Çok sıkıntılı günler yaşıyor, neredeyse her gün, güne olumsuz haberlerle başlıyoruz. Bazen umutlarımız kırılıyor, mutsuz oluyoruz. Bu sadece ülkemize özgü bir olumsuzluk değil aslında. Birçok ülkede terör olayları yaşanıyor. Dünya genelinde bir karmaşa var ve maalesef içinden geçtiğimiz süreç hepimiz için çok olumsuz bir görüntü çiziyor.
Peki ama bu olumsuzlukta bizim için hiç mi umut yok, hiç mi mutluluk yaşamayacağız?
Zaman zaman hepimizin endişelenmesi çok doğal. Özellikle terör olaylarının arttığı, pek çok insanımızı kaybettiğimiz günlerde iyimser bir bakış açısına sahip olmak zor. Ancak zor zamanları karamsar düşüncelerle ya da geleceğe yönelik mutsuz ve umutsuz beklentilerle aşmak da zor. Bu, korkmayacağız, endişelenmeyeceğiz demek değil, korkuya rağmen, umut ededceğiz, dik duracağız ve birlikte olacağız.
Korku, öfke, kaygı, hepimizin yaşadığı duygular. Yönetebilirsek ayakta kalırız. Olumsuz duyguların bizi yönetmesine izin vermemek gerek.
Sağlıklı tutum, olumsuz duygulara rağmen umudu kaybetmemek. Birbirimizi yargılamadan bir arada olmamızı sağlayacak olan da bu duygulardır.
Böyle günlerdir asıl umutlarımıza sarılmamız gereken günler. Biz bir arada, beraberken güçlü olabiliriz sadece. Birbirimizi farklılıklarına göre yargılarsak, dışlarsak ve ötekileştirirsek birlikten, beraberlikten nasıl söz edebiliriz?
Geçmiş yıllarda da çok karışık dönemlerden geçtik. Çok olumsuz yıllar yaşadık ama yaşama ve umuda sarılmaktan hiç vazgeçmedik. Bizim başka ülkemiz yok. Birimizin canını yakan durum, diğer herkesin canını yakan durumdur. Böyle görmek, birbirimize bu düşünceyle sahip çıkmak gerek. Bizi ayrıştıracak ve yıkacak şey, ‘nasılsa benim başıma gelmedi’ demektir, ‘o benim gibi düşünmüyor, oh olsun.’
Demektir. Oysa hepimiz aynı ülkenin aynı havayı soluyan insanlarıyız. O, sen, ben yok; Biz varız. Ülkemizin hangi köşesinde olursa olsun, yiten canlarda hepimizin canı yanmalı. Bir sevinde hepimiz ortak olmalıyız.
Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da bir AVM’de bulunan kozmetik mağazasında yaşandığı iddia edilen skandal tüm Türkiye’yi sarstı. Olayın ayrıntıları sosyal medyada paylaşılınca neredeyse kadın erkek hemen herkes olayın yaşandığı kozmetik mağazalar zincirine yine sosyal medya üzerinden tepki verdi.
Basına yansıyan haberlere göre; 26 Kasım günü lise 3. sınıf öğrencisi B.C. alışveriş yapmak üzere girdiği mağazada, hırsızlık yaptığı suçlamasıyla mağaza müdürü ve AVM’nin iki erkek güvenlik personeliyle beraber bir depoya götürülerek üzeri arandı. Genç kızı neredeyse çırılçıplak şekilde aramalarının yanı sıra, kafasına vurarak ‘hırsız, terbiyesiz’ ithamlarında bulunulduğu da basına yansıyan iddialar arasında yer alıyor. Bununla birlikte, genç kızın ifadesine göre güvenlik görevlilerinden birinin, mağaza yetkilisi hakkındaki ‘Bugün iyi gününde, yoksa buradan kolunuz bacağınız kırık çıkabilirdiniz.’ cümlesi de olay sırasında geçtiği iddia edilen cümlelerden birisi.
Olaydan sonra genç kız durumu ailesine de anlatarak şikayetçi oldu ve 7 Aralık günü, bu olay medyaya yansıdı. Olayın medyaya yansımasıyla birlikte halkın yoğun bir tepkisi oluşmuşken, firmanın yaptığı açıklamada, hırsızlık yapıldığına dair kuvvetli bir şüphe duyulduğunun sebep gösterilmesi, öfkenin daha çok artmasına sebep oldu. Mağaza müdürü ise aramanın güvenlik görevlileri tarafından yapıldığını söyleyerek iddiaları kabul etmedi.
Basına yansıyan haberler üzerine firma konu ile ilgili şu açıklamayı yaptı:
"26 Kasım 2016 tarihinde mağazamızda yaşanan olayı ve devamında gelişen süreci yaşandığı andan itibaren titizlikle takip etmekteyiz. Yapılan müdahale sırasında müşterinin usule aykırı şekilde üstünün arandığına dair müşteri ve ailesinin şikâyetçi olduğu basına yansımış durumdadır. Söz konusu iddialar ile ilgili olarak üzüntü duymaktayız. İddia edilen usulsüz üst arama işlemiyle ilgili kendi iç soruşturmamızı yürütmekteyiz. Soruşturma dahilinde konuya müdahil olan mağaza personelimiz tedbiren görevden uzaklaştırılmıştır."
Yaşanan bu vahim olayı özetle anlatmaya çalıştım, şimdi asıl konuşulması gereken noktalara değinmek isterim. Bu olayı yaşayan 16 yaşındaki genç bir kızdır. Hırsızlık yaptığı veya yapmadığı delillerle ortaya konmadan ve polis devreye girmeden üzerini aramak hem hukuki hem de ahlaki açıdan etik değildir. Eğer böyle bir şüphe varsa genç kızı uygun bir yerde bekletip polise haber vermek en doğrusudur. Bunların yapılmaması bir yana, genç kızı çıplak bir şekilde aramak, hakaret etmek, erkek görevlilerin de orada bulunmasını sağlamak bir şiddet ve istismar suçudur.
İstanbul Barosu’nun da yaptığı açıklamada olayın hem hukuki hem de psikolojik yönleri net bir şekilde görülüyor. İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkan Yardımcı Ayşegül Demirkale, açıklamasında:
Gündüz kuşağının önemli simgelerinden biri haline gelen evlilik programları bireysel ve toplumsal ruh sağlığı açısından ciddi sorunlar içeriyor.
Bilindiği üzere bu programlar bireylerin tanışması, duygusal ilişki kurması ve devamında da evliliklerin gerçekleştirilmesi amacını taşıyor. Bununla birlikte birtakım aktiviteler de eklenerek eğlence ve gündüz programları konseptiyle kurgulanıyor. Bu programların önemli derecede rayting almalarının yanı sıra ekranlara her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor ve izleyici tarafından da ilgiyle takip ediliyor.
Bu konuyla ilgili olarak Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma sonucunda ulaşılan verilere göre; ankete katılan 381 kişinin %23.9’unun evlilik programlarını sürekli olarak izlediği, %32.5’inin bazen izlediği, %43.6’sının ise hiç izlemediği belirlendi.
Bu programın evlilik kararına yararlı olmadığını düşünenler %81, yararlı olduğunu düşünenler ise %12’lik bir dilimi oluşturdu.
Son olarak; ankete katılanların %71.6’sının bu programların yayınlanmasından memnun olmadıkları ortaya çıktı. Tüm bu sonuçları dikkate aldığımızda; bu programların yararlı olup olmadığını, izleyicileri nasıl bir kitlenin oluşturduğunu, izlenme veya izlenmeme sebeplerini, bunlara bağlı olarak da toplumsal psikolojiye yansımalarını iyi analiz edebilmek gerekiyor.
Kişilerin bu programları yararlı bulmadığı belirlense de, bu programları izleyen büyük bir kitle mevcut. Bunun sebeplerine baktığımızda ise, halkın başkalarının özel hayatlarına olan ilgisi ve merakı başta geliyor. Nitekim bu programlarda kişiler sohbetlerini, tartışmalarını, arkadaşlıklarını, aşklarını tüm ayrıntılarıyla topluma açıyorlar. İzleyici ise kendinde bu ilişkilere dair yorum yapma, onay verme, yargılama, beğenme, yakıştırma yetkisini buluyor. Yani farkında olmadan kendini programdaki kişilerin özel hayatına kaptırıyor ve bu durumu ilgiyle, merakla takip ederek keyif almaya başlıyor. Bununla birlikte programlarda yer verilen müzik ve dans içerikli eğlenceler, farklı ve dikkat çeken davranışlarda bulunan kişiler getirilerek izleyicinin programa kitlenmesi sağlanmış oluyor.
İzleyici kitlesine baktığımızda, programın yayın saatini de göz önünde bulundurursak çalışmayan kişilerin ve kadınların yoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Kendisinin veya yakın çevresinin gündeminde evlilik konusu olan, çocuklarını evlendirmek isteyen, evliliğinden memnun olan veya olmayan kişiler başta olmak üzere herkes bu programlardan kendine bir şeyler çıkarabilir. Ama genel olarak kadınların, iş sahibi olmayanların, boş vakitlerini doldurmak ve oyalanmak isteyenlerin bu programları izleme potansiyeli daha fazla.
Programları izleyenler kadar, programa katılanların da bulundukları durumu ve amaçları ortaya koymak gerekli. Bu programların içyüzünü ortaya çıkaran pek çok haber yapıldı. Yani evlilik programlarının tamamen veya bir kısmının kurgu olduğuna inanan bir kitle de mevcut.
Evliliklerde çocuk, evliliği zenginleştiren bir unsurdur ancak maalesef hala sorunlu giden evlilikleri kurtarmak üzere bir can simidi gibi görüldüğünü vurgulamak isterim. Oysa çocuk sorunsuz evliliklerde bile evliliği, getirdiği sorumlulukla ciddi bir sorunlar odağı haline getirebilir.
Düşünün, henüz birbirine yeni ısınan, birlikte bir hayat düzenine alışmaya çalışan kadın ve erkek yeni kazanmış oldukları eş statüsüne uyum göstermeye çalışırlarken, beklenmedik bir anda, hiç hazır olmadıkları zamanda gelişen bir hamilelik sonrasında dünyaya gelen bebekle bir anda anne baba statüsüne geçmek zorunda kalıyorlar. Bu durum birçok insan için ‘aa ne şirin’ şeklinde karşılanabilir ancak gerçek hayatta durum bu kadar şirin olmayacaktır.
Eşlerin birlikte gezip tozmak ve yeni hayatlarına alışmak üzere yaptıkları tüm planlar kalkacak ve gece uykusuzlukları, doktor kontrolleri, çocuk hastalıkları, eve kapanmalar, artan masraflar, ağlamalar ve yoğun stres hayatın akışını değiştirecek. Bu noktada durum kadın ve erkek için ayrı ayrı yön değiştirmeye başlayacak. Örneğin erkek, eşinin sadece bebekle ilgilendiğini ve kendisine zaman ayıramadığını düşünerek içine kapanacak, kadın ise doğumla beraber bedeninin bozulduğunu düşünerek, eşinin kendisinden uzaklaşmasını da çekiciliğini kaybetmesine bağlayacaktır. Ek olarak annenin hamilelik ve doğum sonrası depresyonu yaşayabileceğini de düşünürsek bebek hiç hazırlıklı olunmayan pek çok soruna yol açacaktır. Sorun evliliğin ilk yıllarında çocuk sahibi olmak değildir, sorun çocuk sahibi olmaya hazır olmamaktır. Ya da taraflardan birinin istememesine rağmen diğer eşin çocuk konusundaki ısrarı evliliği sorunlu aşamaya getirecektir.
Evliliklerde çocuk istismarı dediğimizde iki kişi aynı anda hazır olmadan çocuk sahibi olmak ve evlilikle ilgili tüm sorunları o çocuk üzerinden karşı tarafa yansıtmak çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür. Özellikle çocuğun yanında ‘çocuğunla ilgilenmiyorsun’, ‘ben bu çocuğu annemin evinden getirmedim’, ‘artık dayanamıyorum, çekip gideceğim bu evden’, şeklinde sözler çocuk için çok yaralayıcıdır.
Aynı şekilde diğer eşi hedef gösteren ve çocuğa hitaben söylenen; ‘ o annene söyle, biraz ev kadınlığı öğrensin’, ‘baban baba olsaydı seninle ilgilenir, alıp dolaştırırdı’, ‘sen olmasan ben bu adama / kadına bir dakika bile tahammül edemem’, ‘kimbilir yine kimlerle beraber, bu saat oldu hala ortalarda yok’ şeklindeki diğer eşi suçlayan cümleler, uğruna her şeyi feda edeceğiniz çocuğunuza bilmeden verdiğiniz zararlardan.
İki yetişkinin kendi aralarındaki sorunlarını konuşarak çözmek yerine çocuk üzerinden birbirine yönelik saldırı başlatmak ve sürdürmek hem evlilik için hem de çocuk için hakikaten çok büyük hasarlara yol açıyor. Sorunlarla konuşarak başa çıkamıyorsanız hem birbirinize hem de çocuklarınıza daha fazla zarar vermeden evliliği bitirmek ve tarafların eş olarak sorumluluklarını sonlandırıp, ebeveyn olarak bir ilişkiyi yürütmelerini sağlamak en doğrusu.
Ancak bazen asıl sorun evlilik bittikten sonra da devam ediyor hatta daha da şiddetleniyor. Bu defa eşler ayrılmış olmalarına rağmen birbirlerine olan öfkelerini çocukları üzerinden devam ettiriyorlar ve bu süreçte çocuklarına tahmin edemeyecekleri kadar büyük zarar veriyorlar. Öncelikle her iki eş de sahip oldukları her gücü ve ilişkiyi kullanarak birbirlerini çocukların göstermemek ya da velayetini almak şeklinde tehdit ediyorlar. Son derece medenice eski eşler arasında konuşarak halledilecek olay mahkemelere çok çekişmeli ve tartışmalı bir biçimde yansıyor ve ne yazık ki çocuk bunların neredeyse tamamına tanık oluyor. Olmasa da anne ya da baba diğerinin canını daha çok yakmak adına çocuğuna gerekli gereksiz her ayrıntıyı anlatıyor.
Çocuk annesine gittiğinde babası hakkında, babasına gittiğinde annesi hakkında olumsuz sözler duyarak tıpkı bir tenis topu iki sözde yetişkinin arasında oradan oraya savruluyor. Oysa ayrılıklar nasıl gerçekleşmiş olursa olsun tek kelimeyle travmadır ve zararları olabilecek en az hasarla atlatılmaya çalışılmalıdır. Yani eşler isteyerek ve anlaşmalı da ayrılsa, çatışmalı bir ayrılma da olsa sonuç olarak acı vericidir ve bir an önce bu süreç atlatılmaya çalışılmalıdır. Bu dönemde bir psikolog desteği çok önemli faydalar sağlar.
Bireylerin tek başına atlatmaya çalışması kolay değildir. Özellikle yakın aile üyelerinin olur olmaz olaylara dahil olmaya çalışmaları, hemen her konuda fikir verme çabaları iyi niyetli olsa dahi tarafları çok üzecek sonuçlara kadar gidebilir. Eşler istemedikçe olaya çok dahil olmamaya çalışmak ve özellikle eşler arasında laf getirip götürmek evlilik bitse bile sonrası için çok olumsuz sonuçlara yol açabilir. Eşlerin sadece eş olarak bir ilişkiyi sonlandırdığını ama sonraki hayatlarında belki de daha fazla bir ebeveyn sorumluluğu taşıyacaklarını, bu nedenle de birbirilerinin yüzüne bakacak hatırlarının ve iyi niyetlerinin kalması gerektiğini lütfen unutmayın. İyilik yapmak isterken daha fazla zarar veriyor olabilirsiniz. Ayrılık anlarında eşlerin yakınları olarak biraz daha sakin ve serinkanlı kalabilmek çok önemlidir.
Özellikle çocuklarla anne babaların ilişkileri yeni bir sürece gireceği için daha dikkatli olunması gerekir. Ne yazık ki eğitim almış olsa da olmasa da çok fazla anne babanın ayrılıkların acısını çocuklarına yükleyip çocuğun diğer ebeveynle olan ilişkisine ciddi anlamda zarar verdiklerini görüyoruz. Kişisel kırgınlıklarını, eşine söyleyemediklerini, içine attıklarını çocuğuna yansıtan anne ya da baba bu davranışıyla ayrıldığı eşini değil, aslında doğrudan doğruya çocuğunu mahvettiğini maalesef fark edemiyor. Oysa bir çocuğun dünyaya gelmesinde biyolojik olarak eşit hak sahibi olduğunuzu unutmayın. İkiniz aynı anda olmadan o çocuk olamazdı.
Eski eşinize çok kızgın olabilirsiniz, pek çok hayaliniz yarım kalmış olabilir, terk edilmiş, aldatılmış, hakarete uğramış, aşağılanmış olabilirsiniz. Bütün bunların sorumlusu ya da suçlusu yavrunuz değil. Ona annesi ya da babası hakkında söylediğiniz her söz katlanarak size geri dönecek. Nasıl mı?
Senin annen/ senin baban... diye başlayıp içinizdeki öfkeyle doldurduğunuz cümleler çocuğunuzun beyninde ‘demek ki ben çok kötü bir kadının / adamın çocuğuyum. Peki benim annem/ babam bu kadar kötü bir insanla neden evlendi, neden ben oldum? Benim annem / babam iyi insan olsaydı bu kadar kötü bir insanla beraber olmazdı, o zaman her ikisi de kötü mü? O zaman ben de kötü bir çocuğum. Her şey benim suçum.’ Şeklinde algılanabilir ve bu duygularla büyüyen çocuğunuz ilerleyen yıllarda durumun böyle olmadığını görüp, sizin diğer ebeveyniyle görüşmesin diye söylediğiniz cümleler olduğunu öğrendiğinde asıl uzaklaştığı kişi siz olacaksınız. Üstelik o süre boyunca uzak büyüdüğü diğer ebeveyniyle de sağlıklı ilişki kuramadığı için size karşı inanılmaz büyük öfke duyacaktır. Bu durumu hiçbir gerekçeyle haklı gösteremez, kendinizi affettiremezsiniz.
Eski eşinize karşı ne hissediyorsanız lütfen gidip yüzüne söyleyin: Sana aşığım deyin, seni unutamadım deyin, sana çok öfkeliyim deyin, seni affedemiyorum, seni kıskanıyorum, bana dönmeni istiyorum deyin. Ne derseniz deyin ama bunu ona söyleyin, çocuğunuzun yanında ya da çocuğunuza onu kötülemek için söylemeyin. Çünkü bu tip söylemler çocuklar üzerinde çok olumsuz sonuçlar doğurur. Örneğin çocuk kendisini her iki ebeveyninin yanında da güvensiz hisseder, bir yere ait olma duygusu, sevme ve sevildiğini hissetme duygusu ağır hasar alır, her an terk edileceğini, yalnız kalabileceğini düşünür.
İlerleyen yaşlarda akranlarıyla ya da karşı cinsle olan ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşar. Uzun süreli sağlıklı ilişkiler kuramaz, başka insanların duygularına karşı kayıtsızlaşabilir, onay görmek, kabul edilmek ihtiyacı ile kendisinden istenen her şeyi yerine getirme, başkalarının yönetimine kolaylıkla girme davranışları ortaya çıkabilir. Karar almakta ve kendi hayatını yönetmekte önemli sıkıntılar yaşayabilir.
Ebeveynlerinin birbirilerini kötülediği bir ayrılıkta çocuk en az zarar görme duygusuna yönelerek dış dünyaya karşı kayıtsız kalmaya başlayacaktır. Bir anlamda duyarsızlaşma olarak tanımlayacağımız bu davranış aslında bir tür savunma tutumudur. Çocuk kendisini güvende hissetmediği için zarar görme ihtimali gördüğü her ortamda dışarıdan gelebilecek olumsuzluklara karşı tepkisiz ve duyarsız kalma davranışına yönelebilir. Empati duygusu yeteri kadar gelişmeyebilir, başka insanların acılarına duyarsız kalabilir. Anlayış ve algılama duyguları hasar görebilir.
Çocukluğunda tutarlı ve sağlıklı sevgi ve ilgi görmeyen, annesi ve babası tarafından onaylanmayan çocuklar yaşadıkları güvensizlikleri ve içine düştükleri boşlukları başka şekilde doldurmaya çalışırken, madde kullanımından farklı grup ve örgütlere katılmaya kadar giden çok uç davranış bozuklukları gösterebilirler. Özellikle kendini değersiz hissetme ve bir yere ait olma duygusundaki hasarlar bireyin şimdiye ait zaman ve gerçeklik algısını bozarak başka bir yolla bu duyguyu temin etme ihtiyacına yöneltebilir.
Sevgili anne babalar, bir evlilik bitebilir. Elbette ki bu üzücü sonuçlara yol açacaktır. Ancak bu sonuçları gelecek yıllara yansıtıp yansıtmamak sizin elinizde. Özellikle yaşadığınız hayal kırıklıkları ve öfkeyi eşinize yansıtmak isterken asıl zarar görenin çocuklarınız olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak isterim. Zira ileride geri alamayacağınız tek şey geçen zamandır ve çocuğunuza çocukluğunda yaşattığınız sevgi ve ilgi eksikliğini bir daha tamir etme şansınız olmayabileceğini de lütfen unutmayın. Zor zamanlarda psikolojik destek almak sizin güçsüz ve çaresiz olduğunuzu değil, aksine güçlü olduğunuzu ve sorunlarla mücadele ettiğinizi gösterir. Destek almaktan çekinmeyin.
Evliliklerde çocuk, evliliği zenginleştiren bir unsurdur ancak maalesef hala sorunlu giden evlilikleri kurtarmak üzere bir can simidi gibi görüldüğünü vurgulamak isterim. Oysa çocuk sorunsuz evliliklerde bile evliliği, getirdiği sorumlulukla ciddi bir sorunlar odağı haline getirebilir.
Düşünün, henüz birbirine yeni ısınan, birlikte bir hayat düzenine alışmaya çalışan kadın ve erkek yeni kazanmış oldukları eş statüsüne uyum göstermeye çalışırlarken, beklenmedik bir anda, hiç hazır olmadıkları zamanda gelişen bir hamilelik sonrasında dünyaya gelen bebekle bir anda anne baba statüsüne geçmek zorunda kalıyorlar. Bu durum birçok insan için ‘aa ne şirin’ şeklinde karşılanabilir ancak gerçek hayatta durum bu kadar şirin olmayacaktır.
Eşlerin birlikte gezip tozmak ve yeni hayatlarına alışmak üzere yaptıkları tüm planlar kalkacak ve gece uykusuzlukları, doktor kontrolleri, çocuk hastalıkları, eve kapanmalar, artan masraflar, ağlamalar ve yoğun stres hayatın akışını değiştirecek. Bu noktada durum kadın ve erkek için ayrı ayrı yön değiştirmeye başlayacak. Örneğin erkek, eşinin sadece bebekle ilgilendiğini ve kendisine zaman ayıramadığını düşünerek içine kapanacak, kadın ise doğumla beraber bedeninin bozulduğunu düşünerek, eşinin kendisinden uzaklaşmasını da çekiciliğini kaybetmesine bağlayacaktır. Ek olarak annenin hamilelik ve doğum sonrası depresyonu yaşayabileceğini de düşünürsek bebek hiç hazırlıklı olunmayan pek çok soruna yol açacaktır. Sorun evliliğin ilk yıllarında çocuk sahibi olmak değildir, sorun çocuk sahibi olmaya hazır olmamaktır. Ya da taraflardan birinin istememesine rağmen diğer eşin çocuk konusundaki ısrarı evliliği sorunlu aşamaya getirecektir.
Evliliklerde çocuk istismarı dediğimizde iki kişi aynı anda hazır olmadan çocuk sahibi olmak ve evlilikle ilgili tüm sorunları o çocuk üzerinden karşı tarafa yansıtmak çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür. Özellikle çocuğun yanında ‘çocuğunla ilgilenmiyorsun’, ‘ben bu çocuğu annemin evinden getirmedim’, ‘artık dayanamıyorum, çekip gideceğim bu evden’, şeklinde sözler çocuk için çok yaralayıcıdır.
Aynı şekilde diğer eşi hedef gösteren ve çocuğa hitaben söylenen; ‘ o annene söyle, biraz ev kadınlığı öğrensin’, ‘baban baba olsaydı seninle ilgilenir, alıp dolaştırırdı’, ‘sen olmasan ben bu adama / kadına bir dakika bile tahammül edemem’, ‘kimbilir yine kimlerle beraber, bu saat oldu hala ortalarda yok’ şeklindeki diğer eşi suçlayan cümleler, uğruna her şeyi feda edeceğiniz çocuğunuza bilmeden verdiğiniz zararlardan.
İki yetişkinin kendi aralarındaki sorunlarını konuşarak çözmek yerine çocuk üzerinden
Türk televizyon programları arasında neredeyse bir kült program haline gelen ‘Müge Anlı ile Tatlı Sert’ programında dün bir ilk yaşandı ve bir süredir kayıp olan 3.5 yaşındaki Irmak’ın komşusu tarafından öldürüldüğünü milyonlarca insan canlı yayında öğrendik. Hem de katilinin ağzından.
Program sonrası ve kamera arkasında yaşananlar ise tam anlamıyla kan dondurucu bir trajediyi gözler önüne serdi. Irmak bazı sorunları nedeniyle ellerini sağlıklı kullanamıyor ve uzun süreli yürüyemiyordu. O minicik bir bebekti ve maalesef komşusu olan bir adam tarafından kandırılıp tacize uğrayarak hayatını kaybetti. Hepimiz ekranlar karşısında donduk kaldık. Üstelik küçük kızı arama çalışmaları sırasında mahalleden komşuları olan bazı insanlar cinayet zanlısı olan şahsı savunarak, onun katil ve tacizci olamayacağını savundular. Peki neye dayanarak? Bilemiyoruz. Bu güveni nasıl edindiklerini ve nasıl bu kadar savunabildiklerini o komşulara sormak lazım.
Öncelikle kabul etmek ve hakkını vermek gerekir ki, Müge Anlı’nın programı gerçek anlamda bir toplumsal görev üstlenmiş durumda.
Yıllarca aydınlatılamamış, açıklığa kavuşamamış pek çok olayı aydınlatarak, toplum yaşantımız içinde aksayan yönlerimizi göstermesi ve birçok insanı bir konu üzerinde bir araya getirebilmiş olması ciddi bir başarıdır.
Kimi zaman aile içerisinde yaşanan ve yıllardır süregelen sorunları çözüme kavuşturarak, kimi zaman faili meçhul cinayetleri gün yüzüne çıkarıp suçluların gereken cezaları almasını sağlayarak, kimi zaman kaybolan ve istemedikleri hayatlara sürüklenen bireyleri bulup ait oldukları yere getirerek aslında toplumsal yapının var olan sorunlarını çözme konusunda önemli bir misyon üstlenmiş durumda.
Bu anlamda programı ve başarısını kutluyorum.
Üstelik tüm bunları yaparken konu edilen tüm olaylar psikolojik, sosyolojik ve hukuki açılardan konunun uzmanları tarafından değerlendirilerek topluma ayna tutma görevini de ihmal etmiyor.
Okul koridorunda bir öğretmen görüşmesi için bekliyorum. Öğrenciler son dersteler. Ders zili çalıyor ve sınıf kapıları açılmaya başlıyor. Kapılar içeriden dışarı doğru açılıyor ve bu sırada koridorlarda çocuklar dolaşıyor. O arada 1 ya da 2. Sınıf öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim minik bir delikanlı koşarak sınıfların önünden geçerken, içeriden hızla açılan sınıf kapılarından biri çocuğun sağ omzuna sertçe çarpıyor ve küçük çocuk koridorda yere düşüyor. Canı o kadar yanıyor ki, yerde bir iki saniye omzunu tutarak kalıyor ve ağlamaya başlıyor. Sonra diğer öğrencilerin ayakları altında kalıp ezilmekten korkarak hızla kalkıyor. Bu arada kapıyı içeriden açan 6. sınıf öğrencileri yerdeki çocuğu görüp önce bir duraklıyorlar ve sonra hiçbir şey olmamış gibi okulun dış kapısına doğru yürümeye başlıyorlar. Benden yaklaşık 10 metre uzakta olan bu olaya ben müdahale edemeden yere düşen çocuk omzunu tutarak gözyaşları içerisinde tuvalete koşuyor. Kapının ne kadar sertçe açıldığını ve ne kadar sert bir düşüş yaşadığını gördüğüm için acaba çocuğun bir yeri kırılmış mıdır diye düşünürken, olaya sebep olan ve sakince yürüyen o gençler tam önümden geçiyorlar ve ben ‘ Arkadaşınıza yardım etmeliydiniz, onu yerden kaldırmalı ve ilgilenmeliydiniz’ diye uyarıyorum. Bir eğitim yuvasında ‘Öğrenim(!)’ gören gençler ise bana ‘servise yetişmemiz lazım’ diyerek cevap veriyorlar. Ne sebep oldukları olayın vicdani sorumluluğunu taşıyorlar ne de bir insanın canının yanmasına duyarlı davranıyorlar. Aksine son derece mekanik bir iş yapıyorlar; servise yetişiyorlar.
İşte kanımın donduğu an bu andır. Kendisinden yaşça küçük bir okul arkadaşının düşmesine sebep olan gençler, onu olduğu yerde bırakarak arkalarını dönüp gidebiliyorlar ve en küçük bir üzüntü, sempati, ilgi, şefkat ya da pişmanlık hissetmiyorlar.
Bu olay, her gün televizyonlarda haber olarak izleyip sözüm ona üzüldüğümüz ve bize ne oldu diye sorguladığımız, kaza geçiren insanlara yardımcı olmayan, hasta insanlara duyarsız kalan, yardım istediğinde tek başına bırakan bozulmuşluğumuzun tohumudur. Hala neden böyle olduk, nasıl bu hale geldik diyorsanız önce evlerimize, hatta okullarımıza bakmamız gerek. Kendinden küçüklere sevgi ve şefkat duymayan çocuklar gelecekte, ne kendi ailesine ne de bir başka insana, hayvana ve doğaya şefkat ve sevgi duymayacaktır.
Bu olayı hafife alabiliyorsanız, normal görüyor ve ‘aman canım ne var bunda, sonuçta onlar da çocuk’ diye geçiştirebiliyorsanız, o zaman trafikte ezilip yol kenarına atılan insanların haberlerine de şaşırmayacak, sokak ortasında onlarca kişinin gözü önünde dövülen, saldırıya uğrayan insanlar için sahte timsah gözyaşları dökmeyeceksiniz.
Geldiğimiz nokta iyi eğitimli çocuklardan çok, vicdanlı çocuklar eksiğimiz olduğunu gösteriyor. Kitaplarda yazılanları kelimesi kelimesine ezberlemiş bireyleri, sınavlarda sıfır hata ile başarılı olan gençleri nasıl yetiştireceğimizi değil, çevresine, topluma, yaşayan her canlıya saygı ve sevgi duyan insanları neden yetiştirmediğimizi sorgulamamız gereken günlerdeyiz.
Bunun için en önemli okul aile. Aile içinde verilen eğitim çocuğun kendisiyle ve diğer insanlarla olan ilişkisini belirler. Çocuğun topluma karşı görevleri ve uyması gereken kuralları görerek öğrendiği hayati öneme sahip ilk eğitim yuvasıdır aile ortamı. Eğer,
Eğer siz de pek çok şey yapmak istiyorum ama zamanım yok, diyorsanız, sevdiğim şeylere vakit ayıramıyorum diye şikayet ediyorsanız ve kendiniz için biraz zaman ayırmak istiyor ama bu zamanı nasıl yaratacağınızı bilemiyorsanız bu 20 dakika kuralı çok işinize yarayacak.
Gün içinde ister ev kadını olun, ister çalışan olun, ister öğrenci hayat artık hepimiz için çok hızlı, çok telaşlı ve çok yoğun.
Yetişmek olduğumuz yerler ve yetiştirmek zorunda olduğumuz işler var. Bu hızlı koşuşmanın içinde uzun soluklu dinlenmeler ya da iki üç saatlik uzaklaşmalar mümkün olamıyor.
Bitmeyen işler nedeniyle gün içinde yapmayı planladığımız ama hep bir sonraki güne ertelenen işler ya da hobilerle günü sonlandırıyor, olumsuz duygulara kapılıyoruz. Ben ne zaman sevdiğim işleri yapacağım, ne zaman bir kitap okuyacağım, ne zaman kendime zaman ayıracağım düşünceleriyle kaygılanıyor, her geçen gün stres yükümüzü artırıyoruz. Uzun tatil saatleri beklediğimizde de ya yemek yemeye ya da arkadaşlarla sohbete zaman ayırdığımız için istediklerimizi yapma fırsatımız yine olmuyor. O zaman soruna başka açıdan bakmaya ve farklı bir çözüm üretmeye ne dersiniz?
İşte 20 dakika kuralı da burada devreye giriyor.
Yapmak istediklerimizi ya da yapmak zorunda olduklarımızı azar azar güne dağıtarak yapıyoruz. Böylece sevmediğimiz ama zorunlu olduğumuz işleri tek bir seferde saatler harcayarak bitirmeye çalışmak yerine bölüyoruz. Sevdiğimiz ama yapmak için fırsat bulamadığımız işleri de yine gün içinde keyif alarak yapıyoruz. Süre az olsa da ne işimizi aksatıyoruz ne de isteklerimizi sürekli ertelemek zorunda kalıyoruz. Hiç yapmamaktansa gün içinde 20 dakikamızı ayırarak motivasyonumuzu da artırmış oluyoruz. Sevdiğimiz işlere asla istediğimiz kadar zaman ayırma fırsatı bulamadığınızı birçoğunuz fark etmişsinizdir. Diyelim ki birkaç saat zaman yarattınız, o zaman kesinlikle başka bir sorumluluk için bölünür ve siz genellikle gene istediğiniz etkinlik için uygun ortamı bulamazsınız, verimli bir çalışma gerçekleştiremezsiniz.
İşte 20 dakika kuralının güzel tarafı da bu, kimse sizin 20 dakika ortadan kaybolmanızı dert etmez, dünya durmaz, işler aksamaz.
Son dönemlerde artan canlı bomba eylemlerinde, eylemcilerin nasıl bir ruh haline sahip oldukları ve bu süreçteki psikolojik durumları herkes tarafından merak edilen bir konu. Bir insanın nasıl olup da kendi canından ve sevdiklerinden vazgeçebildiğini anlamak birçoğumuz için çok zor.
Terör örgütlerinin canlı bomba eylemcisi olarak giderek daha genç yaşta bireylere yöneldiği ve bu bireylerin yaş ortalamalarının 22 olduğu görülüyor.
EYLEMCİLERİN ÇOCUKLUK ÇAĞI YAŞANTILARI
Eylemcilerin çocukluk çağı yaşantılarına baktığımızda genellikle toplu travmalar yaşamış, ötekileştirilmiş, genellikle de çok çocuklu ve yoksul ailelere sahip olduklarını görüyoruz. Etnik kökeni veya siyasi görüşü nedeniyle olumsuz şartlarda yaşamış, eziyet görmüş aile büyüklerine sahip olan bir çocuğun, bu yaşanılanların sürekli kendisine anlatılmasıyla büyümesi buna örnek olarak gösterilebilir.
Dolayısıyla bu çocuklar yoğun bir öfke ve intikam duygusu taşıyabilirler ve büyüdükleri bu ortam terör örgütlerine katılmalarını kolaylaştırabilir.
Bununla birlikte canlı bombaların psikopatolojik durumlarına baktığımızda sınırda kişilik bozuklukları, narsistik kişilik özellikleri ve intihar öncesi depresyon ile karşılaşabiliyoruz. Aynı zamanda duygu durum bozukluğu olan kişilerin, coşkulu veya çökkün dönemlerinde intihar riskleri artar ve bu da kendilerini terör örgütlerine ait hissetmeleri için yeterli sebeplerden biri haline gelebilir.
Genç erişkin dediğimiz dönemlerde olan eylemcilerde ise madde kullanımı ve bağımlılığı da bireylerin eyleme yönelmesini kolaylaştırıcı etkiye yol açabiliyor.
Kişi, bu gruplara girdikten sonra ise birtakım yöntemlerle ve hipnozla bazı düşünceler empoze edilir. Bunlardan en önemlisi kişinin ideoloji adına kendini feda ettikten sonra kahraman olacağı fikrinin ve duygusunun oluşturulması.