Madem ki Küçük Prens bir alegorik kitaptır, herkes farklı gözlüklerle okuyup, farklı anlamlar çıkarabilir, öyle iddia edilir, o halde kitabı bir de ‘insan kaynakları gözüyle’ okumaya çalışalım, dedim, çalışma hayatıyla, insan kaynakları yönetimiyle, genelde insan ilişkileriyle ilgili bir şey çıkar mı, bakalım…
*
Tabii konuşma daha uzundu ama burada kitabı bir iki cümleyle özetleyeyim, sonra İK ile ilgili çıkarımlar yapmaya çalışacağım.
Yazar bir pilottur. Uçağı arızalanınca mecburî çöle inmiştir. Yanında tuhaf giyimli bir küçük çocuk belirir. Çocuk pilottan kendisine ‘bir koyun çizmesini’ ister. Ancak endişelidir, koyun çok ot yer mi (çünkü benim yaşadığım yer çok küçük), dikenine rağmen benim gülümü yer mi? diye sorar. Sonra, farklı bir dünyadan geldiğini, burada büyüyüp gezegeni ele geçirmemesi için baobop ağaçlarının fidelerini söktüğünü anlatır. Kendini beğenmiş bir gülü vardır ama onu çok sevmektedir, bıraktığı için pişmandır. Dünyaya kadar yaptığı yolculukta, farklı gezegenlerde karşılaştığı tuhaf insanları anlatır. Gezegenine, gülüne geri dönmek istemektedir. Ama bedenini geri götüremeyeceğini düşünür. Bu yüzden kendini bir yılana sokturarak bedenen ölmeye karar verir. Kitabın son bölümünde bu olayın üzerinden 6 yıl geçmiştir, yazar, uçağı tamir edip evine dönmüştür. Ama Küçük Prens’i unutamaz. Her gece gökyüzüne bakar, küçük dostunun ona hangi yıldızdan gülümsediğini bilmediği için, Küçük Prens’in söylediği gibi, bütün yıldızlar ona gülümser. Ve her gece kendi kendine aynı soruyu sorar: “Evrenin bilmediğimiz bir köşesinde, hiç görmediğimiz bir koyun, bir gülü yedi mi, yemedi mi?” Siz de aynı şeyi yapın, der okurlarına, “Hiçbir büyük insan bunun ne kadar önemli olduğunu asla anlayamaz…”
(1) Projenin ne zaman ve nasıl sona ereceğini baştan planlamak gerekir.
Mesela Türkiye 1981’de Atatürk’ün 100’üncü doğum yılını döve döve kutladı (çünkü iktidarda pek hevesli bi darbeci paşamız vardı). Okulların ve kamu binalarının üstüne ‘Atatürk 100 Yaşında’ diye yazılar asıldı. Ancak emri verenler o yazıların ne vakit indirileceğini söylemeyi akıl etmemişlerdi. Yıl oldu 1982, 1983 hâlâ Atatürk 100 Yaşında. Ama o tabelayı kaldırmak zor (o zamanki faşizm militarist idi) okul müdürleri, daire müdürleri bir müddet vaziyeti sondaki 0’ın üstünü boyayarak ‘Atatürk 101 yaşında, 102 yaşında…’ diye idare ettiler; sonra çaktırmadan, ağır ağır o yazılar indi.
(2) Keza, olur da proje cortlarsa, ne yapılacağını da ta baştan düşünmek gerekir.
Mesela patronculuk oynayan patronların; şirketin ne iş yaptığından haberi olmayan CEO’ların; işi göz boyamaktan, yapar gibi yapmaktan ibaret yöneticilerin ve arada tek tük iyi niyetli, heyecanlı ama iş bilmeyen saftiriklerin etkisiyle başlatılmış ve arkası gelmemiş ne çok ‘müthiş proje’ yahut ‘dönüşüm’ vardır ki baştakiler bir müddet sonra nasıl unutturacaklarını bilememişlerdir.
Peşinen söyleyelim, yazarınız kuantum fiziğinden tek kelime anlamaz ve fakat gene de burada sözü edilen kuantum, harbi kuantumdur, öyle yaşam koçlarının dandik kuantumuyla alakası yoktur. (Bu arada, bu dandik kuantumu, fizikteki kuantum kadar da anlamadım.)
Kuantum mekaniği üzerine çalışmalarıyla 1932 yılında Fizik Nobeli alan, 20. yy’ın en önemli fizikçilerinden Alman Werner Karl Heisenberg (1901-1976) günlük dilin ‘atom seviyesindeki gerçekliği’ anlatmak için yetersiz olduğundan ve bu yüzden metaforik bir dil kullanmak zorunda kaldığından yakınırken, “söyleyemediğimiz şeyi gene de söylemeye çalışmalıyız” der.
Muhtemelen bu öneri, gene 20.yy’ın en önemli matematikçilerinden ve filozoflarından Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’in (1889 –1951) “Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayanları da susmak gerekir” şeklindeki meşhur önerisine cevaptır.
Haydi bir üçüncü öneri daha aktarayım. Wittgenstein’e bir cevap da Fransız filozof Jacques Derrida’dan (1930-2204) gelir: “Söyleyemediğin şeyi asla susmak değil, yazmak gerekir.”
Daha önce aynı şeyi Hürriyet-internette yazdım gerçi. Ama aradan geçen on küsur yılda bir iyileşme yok. Aksine, mevcut iktidarın kadına bakışıyla daha da kötüye gidiyor.
Medyada yayımlanan reklamlara; e-postama düşen mesajlara, gelen Tweet’lere bakıyorum da; Türkiye’nin çok geniş bir kesimi ‘anne’ye hâlâ bir kadın, bir insan olarak değil, bir hizmetçi gözüyle bakıyor.
(Tabii ki ‘hizmetçi’ kelimesini en küçük bir küçümseme notu olmadan kullanıyorum.)
*Reklamcıların ‘A-B Grubu’ diye bir palavrası vardır. Güya üst gelir grubu tüketicilerdir bunlar.
Center for Economic Policy Research tarafından yayımlanan ‘Din ve Yenilik’ adlı bir makalenin sonucu gerçekten ilginç: “Dindarlık ve yenilik arasında çok açık bir negatif korelasyon mevcut; bireysel seviyede de, toplumsal seviyede de…”
Yani, dindar bireyler ve toplumlar, yeniliğe ve inovasyona daha kapalı oluyorlar, diyor kısaca.
*
100 kadar ülkede 400 bin kişilik (dev) bir denek kitlesiyle araştırmalar yürüten World Values Survey adlı kuruluş, 1980 ile 2005 arasında 5 kere tekrarlanan bir anket yapmış. Dünya nüfusunun zengin-fakir yüzde 90’ını temsil eden bir araştırma.
İnsanlara, dinî inançlarını ölçmek için, dinin emirlerini ne kadar yerine getirdikleri, tanrının ve dinin hayatlarında ne kadar yer tuttuğu, belli konulardaki inançları ile ilgili bir dizi sual sorulmuş. Yenilik ve inovasyona açıklar mı, mesafeliler mi, karşılar mı, bunu ölçmek için de “bilim ve teknoloji sayesinde daha iyi bir dünyada mı yaşıyoruz?”, “yaratıcı olmak, riske girmek, hayatına heyecan katmak önemli midir?”, “çocuğunuzun yaratıcı olması, fikren bağımsız olması, fikri takip sahibi olması sizin için ne kadar önemli?” gibi sualler sorulmuş.
Analitik zekâ, okulda lazım olan, problem çözmeye yarayan ve (belirlenmiş kalıp sorulara tek cevap isteyen) klasik zekâ testleriyle ölçülmeye çalışılan zekâdır.
Yaratıcı (sentetik) zekâ, mevcut bilgi ve yeteneklerini kullanarak, yeni ve alışılmadık durumlara başarılı cevaplar üretmeye yarayan zekâdır. Yaratıcı zekâsı yüksek olan insanlar yanlış cevaplar verebilirler, çünkü soruna farklı bir açıdan bakarlar, diyor Sternberg.
Pratik zekâ ise insana, mevcut bilgi ve yeteneklerini kullanarak günlük hayata uyum sağlama becerisi verir, belli bir durumda nasıl davranmak gerektiğini söyler. Ve böyle davranmasını sağlar. (1)
*
İki günde ancak bitirebildim. Yaşamın ya da askerî diktatörlerin ayırdığı insanların yeniden buluşma, kucaklaşma heyecanını anlatıyor. Zor günlerin pekiştirdiği ve kıymetini arttırdığı dostlukların, sevgilerin gücünü. Bu ayrılıkların arasında elbette ölüm de var. Ancak Güney Amerika’da ölüm doğal olduğu kadar doğaüstüdür de.
Eduardo Gleano kitabının sonlarında şöyle diyordu:
“Ben artık yok olduğum zaman da rüzgâr var olacak ve var olmayı hep sürdürecek.”
Akşamın bir saati kitabı bitirdim, başucuma koydum, o anda bir tweet uyarısı geldi:
Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano öldü.
Ancak, ailenin ekonomik durumunun çocuğun eğitimine etkisi bununla da kalmıyor. Nature Neuroscience dergisinde yer alan bir makale ‘ana-babanın gelir seviyesiyle çocuğun beyin kıvrımları arasında bir korelasyon olduğunu’ gösteriyor. Beyin kıvrımları da haliyle çocuğun anlama, öğrenme, düşünme kapasitesini etkiliyor.
Güney Carolina Üniversitesi’nden Elizabeth Sowell ve ekibi, yaşları 3 ila 20 arasında değişen 1.099 birey üzerinde bir çalışma yürütmüşler. Çeşitli zeka testleri uygulanan deneklerin beyin morfolojisi MR (Manyetik Rezonans) ile görüntülenmiş. Genetik testlerle etnik kökenleri incelenmiş. Ana-babalarının gelir ve varlık durumu incelenmiş.
Özet sonuç: “Ailenin geliriyle çocuğun beyin yüzölçümü arasında logaritmik bir ilişki mevcut.”
Tercümesi: Fakir ailelerde, küçük gelir farkları, çocuğun beyin yüzölçümünde görece büyük farklara sebep olurken; zengin ailelerde aynı orandaki gelir farkları, çocuğun beyin gelişiminde daha küçük farklara sebep oluyor.