Bu gözlem yalnızca AB raporlarına dönük değil; AB’nin yaptığı tespitlere, getirdiği eleştirilere önemli ölçüde Ankara’nın verdiği tepkileri de içeriyor.
Daha önce yaptığınız değerlendirmeleri tekrarladığınızı fark ettiğinizde, yaşanmış bir anı bir daha yaşama duygusunun içinde buluyorsunuz kendinizi. Sonuçta Türkiye-AB ilişkisini izleyen, bu ilişki üzerine fikir imal etmeye çalışan gözlemcileri sıkıntılı bir ruh hali bekliyor, sizin anlayacağınız.
EN ÇOK KULLANILAN TERMİNOLOJİ: GERİYE GİDİŞ
Bu gözlemi önce AB tarafının kullandığı standart terminoloji üzerinden ileri sürmek mümkün. Şöyle ki, son yıllarda özellikle demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi alanlarda AB raporlarında Türkiye hakkında en çok kullanılan ifadelerden biri gerileme, geriye giriş anlamındaki “backsliding” fiili.
Bu raporları düzenli izleyenler açısından her seferinde başvurulan pratiklerden biri, barometreye bakar gibi, bu sözcüğün kaç kez kullanıldığını karşılaştırmalı bir şekilde incelemek oluyor. Geçen yıl 10 Ekim 2020 tarihinde “Türkiye-AB ilişkisinin dokusu değişiyor” başlığıyla yayımlanan 2020 AB raporuyla ilgili yazımı dün yeniden okurken şunu gördüm: Bu yazıda “backsliding” sözcüğünün tam 26 kez kullanıldığı tespitini yapmışım. Bir önceki 2019 raporunda ise 27 kez kullanıldığını hatırlatıp eklemişim:
“Aslında ikisini yan yana koyduğumuzda, AB Komisyonu’nun bu başlıklarda geriye gidişi bir süredir Türkiye’deki yerleşik yöneliş olarak gördüğü ortaya çıkıyor.”
Peki bu yılki raporda kaç kez kullanılmış? Toplam 120 sayfa tutan raporda tam 33 kez tekrarlanmış. Buradaki artıştan yola çıkarak, değindiğimiz yerleşik geriye gidiş yönelişinin AB’nin gözünde daha da ağırlaşmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz, rapora hâkim olan ana bakışı anlatmak açısından.
TÜRKİYE AB’DEN
Aynı yazıda, İçişleri Bakanlığı Göç İşleri Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerinden yola çıkarak, Kohen’in makalesinin çıktığı 2012 yılının sonu itibarıyla Türkiye’de “geçici koruma” altına alınmış Suriyeli sığınmacıların sayısını da 14 bin 237 olarak aktarmıştık.
Dosyaları dün yeniden gözden geçirirken, bu verilere karşılık, 2012 yılı sonu itibarıyla Suriyeli sığınmacı sayısının gerçekte bu rakamın bir hayli üstüne çıkmış olduğunu fark ettim. Yanlış bilgilendirmeyi düzeltmek için bu yazıda vereceğim rakamlarla konuya açıklık getirme ihtiyacı duyuyorum.
REJİMİN ÇÖKMESİ BEKLENİYORDU
Bu arada, konuyu başka kaynaklardan araştırırken, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nun 20 Ağustos 2012 tarihinde, yani Kohen’in uyarı yazısından tam sekiz gün önce Hürriyet’te yayımlanan, köşe yazarı İsmet Berkan’a verdiği ilginç bir mülakatla karşılaştım.
Davutoğlu, bu mülakatta Suriye karşısında izlenen politikayı kuvvetli bir şekilde savunurken, “Suriye’de halkı ayaklanmaya biz çağırmadık, biz teşvik etmedik. Herhangi bir ülkede halka ‘ayaklanın, demokrasi isteyin’ diyecek olursak bu o ülkelerin içişlerine karışmak olur. Suriye’de halk sokağa çıktı. Biz ondan sonra Suriye halkını destekledik. Tutumumuz belli, biz Suriye halkının yanındayız” diye konuşuyor.
Dışişleri Bakanı, özellikle Suriye’nin kuzey bölgelerinde kara ordusunun hakimiyeti kaybettiğini belirterek, “Şam’da bile şehrin önemli bir bölümü muhalefetin kontrolünde artık. Esad o yüzden hava kuvvetlerini kullanmaya başladı. Bu yüzden katliamların boyutu da büyüdü, maalesef artık daha fazla insan öldürüyor rejim. Kendi halkını havadan bombalıyor” diye ekliyor.
Hatırlanacaktır, o tarihlerde Suriye ordusunun sahada gerilemeye başlaması birçok çevrede rejimin kısa zamanda düşebileceği yolunda kuvvetli beklentilere de yol açmıştı. Örneğin, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki hafta sonra 5 Eylül 2012 tarihinde AK Parti’nin genişletilmiş grup toplantısındaki konuşmasında “İnşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız” şeklindeki sözleri, o dönemin en çok iz bırakan beyanlarından biridir.
ANKARA KRİTİK EŞİĞİ 100 BİN OLARAK BELİRLEMİŞTİ
“Sami Bey o zaman ne yazmış acaba” merakıyla metni okumaya başladığımda, Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili bugün içinde bulunduğumuz sıkıntılı duruma ışık tutan kapsamlı bir eleştiri yazısıyla karşı karşıya olduğumu fark ettim.
TÜRKİYE ESAD İLE KÖPRÜLERİ ATTIKTAN SONRA
Bu yazıya geçmeden önce o dönemdeki konjonktürü hatırlayalım. Suriye’de ilk gösterilerin 2011 ilkbaharında patlak vermesinden sonra Türkiye, uzun bir süre Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile diyalog içinde kalarak kendisini reform adımları atması yönünde ikna etmeye çalışmıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu ve başka yetkililer bu amaçla Şam’a giderek Esad ile görüşmüş, ancak bu yöndeki ısrarlı telkinler bir sonuç getirmemişti.
Rejimin muhalefete sert bir karşılık vermesiyle birlikte girilen tırmanmayla Suriye kısa zamanda bir içsavaş sarmalına girmişti. Türkiye 25 Mart 2012 tarihinde Şam’daki büyükelçiliğini kapatmış, rejimle köprüleri atarak bütün ağırlığıyla Suriye muhalefetini hem askeri hem de siyasi olarak desteklemeye yönelmişti. Kohen’in yazısının yayımlandığı 28 Ağustos 2012 tarihi, Türkiye’nin rejimi devirmek üzere içsavaşta açıkça taraf olmasından sonraki döneme denk geliyor.
Hükümetin bu tercihi o dönemde Türkiye’de tartışmalara yol açmıştı. Kohen de yazısını zaten Davutoğlu’nun Türkiye’nin izlediği bu politikanın pekâlâ isabetli olduğunu savunmak üzere o günlerde yaptığı bir dizi açıklamayı değerlendirmek üzere kaleme almış.
TÜRKİYE’NİN
ELİNDEKİ ÜÇ SEÇENEK
Kohen
Sami Kohen’e 14 Şubat 2019 tarihinde “Global İlişkiler Forumu” isimli düşünce kuruluşu tarafından onur üyeliği takdim edilmesi dolayısıyla düzenlenen törende, kendisini takdim konuşmalarından birini yapmam istenmişti.
Kariyerinin ilk döneminde uzun yıllar diplomasi muhabirliği yapmış ve zaman zaman bazı gelişmeleri Sami Kohen ile sahada birlikte izlemiş, ayrıca bir dönem Milliyet’te kendisiyle birlikte çalışmış bir gazeteci olarak, bu alanın duayeni hakkında kürsüden bu konuşmayı yapmak, benim açımdan kıvanç duyulacak bir olaydı.
Konuşmamda iki düzlemde değerlendirmiştim Kohen’in gazeteciliğini ve yazarlığını. Bunlardan birincisi, Türkiye’de dış haberciliğin gelişmesinde, dış politika yorumculuğunun yerleşmesinde oynadığı roldü. İkincisi, bu rolü oynarken mesleki ölçülerde, gazetecilik standartlarında çıtayı yükseğe çekmiş olmasıydı.
DIŞ HABERCİLİĞİN ÖNÜNÜ AÇTI
Birincisiyle başlarsak, Türk basınında dış haberciliğin önünü açan, ilk kez bir dış haberler servisi kuran, çalıştığı gazetede yalnızca dış haberlere ayrılmış bir sayfa hazırlanmasının başını çeken gazeteci olarak görüyoruz kendisini. Tabii 1950’li yılların başlarından, haberleşme imkânlarının bugünkü gibi gelişmediği bir dönemden söz ediyoruz. Bu yönüyle gazetelerin dış haberler servisleri dünya ile Türkiye arasında en önemli köprülerden biri olma işlevini görüyorlardı.
Kohen’in bu alanda getirdiği bir yenilik, dış haberci olarak masada kalmayıp sıkça sahaya çıkması, gazete merkezinde dış haberler servisini yönetip bu sayfayı hazırlarken, mesaisini muhabirlik ve köşe yazarlığıyla da tamamlamasıydı.
İlk yurtdışı görevi 1955 yılında Kıbrıs sorunu üzerinde Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık dışişleri bakanları (Zorlu, Stefanapoulos, Macmillan) ve adadaki iki cemaatin liderleri (Dr. Küçük ve Makarios) arasında yapılan Londra Konferansı’nı izlemek olmuştu. Daha sonra 1965 yılında “Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” Başpiskopos Makarios ile Türk basınından ilk mülakatı yapan gazeteciydi.
Sonuçta günlük gazetede çalışmaya 1950 yılında başladığını, geçen 27 Nisan 2021 tarihine kadar Milliyet’teki köşesini düzenli bir şekilde yazdığını ve en son 25 Eylül tarihine kadar haftada bir mülakat şeklinde değerlendirmeler yaptığını dikkate aldığımızda, 70 yılın üstüne çıkan bir tecrübe söz konusu.
Buluşmadan sonra ikisinin birlikte düzenledikleri basın toplantısını izleyenler, 16 yıldır yürüttükleri mesainin muhasebesinden ve bu süre içinde aralarındaki diyalogun seyrinden genel hatlarıyla memnuniyet duyan iki muhatap buldular karşılarında.
Gerek Merkel’’in gerek Erdoğan’ın açıklamaları, karşılıklı olarak birçok konuda yaşadıkları görüş ayrılıklarına ve halen sürmekte olan sorunlara rağmen, ilişkinin seyrinin bütününe bakıldığında olumlu bir bakışa sahip olduklarını ortaya koydu.
Bu arada, sıcak bir ortamda geçen basın toplantısında birbirlerinden övgüyü de esirgemediler. Örneğin Merkel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ikili işbirliğine önem atfettiklerini belirterek, “Türkiye’de çok şey gelişti. Çok gelişme oldu altyapı açısından olsun, İstanbul’a baktığımızda bunu görüyoruz... Son defa Ankara’ya geldiğimde ne kadar önemli bir idari yapı, bir yönetimin burada olduğunu... Orada yaşayan insanlar(ın) ekonomik sorunlara rağmen standartların yükseldiğini de görebiliyordum” şeklinde konuşması, Erdoğan dönemine dönük kuvvetli övgü ifadeleridir.
Keza Erdoğan, zaman zaman Şansölye Merkel ile “Sıkıntılı dönemler yaşamakla birlikte bunları aşıp işbirliğini ileri taşımayı her zaman başardıklarını” söyledi. Merkel’in “her zaman sağduyulu ve çözüm odaklı bir yaklaşım sergilediğini” anlattı.
TÜRKİYE’NİN TAM ÜYELİK PERSPEKTİFİNİN KAYBOLMASINDA ROL OYNADI
Kuşkusuz, geride bıraktıkları 16 yılın muhasebesinde krizli dönemler de var. Örneğin, 2017’de Türkiye’deki başkanlık sistemine ilişkin anayasa referandumu öncesinde Berlin’in AK Parti’ye Almanya’da miting yapma izni vermemesi üzerine Erdoğan’dan gelen “Nazilik” de dahil ağır eleştirilerin, iki ülkenin ilişkilerini soktuğu türbülanslar hafızalardan silinmiş değildir. Buna karşılık son tahlilde karşılıklı çıkarların ağır basması ve özellikle Merkel’in geleneksel pragmatizmi ile bu gibi sarsıntılar bir şekilde aşılmıştır.
Geride bıraktığımız döneme baktığımızda, Şansölye Merkel’in Türkiye karşısındaki politikasında ana başlıklarda şu yönelişlerin altını çizmek mümkündür.
Türkiye ile AB arasındaki tam üyelik görüşmelerinin bugün gündemden düşmüş olması, hem AB hem de Türkiye cephesindeki pek çok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucudur. Ancak Avrupa cephesine baktığımızda şunu görüyoruz: Tam üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005 tarihinde başlamasından çok kısa bir süre sonra 22 Kasım 2005 tarihinde
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun çarşamba günü “Bizim de yapmamız gereken kendi göbeğimizi kendimiz kesmektir” şeklindeki çıkışını, önceki gün Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “Yapılması gereken ne varsa bugüne kadar yapıldığı gibi, yeri ve zamanı geldiğinde aynı şekilde yapılacak” yolundaki beyanı izledi.
Erdoğan’ın işbirliği için adres gösterdiği “Oralarda etkin olan güçler” ifadesiyle kastettiği kuşkusuz öncelikle Rusya. Peki Rusya, Tel Rıfat’ta YPG’ye karşı Türkiye ile işbirliğine girer mi? Girmediği takdirde Türkiye’ye tek başına yürüteceği bir operasyon için yeşil ışık yakabilir mi? Yakmadığı takdirde, Türkiye Rusya’ya rağmen kendi başına bu harekâta kalkışabilir mi? Yani Çavuşoğlu’nun benzetmesinden hareketle sorarsak, Türkiye Tel Rıfat’ta kendi göbeğini kendisi kesebilir mi? Böyle bir adımın riskleri ne olur?
TARTIŞMA 2018’DE ‘ZEYTİN DALI’ HAREKÂTI İLE BAŞLADI
Bu sorulara yanıt vermek için biraz gerilere gitmek ve yakın geçmişte Tel Rıfat’ta yaşanan gelişmeleri, bu bölgeyle ilgili yapılan tartışmaları ve yürütülen müzakereleri kısaca hatırlamak, bugünü anlamamız bakımından yol gösterici olabilir.
Bugünküne benzer bir tartışmanın ilk olarak 2018 yılında patlak verdiğini hatırlayarak başlayalım. Daha doğrusu, Türkiye’nin 2018 yılı başında Afrin bölgesinde icra ettiği “Zeytin Dalı Harekâtı” ile birlikte gündeme giren bu meselenin aslında hiç kapanmadığını, ucu açık bir şekilde bugüne dek uzandığını belirtmeliyiz.
PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG/PYD yapılanmasının 2014 yılında ilan ettiği “Özerk Yönetim” çerçevesindeki üç kantondan biri (diğer ikisi Cezire ve Kobani) Esad rejiminin içsavaş başlayınca 2012 yılında kuzeyden çekilmesi sonucu aynı yıl YPG denetimine geçen Afrin’di.
Türkiye, 2016 Ağustos-2017 Mart döneminde Fırat’ın batısında Cerablus’tan başlayarak batıda Azez’e, güneyde El Bab’a kadar uzanan “
ABD Dışişleri Sözcüsü, örgütün ismini geçirmeden NATO müttefiki Türkiye’ye sınır ötesinden yapılan saldırıları kınadıktan sonra öldürülen polislerin ailelerine de başsağlığı dileklerini iletti.
Sözcü, açıklamasında ismini telaffuz etmese de bu olayın sorumlusu olan örgüt, Rusya’nın kontrolündeki Tel Rifat bölgesinde mevzilenmiş PKK/YPG’dir.
ABD, TÜRKİYE’NİN HAREKÂTINA KARŞI
Bu brifingin dikkat çekici bir yönü, bir gazetecinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “ABD’nin desteklediği Kürt güçlerine karşı yeni bir harekât düzenlenebileceğinin işaretini verdiğini” söylemesiyle, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine dönük yeni operasyon tartışmasının da gündeme gelmesiydi.
Price “Sınır ötesi saldırıların durdurulması gerektiğini” belirterek “Ateşkes bölgelerinin tüm tarafların riayet etmesi suretiyle korunması, Suriye’de istikrarın güçlendirilmesi ve krize siyasi bir çözüm bulma çalışmaları açısından çok önemlidir” diye konuştu.
ABD Dışişleri Bakanlığı, ateşkes bölgelerinin korunması gerektiğini belirterek, Türkiye’nin yeni bir harekâtına da karşı olduğunu duyurmuş oluyor. Biden yönetimi, Kuzey Suriye’de mevcut statükonun çatışma çıkmadan aynen sürdürülmesi yönünde bir tutum almış oluyor.
YPG, FIRAT’IN BATISINDA RUSYA, DOĞUSUNDA İSE ABD’NİN HİMAYESİNDE
Burada altını çizmemiz gereken bir nokta var. ABD Dışişleri’ndeki brifingde son saldırılar bağlamında yöneltilen soruda, Türkiye’nin muhtemel bir harekâtının “
Hafta başından bu yana Türkiye’nin ne gibi adımlar atabileceği yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı.
Kanaatimizce sahadaki gelişmeleri değerlendirebilmek için Tel Rifat civarında meydana gelen son hadiselerle bir süredir İdlib’deki ortaya çıkmış olan yüksek basınca bir bütünlük içinde bakmak yararlı olabilir. Böyle bir bakışla karşımızdaki kafa karıştırıcı tabloyu çözmeye çalışalım.
HMEYMİM ÜSSÜ’NDEN KALKAN RUS UÇAKLARININ ROTALARI
Önce geçen perşembe günü Suriye’nin batısında Lazkiye şehrinin yanı başında Rusya Hava Kuvvetleri’nin envanterindeki Hmeymim üssünden kalkan savaş uçaklarının düzenlediği iki operasyonu büyüteç altına yatırmak gerekiyor.
Birinci harekât, İdlib çatışmasızlık bölgesinde M-4 karayolu boyunca kuzey ve güneye doğru altı kilometre derinlikteki güvenlik koridoru içinde, yola hemen bitişik Basenkul köyünün civarındaki bir noktayı hedef aldı. Burası, Türkiye’nin Rusya ile yaptığı mutabakatlar çerçevesinde radikal gruplardan arındırma taahhüdünü üslendiği güvenli koridor. Sahadan gelen haberlere göre, Rusların bu koridorda gerçekleşen saldırısında, Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütüne bağlı 7 militan öldürüldü.
Aynı gün ilerleyen saatlerde yine Hmeymim’den havalanan bir Rus savaş uçağı, bu kez doğuda daha uzak bir noktaya yöneldi. TSK’nın denetimindeki Fırat Kalkanı bölgesinin başlangıcında, Mare kasabasına yakın Tuways’da bulunan TSK üssünün civarındaki bir sahaya iki atış yaptı. Burası Rusların kontrolündeki Tel Rifat bölgesinin hemen karşısında bulunuyor.
Bu harekâtın öncesindeki saatlerde Mare-Tel Rifat ekseninde büyük bir gerilim yaşanmıştı. Önce Tel Rifat çıkışlı olduğu anlaşılan bir PKK-YPG saldırısında, tanksavar silahıyla Tuways’taki TSK üssüne yakın noktada bir Türk askeri şehit edilmişti. Bunun üzerine buradaki TSK mevzilerinden Tel Rifat’taki PKK/YPG hedeflerine doğru kuvvetli bir topçu ve roket ateşiyle karşılık verildi. Rus savaş uçağı işte tam bu sırada devreye girdi.
Görüleceği gibi, TSK Rusya’nın nüfuz alanındaki Tel Rifat’ta PKK/YPG unsurlarını vurunca, durdurma amaçlı olduğu anlaşılan yanıt Rus hava kuvvetlerinden geldi.