ekzojen’ (dışsal) etkilerle çok partili düzene geçen ülkelerde (mesela Türkiye’nin bu geçişi NATOzoridir, biliyorsunuz) zamana karşı bir yarış başlar. Demokrasi ile fakirlik ve cehalet arasında bir yarış. Geri kalmışlık döneminin mirası hızlı artan nüfusu hem hızla eğitmek hem gelir düzeyini arttırmak gerekir. Bu mucizeyi başaramazsanız, hele hele eğitim savaşını kazanamazsanız, demokrasi yarışı kaybeder.
Çünkü eğitimi ve demokratik kültürü yetersiz ama ülkeyi yönetecekleri seçme hakkına sahip olan halk (ki Türkiye’de zaten bireylerin kafa ve aile yapısı tamamen anti-demokratiktir) demokrasiye, hukukun üstünlüğüne falan sahip çıkmaz. Yani bu olumsuz-döngüde, demokrasi (daha doğrusu serbest seçimler) de demokrasinin aleyhine işler. Zenginler ve muktedirler ise daima demokrasiyi (faşizan bile olsa) istikrara feda etmeye hazırdırlar. (Bakınız 12 Mart, 12 Eylül)
*
Uzatmayayım. ‘Millî’ sıfatı giderek sırıtan eğitim hakkında; bu eğitim düzeninin gençleri yarına hazırlama kapasitesi hakkında ne düşündüğümü biliyorsunuz. Yama tutmayan sistem yıkılıp baştan yapılmadıkça (ki bu kafayla imkansız) devlet diplomalı işsizler üretmek için vatandaşın vergileriyle, ana babalar da çocukları cahil kalsın diye ceplerinden trilyonlar harcamaya devam eder; daha nice nesiller sadece gereksiz değil, absürt bir yarış içinde çocukluklarını ve gençliklerini yaşayamazlar, yarının işsizleri veya mutsuz çalışanları olmaya mahkûm edilirler.
Hasılı 2014-2015 eğitim yılı bu sene de vatana millete hayırlı olsun!
Not: Daha önce de önerdiğim gibi, Fransızca bilenleriniz, 23 Ağustos 2012 tarihli Nouvel Observateur’de yayımlanmış, Laurent Joffrin imzalı ‘Notre nouvel ennemi: la démocrature’ yani ‘Yeni düşmanımız: demokratörlük’ başlıklı yazıyı okuyabilir.
Ve Türkiye’nin değişmeyen gerçek gerçeği
(Yukarıda sözünü ettiğim yazıdan, güncelliğini hiç kaybetmeyecek bir bölüm...)
Hafta sonunda bir hipermarkete gittik kızımla, defter kalem almaya.
Çocukların aklı gidiyor tabii, birbirinden güzel, kalın kalın ciltli, rengarenk defterler, çeşit çeşit kalemler, kalem kutuları, ataçlar, cetveller, Harry Potter kapaklı klasörler...
Ama öğrenci başına 14-15 defter lazım. Sonra bunun kalemi, silgisi, cetveli de var.
Durun daha, kitaplara da gelecek sıra...
Dünyanın parası.
Kızım “Baba iyisinden olsun, şu kalın kapaklı defteri alayım” dedi.
Beğendiği defterin tanesi 9 milyon lira. (9 TL)
Yüzümdeki ifade beni ele verdi demek ki :
“İki ucuz defter alacağıma, bir tane bunu alayım, ilk yarısını bir derse, ikinci yarısını başka derse kullanırım” diye düzeltti.
“Eh al bakalım” derken, hemen yanımda alışveriş yapan bir ana kızın konuşmaları kulağıma çalındı.
12-13 yaşlarındaki kız çocuğu, başörtülü anacığını ikna etmeye çalışıyordu:
“Ama anne daha ne yapabilirim ki? Öğretmen 4 ortalı defter al dedi. Almak zorundayım. “Ucuzunu al” dedin, en ucuzu bu! Buna da mı paramız yok yani!”
Kızımı bırakıp hızla uzaklaştım. Marketin beni kimsenin göremeyeceği bir köşesine kaçtım.
Aaah cennetlik analar babalar!
(Hürriyet-interet,15.09.2002)
Paylaş