Cumhurbaşkanı, çalışmanın içeriğiyle ilgili detaylara girmedi. Ancak açıklaması basında birçok haber ve spekülasyonu beraberinde getirdi. Cemevlerine “kültür merkezi” statüsü verilmesi, Alevi dedelerine maaş bağlanması, cemevlerinin elektrik ve su giderlerinin devlet tarafından karşılanması gibi başlıklar sıralandı muhtemel adımlar olarak.
Bu dosyanın geçmişteki seyrini izleyenler açısından AK Parti’nin 19 yıllık iktidarı döneminde bundan önce de benzer çalışmalar yapıldığı, gelgelelim bu hazırlıkların bir yere varmadığı hatırlardadır. Hatta 2010 yılında düzenlenen kapsamlı bir çalıştay süreci sonunda bir dizi somut adım önerilmişse de bunların hemen hemen hiçbiri hayata geçirilmemiştir.
2010 yılındaki bir AİHM kararının (Sinan Işık/Türkiye Davası) gereği olarak yeni kimliklerde din hanesinin yalnızca çipte tercihli hale getirilmesi ve bir başka karar sonucu zorunlu din dersleri müfredatına Alevilikle ilgili -AİHM’nin yetersiz bulduğu- bazı eklemelerin yapılması geçen dönemin başlıca adımları olmuştur bu alanda.
STRASBOURG’UN GÜNDEMİNDE ALEVİ DOSYASI VAR
Bu kez farklı olabilir mi? Bunu yaşanan tecrübenin ışığında bekleyip görmek gerekiyor. Ancak Erdoğan’ın değindiği çalışmanın birden gündeme gelmesinin gerisinde muhtemelen Avrupa Konseyi faktörünün de bulunduğunu bir tahmin olarak öne sürebiliriz.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 30 Kasım’da başlayacak olan AİHM kararlarının uygulanmasıyla ilgili “gözden geçirme” toplantısının gündemine baktığımda, mahkemenin Alevilerin sorunları hakkında karara bağladığı, ancak Türkiye’nin uygulamadığı dosyaların da bulunması dikkatimi çekti.
AİHM kararlarının uygulamasını Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadı olan Bakanlar Komitesi denetliyor. Komite, bu amaçla belli aralıklarla bazen bakanlar, daha çok da daimi delegeler düzeyinde toplanıyor.
30 Kasım-2 Aralık tarihleri arasındaki toplantının açıklanmış muhtemel gündemi içinde Türkiye ile ilgili bir dizi konu var. Bunlar arasında AİHM’nin
“Bugün burada masumiyet ve lekelenmeme derken insan onuruna saygıyı konuşuyor olacağız” diye sözlerine başlıyor Adalet Bakanı.
Gül, konuşmasının girişinde çok kısa bir şekilde güncel bir tartışmaya gönderme niteliği taşıyan bir ifadeyi de kayda geçiriyor. Konuşmasının dikkat çekici bu bölümü şu sözlerinde karşımıza çıkıyor:
“Bizim rehberimiz hukuktur, bizim rotamız hukuktur, bizim kılavuzumuz hukuktur. ‘Biz yapalım, hukuk arkadan gelsin’ değil, ‘hukuk önden yürüsün, biz ona göre kendimizi ayarlayalım’ anlayışıdır hukuk devleti.”
Bu beyan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 26 Ekim tarihinde kadın muhtarlara hitaben yaptığı bir konuşmada, metruk binaların yıkımında karşılaşılan sorunlardan söz ederken sarf ettiği “Mahkeme kararı var yıkamıyoruz... Ya arkadaş, sen gece yık. Mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin” şeklindeki tartışma yaratan sözlerinden sonra geliyor. Bu yönüyle, Soylu’nun ifade ettiği çizgiden farklı bir hukuk anlayışını ortaya koyuyor Adalet Bakanı Gül.
462 BİN KİŞİ HAKKINDA SORUŞTURMAYA GEREK YOK KARARI ALINDI
Gül’ün konuşmasının ağırlığını “lekelenmeme hakkı” bağlamında Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) 2017 yılında yapılan, savcıların gelen ihbarların değerlendirilmesinde takdir hakkını genişleten değişiklik oluşturuyor. Gül, “Bu önemli değişiklik hiç kimsenin asılsız, soyut, mesnetsiz isnatlarla suçlamalara maruz kalmaması için getirildi” diyerek, bunun sonucunda 462 bin kişi hakkında soruşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğini anlatıyor.
Değindiği bu konu, kendisinin bakan olmasından kısa bir süre sonra yapılan yasal bir düzenlemeyle CMK 158’inci maddesine “İhbar ve şikâyet konusu fiilin suç oluşturmadığının herhangi bir araştırma yapılmasını gerektirmeksizin açıkça anlaşılması veya ihbar ve şikâyetin soyut ve genel nitelikte olması durumunda soruşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilir. Bu durumda şikâyet edilen kişiye şüpheli sıfatı verilemez” hükmünün eklenmesiyle ilgili.
ESKİDEN HERKES ‘ŞÜPHELİ’ DURUMA DÜŞÜYORDU
Prof. Arslan, bu çerçevede Foucault’ya atıfla Avrupa’da bir zamanlar kişinin suçsuz olduğunun kendisi ya da yakınları tarafından ispatlanmasını zorunlu kılan bir yargılama modelinin benimsendiğini belirtiyor. Bunu yaparken Fransız düşünürün verdiği bazı örnekleri de hatırlatıyor.
SUÇSUZLUĞUN KANITLANMASI İÇİN SU İŞKENCESİ
Buna göre, tarihte suçsuzluğun kanıtlanması amacıyla başvurulan bedensel sınamalar da söz konusuydu. Bunlardan biri “su işkencesi” denen bir yöntemdi. Bu yöntemde suçlanan kişinin sağ eli sol ayağına bağlanıyor ve kişi suya atılıyordu.
Prof. Arslan, “Boğulmazsa suçlu, boğulursa suçsuz olduğu anlaşılıyordu. Boğulmadığında suçluydu, zira su bile onu kabul etmiyordu. Suçsuz olduğunu ispatlaması için suyun onu kabul etmesi yani boğulması gerekiyordu.”
AYM Başkanı’nın aktardığı örneğe bakılırsa, suçlanan kişi her iki şıkta da kaybediyordu.
Prof. Arslan, bu korkutucu örneği verdikten sonra “Suçluluk karinesinden suçsuzluk karinesine geçiş uzun ve sancılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Bu nedenle masumiyet karinesinin ve bunun yanında elbette tüm temel hak ve özgürlüklerin değerini bilmek durumundayız” diye ekliyor.
KAMU GÜCÜ KULLANANLAR KİŞİLERİ SUÇLAMAKTAN KAÇINMALI
“
Aslında bundan daha doğal ne olabilir ki? Aksi mi düşünülecekti?
Azımsanmayacak bir kesimde, önemli bir sanat-kültür mekânında Atatürk’ün isminin devamının dahi bir rahatlamayla karşılanmasının, pekâlâ farklı bir tercihe gidilebileceği konusunda belirmiş düşüncelerden, daha doğrusu kaygılardan kaynaklandığı anlaşılıyor.
Tabii Atatürk’ün adının kaybettirilmek, silinmek istendiği yolundaki kaygılar durup dururken ortaya çıkmıyor. Buna kaynaklık eden birçok neden gösterilebilir. Atatürk’e açıkça saygısızlık anlamına gelen, hakaret içeren kimi hareketlerin, tavırların çok yakın zamanlarda da sergilenebilmiş olması bu alandaki hassasiyetleri besliyor.
Örneğin, Ayasofya’da vaaz veren bir hocanın ismini geçirmeden Atatürk’e ağır ifadelerle saldırması, yakın zaman kesitinden aktarılacak örneklerden yalnızca biridir.
10 Kasım’ın yıldönümünde bu gibi şahısların isimlerini burada geçirmek, Atatürk’ün adını onlarla birlikte anmak bu değer bilmezliğe prim vermek olacaktır.
ATATÜRK KARŞISINDA SAMİMİYET GEREĞİ
Atatürk’ü sahiplenen çoğunluk, ona yapılan bu gibi saygısızlıklar karşısında gereken tepkiyi her zaman kuvvetli bir şekilde gösterecektir.
Bununla birlikte,
Bu açıklamaları, kendisinin toplantı sırasında muhalefet tarafından getirilen eleştiriler ve yöneltilen sorulara yanıt vermek üzere söz aldığı oturumun son bölümünden aktarıyorum.
Dışişleri Bakanı’nın bu beyanlarından biri, Türkiye’nin bugün izlemekte olduğu dış politikada ABD ve Rusya karşısında sıkıştığı yolundaki eleştirileri konu alıyor. Çavuşoğlu, “Biz Rusya ile Amerika arasındaki dengeyi kendimize güvenerek yapıyoruz. Bu bir yalpalama değildir, o ikisinin arasında bir sıkışma değildir. İşimize nasıl geliyorsa öyle yaparız ve karşılıklı çıkarlar temelinde yaparız” diye konuşuyor.
Bakanın bu sözlerinin önemi, en azından Türkiye’nin ABD ile Rusya arasında bir dengeyi gözetme çabası içinde olduğunu ifade etmiş olmasıdır. Bakan, bu “dengenin yapıldığı” görüşündedir.
‘ABD İKİYÜZLÜ’
Çavuşoğlu, gözettiklerini söylediği dengenin kutuplarından biri olan ABD’den eleştirilerini sakınmıyor. Kısaca CAATSA diye bilinen Rusya’dan silah alan ülkelere uygulanan yaptırımları düzenleyen “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası” bunlardan biridir.
Üzerinde durduğu konu, ABD’nin Rusya’dan Türkiye gibi S-400 almakta olan Hindistan’a CAATSA’dan muafiyet getirilmesi amacıyla yaptığı hazırlıklardır. Çavuşoğlu, ABD’nin bu başlıktaki tutumunu “samimiyetsizlik, çifte standart ve ikiyüzlülüğün göstergesi” olarak nitelendiriyor. Bu eleştirisini “Şimdi sen NATO müttefikine (Türkiye) yaptırım diyeceksin, sonra başka yerlerde işbirliği yapıyorum diye Hindistan’a işbirliği düzenleyeceksin...” diye gerekçelendiriyor.
ABD, ALMANYA VE DEMOKLES’İN KILICI
Çavuşoğlu
Modern ve büyük kent kabul edilmenin ölçütlerinden biri de o kentin evrensel kültür ve sanata olan katkılarıysa, bu ölçütün izleneceği, yaratıcılığın hissedileceği alanlardan biri de caz kulüpleridir. Büyük şehirler aynı zamanda caz mekânlarıyla da tanınırlar. New York dediğimizde Village Vanguard ve Blue Note hemen akla gelir. Londra konu olduğunda ise Ronnie Scott’s... Bu ölçekteki caz kulüplerinin İstanbul’daki karşılığı Nardis’tir. ‘Down Beat’ gibi ABD’nin en prestijli caz dergisinde her yıl yayımlanan dünyanın en önemli caz mekânları listesinde artık İstanbul’un karşısında Nardis’in adı yazılıdır.
Nardis, 20 yıla yakın süre zarfında Türkiye’de caz müziğinin gelişmesinde birçok düzlemde değerli işlevler görmüş, bu müzik tarzını ileri taşımıştır. Kuşkusuz, en başta caz müziğinin canlı icra edildiği bir kulüp olarak cazseverlere hoş ve nezih bir atmosferde cazın zenginliğini yaşayabilecekleri bir ortam sunmuştur. Haftada altı akşam ayrı bir grubun sahneye çıktığını hesaba katarsak, geçen sürede toplamda neredeyse 5 binden fazla konser ediyor.
Ancak bir mekân olarak bundan çok fazlasıdır Nardis. Öncelikle, Türkiye’de caz müzisyenlerinin sahneye çıkıp kendilerini ifade edebilecekleri, sanatlarını icra edebilecekleri bir yaşam alanıdır. Türkiye’deki caz müzisyenleri açısından bu imkânların çok sınırlı olduğu dikkate alınırsa, Nardis 20 yıla yaklaşan bir süre bu sahneyi ayakta tutarak caz sanatçıları için bir vaha olmuştur. Pek çok genç müzisyen sahneye ilk kez burada adım atmış, caz kulübünün tozunu burada yutmuş, “Bu müziği yapabilirim” duygusunu burada kazanmıştır. Nardis bu müzisyenlerin serüvenlerinde, gelişmelerinde sağlam bir zemin olmuştur.
GENÇLERE AÇIK BİR SAHNE
Nardis’in her yıl düzenlediği ‘Genç Caz Vokal Yarışması’ kanımca Türkiye’de caz müziğine yapılan en değerli katkılardan biridir. Başlangıcından beri jüri üyesi olduğum bu yarışmada sahneye çıkan, aralarında sıkça lise öğrencilerinin de yer aldığı gençlerin heyecanlarını, yeteneklerini, enerjilerini, tutkularını yakından gözlemek, benim için her seferinde eşsiz bir tecrübedir. Her yarışmanın sonunda Nardis’in kapısından çıktığımda, Türkiye’nin beşeri sermayeden, yetenekten, yaratıcılıktan yana hiçbir sıkıntısı olmadığı, ne kadar zengin bir insan kaynağından güç aldığı düşüncesiyle, karamsarlığımı aşarak umutla yola koyuluyorum.
Bu sürpriz, Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemlerinde Avrupa seçeneğine dönebileceğine, daha doğrusu dönmekte olduğuna ilişkin bir açıklamaydı.
Erdoğan’ın bu çıkışı, pazar akşamı düzenlediği basın toplantısında İtalya Başbakanı Mario Draghi ile görüşmesinin sonuçlarını anlatırken geldi.
Cumhurbaşkanı, Draghi ile buluşmasından sonra İtalya ile ilişkilerin geleceğini nasıl gördüğüne ilişkin bir soruyu yanıtlarken aynen şunları söyledi:
“Bugün yaptığımız görüşmelerden sonra da şunu gördüm: Yani İtalya ile iyi şeyler düşünüyorum. Bundan sonraki süreçte de başta savunma sanayii olmak üzere SAMP-T konusunda Fransa, İtalya, Türkiye üçlüsü olarak bu konuda olumlu adımlar atacağız ve bu olumlu adımlarla birlikte de ardımızda şu andaki ticaret hacmini çok daha yukarılara çıkarmak durumundayız. En az 30 milyar dolar gibi bir rakama ulaşmayı hedefliyoruz.”
AVRUPA SEÇENEĞİ KUVVEDEN FİİLE ÇIKIYOR
Erdoğan, Roma’da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile de buluşmuştur. Buna karşılık Fransız muhatabıyla görüşmesini gazetecilere anlatırken SAMP-T dosyasına girmemiştir.
Bununla birlikte Draghi ile görüşmesinin aktarımında, SAMP-T füze savunma sistemleri konusunda Türkiye, İtalya ve Fransa arasında üçlü bir mutabakat çerçevesinde ileri doğru bir hamle yapılacağından kesine yakın ifadelerle söz ediyor Cumhurbaşkanı.
Her halükârda, kendisinin bu ifadelerinden bir dönem Türkiye’nin gündeminde olan ancak Rusya’dan S-400 sistemlerinin tercih edilmesi ve araya giren başka bir dizi siyasi nedenle gündemden düşen Avrupa seçeneğinin yeniden Ankara’nın gündemine yerleştiğini anlıyoruz.
Geçen hafta 27 Ekim Çarşamba günü yapılan BMGK toplantısının tutanakları, Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında görünüşte Suriye üzerinden yaşanan bir gerilimi gözlemek bakımından dikkat çekici bir içerik taşıyor.
Buna karşılık Çin Halk Cumhuriyeti’nin birden Türkiye’ye Suriye’de cephe almasının gerisinde Türkiye’nin Uygur Türkleri konusunda aldığı eleştirel tutumun yattığı anlaşılıyor.
ÇİN’DEN ALIŞAGELMEDİK BİR SUÇLAMA
Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM nezdindeki Daimi Delegesi Büyükelçi Geng Shuang, BMGK toplantısında Suriye’de sahadaki insani durumu anlatırken, sözü birden Türkiye’ye getiriyor. Çin Büyükelçisi, “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunu yasa dışı bir şekilde işgal etmesinden sonra Allouk su istasyonundan su arzını sık sık kestiğini” iddia ediyor. Büyükelçi, “Bu durumun yüz binlerce insanı etkilediğini, ayrıca BM’nin bölgedeki insani yardım çabaları açısından muazzam güçlükler yarattığını” ileri sürüyor.
Çin Daimi Delegesi, konuşmasında Türkiye’ye uluslararası insancıl hukuk da dahil olmak üzere uluslararası hukuka uygun davranması çağrısında bulunuyor. Bu çerçevede Türkiye’ye dönük olarak sivillerin korunması, altyapı hizmetlerinin sürdürülmesi ve BM’nin insani yardım faaliyetlerine erişiminin güvence altına alınması talebini de sıralıyor.
Kuşkusuz, Çin’in bir BM Güvenlik Konseyi toplantısında Türkiye’yi bu kadar kuvvetli ifadelerle eleştirmesi çok alışılagelmiş bir durum değil. Bunun nedenini değerlendirmeden önce BMGK toplantısında yapılan bir başka konuşmaya bakalım.
RUSYA DA HAK İHLALLERİNDEN SÖZ EDİYOR
Oturumun ilginç bir diğer noktası, Çin temsilcisinden önce söz alan Rusya’nın BM nezdindeki Daimi Delege Yardımcısı