Paris’te bir okul var, genç olsam, işi gücü bırakır gider, burada master yapardım: Ecole de Guerre Economique, Ekonomik Savaş Okulu…
Ekonomi savaştır.
Makro düzeyde, devletler arasında, topyekün savaşın silahsız aşamasıdır. (Zaten her askerî ve terörist savaşın arkasında her zaman ekonomik çıkarlar vardır. Yani silahlı savaş, ekonomik savaşın ileri bir safhasıdır.)
Savaş, şirketin içinde değil, dışındadır.
Savaş deyince sert kaçıyor belki ama…
Bizim gazetelerin itibar etmeyeceği kadar ilginç ve güzel bir haberdi. Le Monde neredeyse bir tam sayfa ayırmıştı. Başlık, ‘Guam Adası 2 milyon yılan tarafından istila edildi’ diyordu.
Özetlemeye çalışayım:
1940’larda yabancı bir gemiyle adaya geldiği tahmin edilen boiga irregularis cinsi yılan (ağaçlarda yaşayan, boyu 2 metreyi bulan, insanı öldürmese de zehirli, sarı bir yılan türü) adayı işgal etmiş.
50 yılda sayıları 2 milyonu bulurken, adadaki endemik (adaya has) 13 kuş türünden 10’unun, 3 kertenkele türünün ve bir çok yarasa türünün soyunu tüketmiş, biyoçeşitliliği yok etmiş. Bu türler, adada doğal olarak bulunmayan bu düşmanı tanımadıkları için, yuvalarını korunaksız yere yapıyorlar, yılan da yumurtalarını ve yavrularını yiyormuş.
(Bu arada unuttum söylemeyi: Guam, ABD’ye ait Pasifik’te bir özerk ada. Yüzolçümü 500 km2, nüfusu 160 bin.) Tabii insanların yataklarına kadar giren yılanlar, adanın geçim kaynağı olan turizme de sekte vuruyormuş.
Ben ekonomi öğrencisiyken, 1970’li yıllarda, dünyanın en büyük bankasıydı. Finans ve bankacılık sektörüne yeni teknolojileri sokan, kredi kartının mucidi bu bankaydı. 1980’lerin başında korkunç bir kriz geçirdi, batmaktan zor kurtuldu.
O yıllarda ekonomistler, bankanın içine düştüğü krizin ‘aşırı riskli krediler’den kaynaklandığı görüşündeydiler. Kredi satıcıları (galiba müşteri temsilcisi yahut kredi danışmanı diyorlar şimdi) çok riskli müşterilere yüklü miktarda kredi vermişlerdi. Özellikle de - hava şartlarına ve ‘canlı’ya bağımlı olduğu için bizatihî riskli bir sektör olan - tarım ve hayvancılık sektörüne.
Bu tutumun da birbirini tetikleyen iki açıklaması vardı:
(1) Aşırı performans baskısı ve (2) kredi satıcıları arasında çalışan devir oranının (turnover) çok yüksek oluşu. (Aklımda yüzde 30’lar gibi korkunç bir rakam kalmış, doğruysa.)
Zaten (2) büyük ölçüde (1)’in bir sonucuydu. Kredi satıcıları ya yoğun performans baskısı karşısında kaçıyorlardı, ya da başarılı olanları rakipler kapıyordu.
(Bu arada günümüzün kalitesini ve seviyesini hatırlatmak için söylüyorum : Google’da Ricardo diye ararsanız sadece Ricardo Caresma adında bir topçu çıkıyor. Smith diye ararsanız bir tabanca markası. Bir tek Keynes kurtarıyor durumu, o da aynı adı taşıyan bir ‘reality show ünlüsü’ çıkana kadar…)
*
Schumpeter (1883-1950) biraz gürültüye gitse de, 20.yy’ın en önemli ekonomistlerinden biridir. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı temel eserinde ‘yaratıcı yıkım’ (creative destruction) diye bir kavramdan söz eder.
Yeni girişim(ci)ler ve inovasyon sayesinde kapitalist sistemin sürekli bir devrim ve değişim yaşadığını; yeni üretim faktörlerinin eski faktörleri yok ettiğini ve yerine yenilerini yarattığını söyler.
Dünyanın en büyük uçak üreticilerinden biri, yüz milyonlarca dolar harcayarak yeni bir uçak geliştirmiş. Ancak ilk deneme uçuşunda, iki kanat da kökünden kopmuş. Mühendisler aylarca çalışmışlar, sorunu bulamamışlar. Son çare, CEO bütün personeli toplamış, ofisboydan mali işler müdürüne, hukuk başmüşavirinden temizlik işçisine ‘Herkes fikrini söylesin, en aykırı öneriyi bile dikkate alacağız’ demiş. Gelen öneriler tek tek değerlendirilmiş, hiç biri işe yaramamış, her seferinde uçağın kanatları tam dibinden kopuyormuş. Çaresiz, çok abuk sabuk bulunduğu için sona bırakılan öneriyi de uygulamaya karar vermişler: ‘Kanatların tam gövdeyle birleştiği yere delikler açalım’. Hikaye bu ya, bilgisayar simülasyonunda, sonra makette, prototipte… öneri işe yaramış, kanatlarının dibi delik olan uçak bütün testlerden başarıyla geçmiş. CEO coşku içinde herkesi tekrar toplamış, müjdeyi paylaşmış, ‘Bu öneriyi kim yaptıysa lütfen kendini tanıtsın’ demiş. Uzun bir sessizlik olmuş, derken en arka sıralardan biri, üstünde mavi iş önlüğü, elinde süpürge ve faraş, utana sıkıla, arkadaşlarının arkadan iteklemesiyle öne çıkmış. Adamı kucaklamış CEO, herkesi alkışa davet etmiş.
“Arkadaşım hangi bölümde çalışıyorsun sen?” diye sormuş.
“Tuvaletleri temizliyorum efendim” demiş yaşlı adam.
“Öyle mi, peki şirketimizi iflastan kurtaran bu dâhiyane fikir nereden geldi aklına?”
“Ekonomik süzülme” (trickle down economics) diye bilinen bir kuram vardır. Liberallerin uydurmasıdır. Özetle şöyle: Aşırı zenginlerin gelirleri, eninde sonunda, ya tüketim ya da yatırım, özellikle de tasarruf yoluyla tekrar ekonomiye akar (onun için ‘süzülme’ benzetmesi kullanılır); böylece ülkenin ekonomik etkinliğine ve istihdama doğrudan veya dolaylı şekilde olumlu katkısı olur. (Bu kavram özellikle çok kazananlardan az vergi alınmasının ulusal ekonomi için hayırlara vesile olduğu yalanını halka yutturmak için kullanılmıştır.)
İşte bu liberal kuram, bizzat liberal ekonomilerin jandarması Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ekonomistleri tarafından çürütüldü.
15 Haziran’da yayımlanan ‘ekonomik eşitsizliğin sebep ve sonuçları’ konulu araştırma en zengin yüzde 20’nin servetiyle ekonomik kalkınma arasında ‘ters orantılı bir korelasyon’ olduğunu ispat ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti laiklik konusunda Fransa’yı örnek almıştır. Model de, modelin bizdeki uygulanış şekli de tartışılabilir, konumuz bu değil. Son 12-13 yıldır Türkiye’yi yönetenlerin laikliğe bakışları ise müphem. Daha doğrusu ‘gün gibi bedid’ de neyse, konumuz bu da değil.
ABD’nin din ile ilişkisi çok farklıdır. Okullarda genellikle, bizim ‘Türküm, doğruyum’ misali, bayrak törenlerinde bayrağa ve temsil ettiği Cumhuriyet ile ‘Tanrı’nın buyruğu altında, bölünmez millete’ bağlılık yemini edilir. ABD seküler bir devlet değildir. Toplum, Avrupa kıtasından çok farklı bir şekilde, iliklerine kadar dindardır. Keza, Amerikan dolarının üzerindeki ‘In God We Trust’ (Tanrı’ya güveniyoruz) sloganı da çok geyiğe konu olmuştur.
*
İncil’de “Kimse iki efendiye birden kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya birine bağlanıp öbürünü hor görür. Hem Tanrı’ya hem Mammon’a kulluk edemezsiniz” denmiştir. (Matta 6:24 – Luka 12:33-36) Mammon, Aramice’de ‘zengin’ anlamına gelir. Maddî varlık, zenginlik, mal edinme hırsı anlamında kullanılır, bir kötü tanrı şeklinde remzedilir.
Zaten en iyi dalgıç da sizsiniz, en güzel filmi de siz çektiniz.
Aferin size.
Üstelik o kadar alçakgönüllüsünüz ki, bu yaptıklarınızı ne duyduk ne gördük…
(Tabii her zamanki gibi, kurumsal şirketlerden değil bizim alaturkalardan söz ediyoruz, ezici çoğunluktan yani.)