Paylaş
Peşinen söyleyelim, yazarınız kuantum fiziğinden tek kelime anlamaz ve fakat gene de burada sözü edilen kuantum, harbi kuantumdur, öyle yaşam koçlarının dandik kuantumuyla alakası yoktur. (Bu arada, bu dandik kuantumu, fizikteki kuantum kadar da anlamadım.)
Kuantum mekaniği üzerine çalışmalarıyla 1932 yılında Fizik Nobeli alan, 20. yy’ın en önemli fizikçilerinden Alman Werner Karl Heisenberg (1901-1976) günlük dilin ‘atom seviyesindeki gerçekliği’ anlatmak için yetersiz olduğundan ve bu yüzden metaforik bir dil kullanmak zorunda kaldığından yakınırken, “söyleyemediğimiz şeyi gene de söylemeye çalışmalıyız” der.
Muhtemelen bu öneri, gene 20.yy’ın en önemli matematikçilerinden ve filozoflarından Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’in (1889 –1951) “Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayanları da susmak gerekir” şeklindeki meşhur önerisine cevaptır.
Haydi bir üçüncü öneri daha aktarayım. Wittgenstein’e bir cevap da Fransız filozof Jacques Derrida’dan (1930-2204) gelir: “Söyleyemediğin şeyi asla susmak değil, yazmak gerekir.”
Özetle: Söylenebilir ne varsa açık söylenebilir. Söyleyemediğimiz şeyi gene de söylemeye çalışmalıyız. Hâlâ söyleyemiyorsak, o takdirde yazmalıyız.
Burada yapmaya çalıştığım da budur.
Bu benim, “Ya sen delirdin mi? Neler yazdığının farkında mısın?” diyenlere toplu cevabımdır.
Çünkü Pulitzer ödüllü meslektaşım David Remnick’in Lenin’in Mezarı‘nda (‘politikanın gerçeği nasıl unutturduğu’nu anlatırken) dediği gibi:
“Sessizlik düşünceyi boğar. Söylenemeyen şey, sonuçta düşünülmeyecektir.”
*
Ama madem kuantum’dan girdik, devam edelim. Ve âdet olduğu üzere konuyu İK’ya bağlayamasak da iliştirmeyi deneyelim.
Vikipedi, şöyle bir tanım kullanıyor: “Temel parçacıklar, bilinen hiçbir alt yapısı olmayan parçacıklardır. Bu parçacıklar evreni oluşturan maddelerin temel yapıtaşıdır.”
Biz çalışanların ‘çalışma evrenimiz’ olan kurum ve şirketler de (istisnalar hariç) ‘bilinen hiçbir alt yapısı olmayan parçacıklar’dan müteşekkildir. Bunlar, Türk tipi organizasyonların temel yapıtaşını oluştururlar.
Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesi’ ise özetle “bir parçacığın momentumu ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez” der.
Bu prensip, alaturka kurum ve şirketlerin tepe yönetimini oluşturan ‘bilinen hiçbir altyapısı olmayan parçacıklar’ için de geçerlidir. Çünkü ‘dik duran yükselemez, yükselen dik duramaz.’
Yani (istisnalar hariç) Türk tipi organizasyonlarda bir insan hem (dik) duruşunu muhafaza edip, hem yükselemez.
Bu evrende işleyen (ve adını ayan beyan açık olduğu için ‘belirlilik ilkesi’ diye ters yüz edebileceğiniz) fizik kuralı gereği “Sadece eğilip bükülenler yükselebilir: Bir yönetici ne kadar eğilip bükülürse o kadar yükselir; ne kadar yükselirse o kadar eğilip bükülür.”
Seni unutursam, Soma…
Soma faciası unutulmamalı. Siyaset (ve ticaret) tarafından unutturulmasına izin verilmemeli. Sadece Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük iş cinayeti olduğu için değil. Sadece o madende bir sıcak yemek, bir kuru ekmek için ölen 301 madenciye ve geride kalan perişan yavrulara, eşlere, ana-babalara, kardeşlere hürmeten değil. Soma faciası Türkiye’nin gerçeğidir de ondan. Görmezden gelmeye, unutmaya çalıştığımız ilkelliğimizi, insanlıktan çıkmış (daha doğrusu daha insan olamamış) halimizi, bütün ayıbımızı suratımıza vuran bir aynadır da ondan. Ekonomi, politika ve asıl adalet ve eğitim sistemlerimizin içler acısı halinin fotoğrafı, filmi, kan tahlili, röntgeni, MR’ıdır da ondan. Toplumsal ve siyasî ahlâkımızın belgeselidir de ondan. Soma Türkiye, Türkiye Soma’dır da ondan….
Paylaş