Sadece araştırmadı, aynı zamanda uyguladı
Çiğdem Kağıtçıbaşı onlarca bilimsel kitabı, yüzlerce bilimsel makalesiyle dünya literatüründe bir dev; ama onu eşsiz kılan bu çapta bir bilimsel çabayı hayata geçirdiği toplumsal projelerle taçlandırmış olmasıdır. 1970’lerde başlattığı ana-çocuk odaklı eğitim projeleri bugün AÇEV çatısı altında devam ediyor. Binlerce çocuk bu proje sayesinde hayata daha iyi bir noktadan başladı. Kuramsal temeliyle de çok özgün olan bu proje başta UNICEF ve Dünya Bankası olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş tarafından bugün dünyanın farklı ülkelerinde örnek bir model olarak kabul edliliyor. O nedenle bugün Hocanın adı sadece Anadolu’da, İstanbul’un kenar mahallerinde değil, Mısır’dan Bangladeş’e dünyanın dört bir yanında yaşıyor...
Şahane bir rehberi kaybettim...
Ben Çiğdem Hoca’nın öğrencisi olmadım hiç ama onun hikayesini ilk 1990’larda bizim alanın temel dergisinde aldığı ödül dolayısıyla okumuştum. Dünyanın en büyük psikologlar derneği APA Hoca’ya uluslararası çapta alana en büyük katkı ödülünü vermişti. O nedenle ilk doktora dersimde hocanın geliştirdiği kuramsal modeli tahtada görünce hiç şaşırmamıştım. Dersine girme fırsatım olmamıştı ama insan gelişiminin toplumsal bağlamdan ayrı düşünemeyeceği gerçeğini kendisinden öğreniyordum işte...
Bursa’da geçen çocukluk...
Hocayla ilk defa bir uluslararası toplantıda yaptığım sunuda tanışmıştım. Salonda onu görünce heyecanlanmış, sorduğu soruya elimden geldiğince yanıt vermiştim. Genç bir akademisyen için daha büyük bir mutluluk olabilir mi? Hiç bitmeyen dostluğum o gün başlamıştı. Son 15 yıldır neredeyse her yıl Hoca ile bir konferansta buluşur olduk. Her konferansta bir yolunu bulup programı asar, uzun yürüyüşlere çıkardık. Hoca Bursa’da geçen çocukluğunu, ailesinin kurduğu okulu, ODTÜ ve Boğaziçi yıllarını anlatırdı. Marbach’ta birkaç gün ıssız bir gölün etrafında ortak bir çalıştaya katılmıştık bir yaz. Etraftaki köylere yürüyüşe çıktığımızda ona köyde geçen çocukluğumu anlatmıştım. Merakla dinlemiş, pastoral hayatın insan gelişimine etkisi üzerine ne kadar az araştırma yapıldığını söylemişti.
Türkiye’ye hoca sayesinde dönmüştüm
Bugün tatil hocam!
Geçenlerde evden çıkıp bir saat uzaktaki kampusa ders vermek için geldiğimde epey şaşırdım. Her zaman cıvıl cıvıl olan kampus içindeki parkta tek bir öğrenci yok. Önünde hep sıra olan bina girişinde de garip bir sessizlik hâkim! Güvenlik görevlisine “Öğrenciler nerede?” diye merakla sordum. “Bugün tatil Hocam” dedi. Gülerek ve işin doğrusu biraz da utanarak ayrıldım binadan. 20 küsur yıldır Amerika’da yaşıyorum ve 20 yıldır burada ders veriyorum. Elbette tatil günlerini biliyorum ama işte unutuvermişim. Unutmuşum çünkü son yıllarda her sabah Amerika’da yatıp Türkiye’de uyanıyorum. Sabah ilk olarak Türkçe gazete okuyor, Türkçe Twitter’a giriyor, kısacası güne Türkiye’de bir yerlerde başlıyorum.
İyi de oğlum bunun bizim çocuklara faydası ne?
2005 senesinde bizim alanın en büyük ödüllerinden birini almıştım. Mesleğe yeni başlarken şahane bir sürprizdi bu. San Fransisco’da 5 bin kişinin önünde ödül konuşması yapacağımı babama söylediğimde tebrik etmiş ama bir de soru sormuştu: İyi de oğlum bu ödülün bizim çocuklara ne faydası var? Yıllardır ne vakit Amerika’da önemli bir şey başarsam babam hep buna benzer bir soru sorar ve o öğretmen edasıyla acı bir gerçeği hatırlatır: Sen bu memleketin okullarında okudun, buraya borcun var... Ömrünü yoksul çocukların hayallerine adamış, Kars, Erzurum, Yozgat, Ardahan, Çankırı, Mersin ve Ankara’da çalışmış, bütün bu illerin terkedilmiş köylerinde öğretmenlik yapmış bir adam benim babam. Sorduğu her sorunun bedelini ödemiş bir öğretmen. Türkçe yazdığım herşey babamın yıllar evvel sorduğu bu sorunun hakkını vermek içindir. Muradım bizim çocuıklara faydalı olmak, onların hayallerini ortaya çıkartmaya aracı olmaktır.
Memleket hasretini dindirmek için yazıyorum
Üniversite okurken Türkiye dışında bir yere yerleşmek aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayalim akademisyen olmak, ülkeme ülkede kalarak katkıda bulunmaktı. Bu uğurda çalmadık kapı, aşındırmadık patika bırakmadım. ODTÜ’yü dereceyle bitirdiğim halde ne orada ne de Türkiye’deki başka bir üniversitede akademik bir iş bulabildim. Bir taşra üniversitesinde girdiğim asistanlık sınavında beni İngilizce‘den elediler, ki çok basit birkaç çeviriden ibaretti sınav diye uydurdukları şey. Olmadı! 5 yıl boyunca hem bankacılık yapıp hem de yüksek lisans programlarına devam ettim. Çalınacak başka kapı kalmayınca doktora için ülkedem ayrıldım. Ha bugün ha yarın derken yıllar hızla geçip gitti. Şimdi New York Üniversitesi’nde kürsü profesörü olarak yazıyorum bu satırları. Yıllarca hayalini kurduğum bir işim, şahane bir araştırma merkezim var ama aynı zamanda hayatımda büyük de bir eksik var. Memleketten uzak olanın bileceği bir eksik bu... Hasret... Bu köşedeki yazıları o eksiği gidermek, memleket hasretini dindirmek için yazıyorum.
Ama köyü benden çıkartamazsınız!
Neden Amerika’daki akademik hayatıma yoğunlaşmakla yetinmediğim sorusu çok sık gelir oldu son zamanlarda. Beni seven dostlarım da soruyor. Hazzetmediğim, beni utandıran bir soru bu. Çünkü memleketi dert etmek bir tercih, yük ya da zül olamaz! “
Yarının bugünden daha kötü olacağına dair inancın çoğaldığı berbat bir dönemdeyiz. Böyle zamanlarda herkes zorlanıyor umudu diri tutmak için ama asıl zorluğu çocuk yetiştiren anne babalar çekiyor. Çünkü bir taraftan kendi geleceklerini düşünürken, diğer taraftan çocuklarının geleceğini hesaba katmak zorundalar.
Ne yapmalı?
Bu devirde çocuk yetiştiren bir ebeveyn olarak yukarıdaki soruya yanıt ararken Birgün Gazetesi’nin Pazar ekinde şahane yazılar kaleme alan Doç. Dr. Bilge Selçuk’un tam da bu konuya eğilen yazısını gördüm birkaç hafta önce. Kendisinden de izin alarak o yazıdan aldığım notları aşağıda paylaşıyorum. Paylaşıyorum, zira okurken “Bu yazıyı ben yazmalıydım,” dediğim nadir metinlerden biri Bilge Hoca’nın bu makalesi. Zira oldukça karmaşık kuramsal meseleleri herkesin anlayacağı ve uygulanabilir somut adımlara dönüştürmüş.
1. Çocuğunuzla konuşun
Daha evvel yazmıştım. Okulöncesi çağda zeka demek kelime dağarcığı demek. İlk 36 ayda ebeveynler ile çocuklar arasındaki diyaloğun kalitesi çocukların okula başlangıcı dahil tüm akademik süreçlerdeki başarısını önemli ölçüde belirliyor. O nedenle çocuğunuza yapacağınız en önemli yatırım onlarla konuşmak. Bunu masal anlatarak mı, evcilik oynayarak mı, etrafı keşfederek mi yoksa kitap okuyarak mı yaparsınız bu size kalmış; ama şu zor günlerde eğer zamanı ve mekanı unutmak istiyorsanız çocuğunuzun dünyasına dalın. Konuşun, oynayın onlarla…
2. Çocuğunuza beklemeyi öğretin
Dünyada insan gelişimi üzerine yapılan en kapsamlı araştırmalardan biri 1972’de Yeni Zelanda’da başlayan Dunedin Araştırması. Başka bir gün detaylarını anlatacağım bu araştırma 1000’den fazla bebeği doğumundan bugüne kadar takip ediyor. Ve bu araştırmadan çıkan en önemli sonuçlardan biri şu: Bireylerin hayattaki başarı ya da başarısızlığını açıklayan en önemli değişken zeka değil, ailenin sosyal ya da ekonomik seviyesi de değil, öz-denetim. Kendi duygu ve düşüncelerini daha iyi kontrol edip yönetebilen çocuklar akademik olarak başarılı, sağlıklı ve varlıklı bir yetişkin oluyor. Öz-denetim becerisini kazandırmak için açılan pencere, çocuk 10 yaşına varınca kapanmış oluyor. O nedenle anne babaların 0-9 yaş döneminde çocuklara her istediğini hemen vermekten vazgeçip onlara sabretmeyi, beklemeyi, hak etmeyi öğretmesi onların geleceğine yapacağı en önemli katkılardan biri. Bu beceriyi kazandırmanın bir diğer yolu da çocukları planlı okul dışı etkinliklere erken yaşta alıştırmak. Spor ve sanat belki de bu etkinliklerin en faydalı olanı zira her iki kanalda da çocuklar kurallar çerçevesinde performans sergilemeyi ancak sabırla öğrenebiliyor.
Hamallığı biz yapıyoruz, kaymağı başkaları yiyor!
Daha evvel yazmıştım, tekrar edeyim. Katma değeri yüksek üretime geçebilmek için yaptığımız her işe ‘akıl ve sanat’ katmamız gerekiyor. Fındık üzerinden, turizm üzerinden anlatmıştım bu denklemi. Malum, dünyada fındık pazarında tekel Türkiye ama fındıktan biz senede 3 milyar ciro yaparken aynı fındığı bizden alıp ‘akıl ve tasarımla’ işleyerek Nutella markasını sofralara taşıyan şirketin yıllık cirosu 10 Milyar doları aşmış durumda. Aynı denklemi zeytinyağımız, çayımız ya da peynirimiz, balımız için de çıkartabiliriz. Ürettiğimiz her şeyi işlemeden satıyoruz, markalamadan pazarlıyoruz. Yani üretmeye üretiyoruz da o üretime akıl ve sanat katmadığımız için katma değer yaratamıyoruz.
Aynı hesabı başka yazılarımda turizm için de yapmıştım. İstanbul hala dünyanın en çok turist çeken ilk 10 şehrinden biri ama gelen turistten para kazanacak müzemiz, galerimiz, sanatçıların elinin değdiği mekan ve ürünlerimiz yok. Yani özetle işin hamallığını biz yapıyoruz, kaymağını başkaları yiyor. Peki ne yapmalı? Bilime ve sanata yatırım yapmaktan başka çaremiz yok. Çünkü ancak bilimsel inovasyonla elimizdeki hammaddeyi daha verimli bir şekilde işleyebilir, ancak sanat ve tasarımla elimizdeki kaynakları dünyaya daha iyi bir şekilde pazarlayabiliriz.
Bilim ve sanat karnemiz kırıklarla dolu...
Tam ben yukarıdaki hesapların derdine düşmüşken bu hafta iki ayrı haber geldi memleketten. İlki görevini kaybeden yüzlerce akademisyen ve onların ayaklar altına alınmış cübbeleri. İkincisi de 2016 FreeMuse’un Tehdit Alındaki Sanat Raporu sonuçları. Maalesef her iki tarafta da, yani bilim ve sanat alanlarında da, bırakın yatırım yapmayı, elimizdeki değerleri hoyratça harcıyoruz.
Ortalama ortaokul terk!
Önce şunun altını çizelim. Türkiye’de ortalama eğitim seviyesi 6.5 yıl, yani ortaokul terk. Böyle bir iklimde bilim yapmak, akademisyen olmak için gerekli olan doktora derecesi sahibi olmak tahmin edersiniz ki bin bir engeli aşarak mümkün oluyor. Nitekim Dr. Emrah Aydınonat’ın en son TÜİK verilerinden yola çıkarak paylaştığı aşağıdaki grafikten de göreceğiniz gibi 25 yaş üstü nüfusta doktora derecesine sahip olanların oranı yalnızca % 0.36. Bir fikir vermesi açısından İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde bu oran bizim 10 katımızdan daha fazla ama 1980lerde bizimle aynı yerde olan Güney Kore’de de bu oran bizim 3 katımız seviyesinde. Ülkenin en iyi eğitilmiş kesimini bırakın el üstünde tutmayı, her gün rezil ediyoruz. Bilimi ve o bilimii yapanları bu kadar hırpalayarak sadece o insanlara değil aslında kendimize ve daha önemlisi çocuklarımızın geleceğine büyük bir darbe vuruyoruz.
Türkiye’nin aşırı şişmanladığına dair verileri daha evvel bu köşeden paylaşmıştım. Bendeki en son resmi veri TÜİK’e ait 2014 istatistikleri ki orada toplumun yüzde 42’si normal kilolu olarak görünüyor. Sayın Akdağ’ın paylaştığı veriler bu durumun son iki yılda daha da kötüleştiğine işaret ediyor. Anlaşılan normal kiloluların oranı yüzde 40’lardan yüzde 30’lara inmiş. Bir başka ifadeyle kilo sorunu olanların oranı iki yılda epey artmış. Buna şaşırmadım çünkü Türkiye’nin bu alandaki trend verisi oldukça kaygı verici. Aşağıdaki grafikte de göreceğiniz gibi 33 yıllık bir periyodda dünyada obezite oranının en hızlı yükseldiği ilk üç ülke Mısır, Meksika ve Türkiye. Eğer önlem alınmaz ise 2023 hedefleri arasında dünyada en şişman ülke olmayı da koymamız gerekebilir. Durum o derece vahim bir durum. O nedenle Sağlık Bakanı’nın yaptığı çağrıya kulak verip bu meseleyi enine boyuna tartışmamız şart.
Sorun bize has değil! Obezite sorunu Amerika başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin uzun bir süredir üzerinde tartıştığı bir mesele. O cenahta şu ara en yoğun tartışılan soru şu: Obezite ile mücadele ederken diyet anlamında şekere mi yoksa yağa mı daha çok dikkat etmeliyiz?
Yağ mı yoksa şeker mi daha zararlı? 1960lardan itibaren sağlık uzmanları obezitenin ve obeziteye dayalı kalp rahatsızlıklarının temel nedeninin kolesterol ve yağ olduğu konusunda bir konsensusa varıyor. O dönemden başlayarak da tüm sağlık politikası yağlı gıdaların zararları üzerine odaklanıyor. Şeker temel risk kaynağı olarak ikinci plana atılıyor. Margarinin tereyağının yerini alması, az yağlı ya da yağsız ürünlerin marketlerde yaygınlaşması hep bu bilimsel uzlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Tam bir skandal! Ancak yeni ortaya çıkan bilimsel araştırmalar durumun hiç de bu kadar net olmadığını, hatta şekerin yağlı gıdalardan daha fazla zararlı olduğunu ortaya koyuyor. Şeker tüketiminin artmasıyla obezite oranının artması neredeyse birbiriyle paralel gidiyor. Peki buna rağmen neden bilim insanları 1960larda şekerin zararları üstünde durmadı derseniz bu sorunun yanıtı bir skandala işaret ediyor. Araştırmacı gazetecilerin birkaç ay evvel ortaya çıkarttığı gerçek şu ki 1960lardan başlayarak şeker lobisi başta Harvardlı olmak üzere pek çok araştırmacıya açıktan maddi destek vererek sonuçların şeker lehine kamuoyuna sunulmasını sağlamış. Evet tam bir skandal.
Şekersiz diyete geçmenin sancıları! Şekerin insan sağlığında yaptığı tahribatın boyutu ortaya çıktıkça obeziteyle mücadelenin de yöntemi de hızla değişiyor. Artık yağsız ya da az yağlı diyet yerine şekersiz ya da az şekerli diyetler gündeme geliyor. Bu bağlamda pek çok ülke kolalı içeçekleri başta okullarda olmak üzere çocukların diyetinden çıkartmaya başladı bile. Kolalı-şekerli içeçeklere ek vergiler gündemde. Bizim de obezite ile mücadelede başarılı olabilmemiz için şekerli diyetle mücadeleye öncelik vermemiz kaçınılmaz.
TERESA SHOOK KİMDİR?
Teresa Shook Hawai’de yaşayan emekli bir kadın. Daha evvel ne protestolara katılmış ne de feminist hareket içinde yer almış bir isim. Trump’ın seçildiği gece Facebook hesabından arkadaşlarına bir çağrıda bulunuyor: “Bir yürüyüş organize edelim!” Sonra bir arkadaşı Teresa’ya Facebook üzerinden “Etkinlik oluştur” sayfası açıyor. Teresa o gece uyumadan 40 kişiden destek geldiğini görünce seviniyor. Sabah uyandığında 10 bin kişinin etkinliğe katılım talebini görünce yeni bir tarih yazılmaya başlıyor.
AMERİKA’DA YAŞAYAN HER 100 KİŞİDEN 1’İ KATILDI!
21 Ocak 2017’de Amerika’nın tüm büyük kentlerinde ve Londra dahil pek çok global merkezde gerçekleşen kadın yürüyüşleri tarihteki en büyük protesto eylemlerinden biri olarak kayda geçti. Polis kayıtlarına göre Amerika’da 2.9 milyon kişi bilfiil sokağa çıkarak yürüyüşlere katıldı. New York, Washington, Chicago, San Francisco’da yapılan yürüyüşlere katılım beklendiği gibi çok yüksek oldu ama Amerikan sağının merkezi sayılan Texas’ta bile tarihin en büyük katılımlı yürüyüşü gerçekleşti.
TEHDİT KARŞISINDA İKİ SEÇENEĞİNİZ VAR: KAÇMAK YA DA MÜCADELE ETMEK
Kadın yürüyüşünün bu kadar yoğun bir katılımla gerçekleşmesinin ardında oldukça insani bir tehdit algısı yatıyor. Trump’ın başkanlığında kadınlar haklarının tehdit altında olduğunu düşünüyor. Malum, insanlar tehdit karşısında iki seçeneğe sahip: Kaçmak ya da kalıp mücadele etmek. Kadınlar bu yürüyüşle ikincisini tercih ettiklerini ifade etti. Korkup içine kapanmaktansa tehditle mücadeleyi seçti.
PROTESTO ETMEK SERBEST AMA
Amerika’da yürüyüş yapmak, protesto etmek yasal güvenceler altında. İsteyen herkes Beyaz Saray’ın taş atımı mesafesinde istediği her protestoyu yapabiliyor. Hatta Beyaz Saray’ın duvarının dibinde yıllardır çadır kurup devlet politikalarını protesto eden savaş karşıtları var. Ama bütün bu serbestliğe rağmen pek çok örgüt insanları protesto için sokağa çıkartmakta başarılı olamıyor Amerika’da. Hiçbir sendikanın, kadın örgütünün, siyasi partinin yapamadığını zamanın ruhunu yakalayan bir kadının basit bir çağrısı başardı.
İKİ ADAŞIMA DANIŞTIM!
Bu alan benim uzmanı olduğum bir alan değil. O nedenle gerek NYU’da birlikte proje geliştirdiğim NYU Create Lab ekibine gerekse de Türkiye’den iki kıymetli akademisyen, Bahçeşehir Üniversitesi’nden meslektaşım Doç. Dr. Şirin Karadeniz’e ve Gazi Üniversitesi’nden meslektaşım Doç. Dr. Selçuk Özdemir’e danıştım (Selçuk Şirin, Şirin ve Selçuk’a danışmış oldu....). İşte onlardan gelen 5 somut öneri!
1.HAYAL ETTİĞİNİ ÜRETEBİLME ARACI OLARAK KODLAMA
Kodlama bir araç. Eğer çocuklarımıza bu aracın ne işe yaradığını somut örneklerle inandırıcı bir şekilde anlatamaz isek bu yazının devamında anlatacaklarımın bir anlamı kalmaz. Çünkü motivasyon olmadan öğrenme olmuyor. Selçuk Özdemir hocanın dediği gibi kodlamayı "hayal ettiğini üretebilme" becerisi olarak anlatmak gerek çocuklarımıza.
2.BİLGİSAYARSIZ KODLAMA MÜMKÜN!
Şirin hoca: “Yeterli teknolojik malzememiz yoksa da kodlama mantığını edinmek için evde yapılacak çok şey var.” diyor. Başlangıç için önerdiği site “www.csunplugged.org” ki burada aktivitelerle bilgisayarsız kodlama etkinlikleri mevcut. Aynı şekilde “www.bilgekunduz.org” adresinde de geçmiş bolca Türkçe kaynak var. Bu iki kaynak dışında çocuklara kodlama öğretimi için yayınlanan Türkçe kitaplar, dergiler ve bloglar da mevcut.
3.EVDE KODLAMAYA NEREDEN BAŞLAMALI?
Aşağıdaki tabloda Eda Karaçelebi’nin blogunda (http://www.egitimbilisim.net) blogunda paylaştığı kodlamaya başlangıç programlarının listesi var. Evde kodlamayı bilgisayar aracılığıyla öğrenmek için akla gelen ilk kaynaklar şunlar:
Birkaç yıl önce yazmıştım tekrar edeyim. Kodlama ya da daha geleneksel deyişle bilgisayar programlama bu çağın alfabesi. Kumaşın bile akıllısının tasarlandığı, buzdolabında biten sütün kendi siparişini verdiği, siyasetin ve elbette dış politikanın bile siber casusluk maharetiyle yeniden tarif edildiği bir yeni çağa geçerken kodlama, mühendislerin tekeline bırakılamayacak kadar önemli bir beceri oldu. Artık elimizin değdiği her şeyin arkasında yazılım olanı makbul. İşte tam da bu nedenle dünyada hummalı bir kodlama yarışı başlamış durumda. Çünkü şurası çok açık, geçmiş yüzyılın yarışından bağımsız olarak bu yeni ekonomide çocuklarına kodlama becerisini daha hızlı ve yaygın bir şekilde kazandıran ülke bu yeni çağın yükselen ekonomisi olacak.
100 YILDA BİR GELEN FIRSAT!
Malum biz bir önceki ekonomik yarışı kaybettik. Sanayileşmeye geç kalmanın bedelini çok ağır ödedik. Ödüyoruz. Son yüzyıldaki tüm olumlu çabamız gelişmiş ülkeyle aramızdaki makası bırakın kapatmayı, sabit tutmaya bile yetmedi. Makas açılıyor çünkü biz o yarışa geç başladık. İşte tam da bu nedenle şimdi aynı hatayı tekrar etmemek için elimizi sıkı tutmamız gerekiyor. Çünkü futboldaki gibi son dakika gollerle turu geçmenin mümkün olmadığı, son treni kaçıranın yaya kaldığı bir yarış bu. Ya bu trene binip yeni ekonomiye geçeceğiz ya da bir yüzyıl daha gelişen dünyaya küfür ederek kendimizi avutacağız. Tercih bizim.
YARIŞ YENİ BAŞLADI!
Şu an gelişen dünya da gelişmekte olan dünya da yarışın farkında. Herkes hummalı bir şekilde çocuklarına kodlama öğretmenin yolunu arıyor. Ama başta Estonya ve Finlandiya olmak üzere bazı ülkeler kodlama dersini 1. sınıftan itibaren tüm müfredata koymuş durumda. İngiltere ise daha evvel, 5 yaşında çocuklara kodlama algoritmasını yapboz ve diğer oyunlarla öğretmeye başladı. Bütün bu reformlar çok yeni, bir kısmı birkaç aylık!
SOMUT BİR ÖNERİ: 1. SINIFTA “KODLAMA”!
Hani arada soruyorsunuz ya “Hocam iyi de somut olarak ne yapalım?” buyurun size çok somut bir öneri. Gelin Türkiye’yi Finlandiya ve Estonya ligine sokalım ve kodlamayı çocuklarımıza daha birinci sınıfta alfabeyle birlikte öğretelim. Şu anda eğitim için yapabileceğimiz en somut öneri bu. Afaki bir öneri de değil. Türkiye’de pek çok özel okul zaten bu işe pilot uygulama olarak başlamış durumda. Bahçeşehir Kolejleri bu konuda güzel bir Türkçe kılavuz kitap bile basmış. Olmayan bir uygulama değil.
5. SINIF ÇOK GEÇ!