Anadol kamyonetimin direksiyonuna oturur, o bakkal senin bu market benim mal satardım. Bebek, Etiler gibi daha o zaman da ‘elit’ semtler olsun; Kuştepe, Cendere gibi o dönemde izi yolu olmayan gecekondu mahalleleri olsun, haftanın 4-5 günü servise çıkardık.
Utanarak itiraf ediyorum ki, edepsiz yahut en azından pimpirikli müşteriye gösterdiğimiz itinayı, efendi ve sessiz esnafa göstermezdik. Adam gibi ödeme yapmaları kaydıyla elbette (ödemeyi kasıtlı geciktiren, çok uzun vâdeli çek veren, hele hele çekini vâdesinde ödemeyenlere haliyle ‘özel muamele’ çekerdik), çekindiğimiz müşteriye verdiğimiz mala daha bir dikkat ederdik.
Ayıp tabii, biliyorum. (Gerçi bir yere kadar mazeretimiz vardı, çok zor bir mal satıyorduk.) Ama insanoğlu böyledir işte... alçaktır.
*
(Aslında bu konuda sebep-sonuç ilişkisi müphem. Daha doğrusu bir kısır döngü, bir beterleşme söz konusu. Kural tanımayan, ilkel, egoist, karşısındakinin hakkına saygısız hatta mütecaviz olan kötü İstanbul sürücüleri trafiğin canına okuyor, ve trafik içinden çıkılmaz hale geldikçe daha da zıvanadan çıkıyor ve bu da trafiği... vs, vs!)
Lafı uzatmadan evvel diyordum ki, büyükşehir insanları kafayı yemiş durumda. Uzmanlar, benden daha bilimsel konuşmak durumunda oldukları için 'büyük şehirler insanların akıl sağlığını olumsuz etkiliyor ve özellikle anksiyete ve depresyona sebep oluyor' diyorlar.
Ancak (kalabalık, trafik, ulaşımda kaybedilen zaman gibi şiddetle muhtemel varsayımlar dışında) büyük şehirlerin akıl sağlığına neden olumsuz etki yaptığı bilimsel açıdan bilinmiyor.
Amerikalı araştırmacılar işte bu konuda bir ipucu bulmuşlar.
Kaliforniya’da kadınlı erkekli 38 deneği 2 gruba ayırmışlar. Birinci grup şehrin göbeğinde, ikinci grup ise kırsalda 90 dakikalık bir yürüyüş yapmış. Birinciler gezintinin bir işe yaramadığını, ruhsal durumlarında bir değişiklik olmadığını söylerken, ikinciler ‘negatif düşünceleri kafamızdan attık’ demişler.
Tabii bilimsel araştırma bu kadarla sınırlı değil. Deneklerin beyin MR’ı da çekilmiş ve görülmüş ki, doğada gezenlerin beyninde subgenual prefrontol korteks (hı?) bölgesinin faaliyeti, şehirde gezenlerden çok daha düşük. Kafamızda evirip çevirdiğimiz karamsar düşünceler, endişeler, beynin bu bölgesini harekete geçirirmiş.
Kötü düşünceleri sürekli kafada evirip çevirmek (yani ‘kurmak’) mental sorunların başlıca sebeplerinden biri imiş.
Amerikan National Academy of Sciences’ın dergisi Proceedings’te yayımlanan bir bilimsel makalede bu önbulguları değerlendiren uzmanlar diyorlar ki, ey büyükşehirliler, bırakın antidepresana servet yatırmayı (bunu ben ekledim), doğada bir güzel yürüyüş yapın, aklınızdaki olumsuz düşüncelerden kurtulun.
Maslow, insanların temel ihtiyaçlarını bir sıraya dizer ve piramit olarak gösterir.
Piramidin tabanından başlayarak bu temel ihtiyaçlar şunlardır:
1- Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, uyuma, ve diğerleri - ki bizde bu ‘diğerleri’ (!) gelişmiş toplumlardan biraz daha ağır basar.
2-Güvenlik ihtiyaçları: Fizik güvenlik (belli kalkış ve yatış saatleri, uygun bir ısı, rahatsız etmeyen bir gürültü düzeyi vs), ekonomik güvenlik (iş güvenliği, sözleşme, sosyal haklar vs), duygusal güvenlik (madem ki konumuz İK, sözüne güvenilir ve karşısındakine saygı gösteren bir yönetici mesela).
Aklıma gelen iki meziyetten. Yer durumundan iki tane. (Tabii ki başarının şartı olan özellikleri külliyen beğendiğimi söylemek istemiyorum. Eleştirdiklerim de var. Ayrı konu.)
Zamana hâkimiyet
Sıfatları doğru seçememiş olabilirim: Çok çalışan insanlarla, kesif çalışan insanları birbirinden ayırmak gerekir. (Çok iş yaparmış gibi yapanlar konumuz dışında, gerçekten çalışanlardan söz ediyorum.)
Farkı şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Her ikisi de 8 saat başını kaldırmadan mesai yaptığında, birincisi 1 jul iş yapıyorsa, ikincisi mesela 2 jul iş çıkarıyordur...
Pindar (İ.Ö. 518-438) zamanın krallarına, prenslerine hitaben methiyeler yazmıştır. Ama bu şiirlerinde cesaretle, açık yüreklilikle ve dozunu kaçırmadan (yani kelleyi kaptırmadan) çağının muktedirlerine tavsiyelerde bulunmaktan, hatta ders vermekten de kaçınmamıştır.
Siraküza tiranı 1.Hieron’a hitaben yazdığı bir şiirde (Pykhia, 2:72) şöyle der:
“Neysen o ol, öğrendiğin zaman...”
Bu dizenin anlamı özetle şudur:
“Ben, Pindar, sana kim olduğunu öğrettikten sonra; gerçek kimliğini, kişiliğini ortaya koy...”
Sonuç kısmında şöyle deniyor:
“2000 yılından sonra empati duygusunda çok büyük bir düşüş gözlemledik. Bugünkü gençlerin, 20 veya 30 yıl önceki üniversite gençliğine nazaran yüzde 40 daha az empati duygusuna sahip oldukları görülüyor.”
Oysa söz konusu ankette yer alan sorular gençleri pozitif cevap vermeye meylettiren türden.
Mesela: “Sizden daha az şanslı olan insanlara karşı genelde şefkat ve empati duyuyor musunuz?”
Bu yılın teması (tercümesi biraz zor) ‘İşimizi konuşur hale getirelim’ idi.
Özete, işimizi konuşalım, çalışma hayatımızla ilgili yaşadıklarımızı yüksek sesle konuşalım, paylaşalım, tartışma alanları yaratalım... ki, yapılan iş ‘görünür’ hale gelsin, sorunlar, doğru/ yanlış beklentiler, yanlış anlaşılmalar ortaya çıksın... ki yaptığımız işin kalitesini arttıralım.
Yani çalışanlar daha iyi / kaliteli şartlarda çalışsınlar ve daha iyi / kaliteli iş üretsinler...
*
Artık uzun uzun anlatmak istemedim, “Sistemli hataya yönetim biçimi falan değil, aptallık derler. Tabii hata zannettiğin şey, kötü niyet değilse…” demekle yetindim.
6 seneyi aştı, her hafta burada konuşup duruyorum. Bir sonuç beklediğim yok elbet.
Ama bu hafta da farklı bir yöntem deneyelim. Sözün bittiği yerde bazen susmak konuşmaktan daha etkilidir.
Gerçi Kes Sesini Bukowski ! Edebî Küfürler Ansiklopedisi’nin yazarı Pierre Chalmin “Bugün artık susarak küfrediliyor” der ama…