Bu kabulde mutabık isek, önce salgınla mücadelenin en etkili aracı olan aşı kampanyasını doğru verilere dayanan bir çerçeve üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
İLK BAKIŞTA YÜKSEK GİBİ GÖRÜNÜYOR AMA...
Sağlık Bakanlığı’nın her gün düzenli bir şekilde güncellediği rakamlara baktığımızda, toplumun geniş bir kesiminin aşılanmasında bir hayli mesafe kat edildiği izlenimini alabiliriz.
Hatırlanacaktır, aşı kampanyası 13 Ocak 2021 tarihinde Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın canlı yayında aşı olmasıyla başlama vuruşunu yapmıştı. Geçen bir yıl zarfında 52 milyon 182 bin kişinin iki doz aşı yaptırmış olmasının önemi azımsanmamalıdır.
Sağlık Bakanlığı’nın web sayfasında yer alan ve önceki akşam (salı) saat 19.00 itibarıyla aşılamadaki durumu gösteren tabloda, “En az iki doz aşı olmuş 18 yaş ve üstü nüfusun oranı” yüzde 84.07 olarak verilmekteydi. Bu, kuşkusuz ilk bakışta etkileyici bir oran.
NÜFUSUN YÜZDE 62.4’Ü ÇİFT AŞILI
Bir kere, oranın bu kadar yüksek çıkması, yalnızca 18 yaş ve üstü nüfusa göre hesaplanmasından kaynaklanıyor. Peki ya nüfusun tümüne oranlarsak?
Türkiye İstatistik Kurumu’a (TÜİK) göre 2020 sonu itibarıyla nüfusun 83 milyon 614 bin kişi olduğu dikkate alındığında, 18 yaş üstü kategorisi için yüzde 84.07 olan aşılama oranı, toplam nüfusa göre bakıldığında yüzde 62.4’e düşüyor.
Yunanistan’ın bir turizm ülkesi olduğunu, turizm gelirlerinin komşumuzun bütçesi için taşıdığı önemi hesaba kattığımızda, ilk bakışta bu işi biraz esnek tutacakları gibi bir düşünce aklınıza gelebilir. Öyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Ülkeden içeri adım atabilmek için bir dizi formaliteyi aşmanız gerekiyor. Bunların önemli bir bölümü pek çok AB ülkesi açısından geçerli. Ama ülkelere göre farklılıklar da var. Örneğin Yunanistan’a girebilmek için önce 72 saat zarfında alınmış PCR testi ve AB’de geçerli olan bir aşı sertifikası sunmanız gerekiyor. Bu bilgiler önceden online aktarılıp onay alındıktan sonradır ki zaten bilet alınabiliyor. Size gönderilen onay kodunun havaalanına girişte onaylanması gerekiyor. Ayrıca, pasaport kontrolüne girmeden ilave PCR testi de yapılıyor havaalanında ve pozitif çıkarsanız 15 gün karantinaya alınıyorsunuz.
Diyelim ki bütün bu aşamaları geçtiniz ve havaalanından kente doğru yola çıkış yaptınız. Arkadaşımın dikkatini çeken, maske takma zorunluluğunun çok ciddiye alınması ve uygulamanın polis tarafından bir hayli sıkı bir denetiminin yapılması olmuş. Eşiyle rahat nefes almak için bir ara maskelerini çıkardıklarında polise yakalanmışlar. Bir ceza tutanağı düzenlenmiş ve ikinci kez yakalandıklarında 300 Euro ceza kesileceği bildirilmiş kendilerine.
“Ülkede her yere istisna olmaksızın maskeyle girmek zorundasınız” dedi arkadaşım. Her dükkân, lokanta, metro, kamuya açık binanın girişinde AB onaylı aşı belgesine ilişkin QR kodu cep telefonundan kontrol edilip onay bekleniyor. “Restoranların açık havada oturulan alanları da buna dahil. Sadece küçük dükkânlara aşı kartı olmadan, maskeyle girebiliyorsunuz” diye ekledi.
ALMANYA VE İTALYA’DA ÖNLEMLER ARTIYOR
Arkadaşımın Atina tecrübesini paylaştıktan sonra Avrupa Birliği’nde uygulanan koronavirüs önlemlerinin derecelerinde ülkeden ülkeye belli farklılıklar olabildiğini belirtelim. Fikir vermek bakımından bir iki ülkeden şu örnekleri aktaralım...
Almanya, özellikle Omikron varyantının yayılmasıyla birlikte COVID-19 önlemlerini daha da sıkılaştırmış durumda. 7 Ocak’tan itibaren uygulamaya konan bir dizi yeni önlemle restoranlar, kafeler ve barlara girişte müşterilerin artık iki doz aşıya ek olarak hatırlatma dozunu olduklarını da belgelemeleri, hatırlatma dozu yoksa negatif test sonucunu göstermeleri gerekiyor.
Bir başka anlatımla, iki doz aşı olmak da yeterli görülmüyor kalabalık mekânlara girmek açısından. Bu önlem sinema ve tiyatrolarda da uygulanıyor. Ayrıca başka pek çok sınırlama da söz konusu. Futbol maçlarının seyircisiz oynanması buna dahil.
Meseleyi değerlendirmek üzere yola çıkarken önce bu son kararların öncesindeki arka planı kısaca hatırlayalım. Özellikle aralık ayının sonundan itibaren küresel yönelişle de uyumlu bir şekilde, öncekilere kıyasla çok daha bulaşıcı olan Omikron varyantının yayılmasıyla birlikte, Türkiye’deki vaka sayılarında da yüksek bir artış eğrisi gözlenmeye başlamıştı.
Örneğin Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 27 Aralık haftasına günlük 26 bin vakayla girilmiş, bunu izleyen 3 Ocak’ta başlayan haftanın ilk günü toplam 45 bine yaklaşmıştı. Ve nihayet geçen hafta başı 10 Ocak Pazartesi günü 65 binin üstünde vaka kayda geçmişti. Geçen hafta 12 Ocak Çarşamba günü 77 bin 722 yeni vaka açıklandı.
Bir başka anlatımla, yaklaşık iki hafta içinde vakalarda üç kat dolayında bir artış söz konusuydu. Bu, yaklaşık iki yıldır süren salgının en yüksek günlük vaka rakamıydı. Bundan önce bir gün içinde kaydedilen en yüksek vaka sayısına 16 Nisan 2021 tarihinde 63 bin 82 vakayla rastlanmıştı.
Aslında geçen son iki hafta pek çok Avrupa ülkesinde de salgın yukarı doğru tırmanma eğilimini korumuştu. Günlük vakalarda İngiltere ve İtalya’da 200 bin, Fransa’da 300 bin, İspanya’da 150 bin, Almanya’da 80 bin eşikleri görülmüştü.
BELİRTİ GÖSTERMEYENE PCR TESTİNE SON
İşte vakalardaki tırmanış sürerken geçen hafta Ankara’dan birbirini izleyen iki kritik açıklama geldi. Birincisi, 12 Ocak Çarşamba akşamı, yani vakaların 77 bini geçtiği akşam duyuruldu.
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın yaptığı bu açıklamaya göre, aşısını ve hatırlatma dozunu olmuş “temaslı kişiler” artık karantinaya alınmayacaktı. Ayrıca, pozitif vakaların tamamı yedi gün izolasyonu tamamladıktan sonra test yaptırmaksızın izolasyondan çıkabileceklerdi.
Koca
Buna karşılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün AB’ye üye ülkelerin büyükelçilerini topluca kabul edip burada yaptığı uzun konuşmayı okuyunca, Ankara’da her şeye rağmen Avrupa’ya bir mesaj verme ihtiyacının duyulmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan, geçen yılın başında da AB’ye dönük kuvvetli bir çıkış yapmış, “Türkiye’nin geleceğini Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ettiğini” belirtmiş, bu beyanları bazı açılımların yapılabileceği yolunda beklentilere de yol açmıştı.
Ancak bu çıkışın arkasından verilen mesajları tamamlayacak adımlar gelmemiş, AB tarafı da bu durumu aynı şekilde, yani hareketsizlikle karşılamıştı. Sonuçta geride bıraktığımız 2021, ilişkilerin ciddi bir ilerleme sağlanmadan bir kilitlenme hali içinde seyrettiği bir yıl olarak geçmişti.
Erdoğan’ın konuşmasına bakılırsa bu yıl farklı olabilir mi? Bu soruya yanıt ararken önce Erdoğan’ın verdiği başlıca mesajlara bakalım.
AB’NİN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE ANAHTAR TÜRKİYE Mİ?
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında daha çok AB’nin neden Türkiye’yi gözden çıkaramayacağı, neden Türkiye ile çalışmaya mecbur olduğu tezinin vurgulanması dikkat çekiyor. Erdoğan, bir anlamda Türkiye’nin AB’ye karşı elinde tuttuğunu düşündüğü kartları Brüksel’e ve AB ülkelerinin başkentlerine gösteriyor.
Erdoğan, bu çerçevede AB’nin bugün karşı karşıya olduğu tehditlerin aşılmasında “anahtar ülkenin Türkiye olduğunu” belirtiyor. Yani “Sizin sorunlarınızın çözümü bizden geçiyor” mesajını veriyor.
Tahmin edilebileceği gibi hemen ardından konu özellikle göç meselesine geliyor. Cumhurbaşkanı, bu bölümde AB’ye önümüzdeki dönemde “
Dava bir gün içinde karara bağlandı. Sokrates, suçlu bulunup ölüme mahkûm edildiği açıklandığında, savunması için kendisine çok az süre verildiğinden hâkimleri suçsuzluğuna inandıramadığını söyleyecek, “Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük iftiralardan kurtulmak kolay değil” diyecekti.
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Zühtü Arslan, Sokrates’in duruşmasında süre azlığı konusundaki şikâyetini aktardıktan sonra filozofun esasen bu sözleriyle “silahların eşitliği” ilkesinin bir boyutuna işaret ettiğini belirtiyor. Bu, sanığın asgari haklarından olan “savunma için gerekli zamanın tanınması” gereğidir.
MAHKEME SALONUNDA ‘ADLİ DÜELLO’ YÖNTEMİ
Prof. Arslan, bu açıklamayı geçen pazartesi günü AYM’nin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile birlikte düzenlediği “Adli Yargılanma Güvencesi Olarak Silahların Eşitliği İlkesi“ konulu sempozyumun açış konuşması sırasında yaptı.
Sokrates, baldıran zehri içirilerek hayata veda etmişti. Ancak ölüme giderken kendisine tanınan sürenin adil olmadığından şikâyetçiydi. Bugünün hukuk kavramlarıyla baktığımızda, yargılamada silahların eşitliği ilkesi uygulanmamış, bunun sonucu “adil yargılanma hakkı” gözetilmemişti.
AYM Başkanı, konuşmasında silahların eşitliği meselesinin tarih içindeki seyrini aktarırken silah sözcüklerini çağrıştıran başka kavramlara da başvuruyor. Örneğin, Avrupa’da Ortaçağ boyunca yargılamalarda “adli düello” olarak adlandırılan, suçlayan ile suçlananın mahkeme salonunda tezlerini düello yapar gibi savunmaları yöntemini hatırlatıyor.
Bu yargılamada hâkimin görevi, uyuşmazlığın çözümünü sağlayacak adli düellonun eşit şartlarda, yani aynı nitelikteki silahlarla yapılmasını sağlamaktır. Burada söz konusu ilkenin hâkime bakan yönü ortaya çıkıyor: Adil davranmak, birinin lehine diğerinin aleyhine olacak şekilde davranmaktan kaçınmak...
Prof.
“Önemli mesele” nitelemesine yol açan sayı ve oranlar nedir?
Başkan Arslan’ın bu tespiti, AYM’nin bireysel başvuruları incelemeye başladığı 2012 yılından bugüne dek verdiği “ihlal kararları” içinde “adil yargılanma hakkı” üzerinden çıkan kararları konu alıyor. Buna göre, ihlal kararlarının “büyük bir bölümü” bu kategoride verilmiştir.
İhlallerin bu boyutuna dikkat çekerken “Bu noktada bireysel başvuru istatistiklerinin endişe verici olduğunu üzülerek belirtmek isterim” diyor AYM Başkanı.
İHLALLERİN YÜZDE 77’Sİ ADİL YARGILANMA HAKKINDAN
Prof. Arslan’a göre, yalnızca geride bıraktığımız 2021 yılında mahkemeye yapılan 66 bin civarında başvurunun yüzde 73’ten fazlasında adil yargılanma hakkının ihlal edildiği şikâyeti yer alıyor. Yani vatandaşlar, mahkemelerde hakkaniyete uygun bir yargılama görmedikleri, mağdur edildikleri şikâyetiyle soluğu AYM’de alıyorlar.
İlginç olan nokta, AYM’nin de birçok dosyada şikâyet sahibi vatandaşları haklı bulmuş olmasıdır.
Nitekim Başkan’ın paylaştığı çarpıcı bir istatistik, AYM’nin bugüne dek verdiği ihlal kararlarında adil yargılanma hakkından çıkan kararların yüzde 77 ile toplam içinde birinci sırada gelmesidir.
Bir başka anlatımla, neredeyse mahkemeden çıkan her dört ihlal kararından üçü, hatta biraz fazlası, adil yargılanma hakkından veriliyor. Diğer hak ihlallerine ilişkin kategoriler bu başlığın arkasından geliyor.
Kiminle konuşsam, muhatabım ya COVID-19 geçirmiş oluyor ya da bir yakınının virüse yakalandığını, hatta evde karantina durumunun yaşandığını anlatıyor. Yoğun bakımda tedavi altına alınan vakalar da var rastladıklarım arasında.
COVID-19 ülkemizde 2020 yılı mart ayından bu yana hüküm sürüyor. Salgın, muhtelif dalgalar halinde seyretti bu geçen süre zarfında. Bundan önceki dalgalarda bugün gözlediğimiz ölçüsünde bir vaka yoğunluğuna tanıklık etmemiştik günlük hayatımızın akışı içinde.
Örneğin, geçen hafta sekiz yaşındaki yeğenimin gittiği ilkokulda sınıfındaki iki öğrenci COVID-19 çıkınca, çevrimiçi eğitime geçtiler ve derslere evden devam edildi. Neyse ki dün sınıfında yeniden yüz yüze eğitime dönüldü ve bizimki de okuluna gidebildi.
‘ÖNCE STÜDYODAKİ TOZDAN ZANNETTİM’
Bu arada, geçen pazar günü virüse yakalandıklarını öğrendiğim iki meslektaşıma WhatsApp’tan “Geçmiş olsun” mesajı gönderdim.
Her ikisi de kadın olan bu meslektaşlarımdan birincisi (48), virüse yakalandığını geçen cuma günü fark etmişti. Hepsi BioNTech olmak üzere üç aşılıydı üstelik. “Geçen cuma günü ofiste boğazımda gıcık oldu. Herhalde stüdyodaki tozdandır, dedim. Akşam eve geldiğimde bizimkilerle yemek yerken tat ve koku alamadığımı, bir gariplik olduğunu fark ettim. Ertesi sabah ailece hastaneye gidip test yaptırdık. Sonuç, ben ve annem pozitif, kız kardeşim ve babam negatif çıktı” diye anlattı.
İlginç olan, başka hiçbir belirtinin olmamasıydı. Dün kendisiyle sohbet ederken “Koku ve tat duygusu hâlâ gelmedi, biraz zaman alıyormuş. Ama öksürüğüm yok. Bir de bugün ilk kez sırtımda ve göğsümde bir ağrı hissettim” dedi. Yine de durumu çok sıkıntılı görünmüyordu. “Evde hepimiz bir odaya çekilmiş vaziyette yaşıyoruz” diye anlattı içerdeki görüntüyü.
‘AĞIR GRİP
Kazakistan, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılı sonunda dağılmasından sonraki otuz yılı aşkın süre içinde Orta Asya bölgesindeki en önemli istikrar merkezi olarak görülmüştü.
Petrol ve doğalgazın yanı sıra altın ve uranyum dahil pek çok doğal zenginliğe sahip, yüzölçümü olarak Türkiye’nin üç buçuk kat büyüklüğünde, Hazar Denizi kıyılarından Çin Halk Cumhuriyeti sınırlarına kadar devasa bir coğrafyaya yayılan, buna karşılık 19 milyona yaklaşan görece küçük bir nüfusu barındıran bir ülkeden söz ediyoruz.
Tabii Kazakistan’daki istikrar kavramı, ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından bu yana ipleri elinde tutan eski Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ile özdeşleşmişti. Nazarbayev, 2019 yılında görünüşte geriye çekilip yerine halefi olarak eski başbakanlardan Senato Başkanı Kasım Cömert Tokayev’in önünü açmıştı. Ancak Nazarbayev‘in “Güvenlik Konseyi Başkanı” olarak perde gerisinden ipleri elinde tutmaya devam ettiği, dolayısıyla yine onun ismiyle özdeşleştirilen bir istikrarı temsil ediyordu ülkedeki yönetim modeli.
Toplam 164 insanın öldüğü, 2 bin dolayında insanın yaralandığı, 8 bine yakın insanın gözaltına alındığı bu hadiseler sırasında Nazarbayev heykellerinin kaldırımlara düştüğü, Başkanlık Sarayı’nın, devlet dairelerinin ciddi hasara uğradığı görüntülere bakınca, dışarıdan atfedilen istikrar tablosunun ne kadar yanıltıcı olabileceği şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır.
SPONTANE PROTESTOLAR NASIL ŞİDDET EYLEMİNE DÖNÜŞTÜ?
Aslında Kazakistan’da meydana gelen olayların perde arkasının tam olarak açıklık kazandığını söyleyebilmek bu aşamada güç. Yılbaşından hemen sonra ülkenin batısında sıvılaştırılmış petrol gazına (LPG) yapılan zamları ve ekonomik koşulları protesto amacıyla başlayan gösteriler, kısa zamanda ülkenin başka kentlerine ve bu arada eski başkent Almati’ye sıçradı.
Burada dikkat çekici olan bir nokta, ülkenin batısında barışçıl bir çizgide yola çıkan protestoların sonradan diğer şehirlerde özellikle de Almati’de farklı bir nitelik kazanmış olmasıdır. New York Times’ın görgü tanıklarına dayanarak bildirdiğine bakılırsa, protestoları başlatan kesimlerle daha sonra sokağa yayılan şiddete meyilli sivil gruplar arasında bariz bir fark var. Bu arada sosyal medya hesaplarından da teyit edilen bir husus, geçen çarşamba günü gösteriler patlak verdiğinde polisin geri çekilmiş olmasıdır.
Sahadan gelen bu gibi bilgiler, görüntüler, başlangıç aşamasında hedefi zamları protestoyla sınırlı olan gösterilerin bir noktada Kazakistan’ı yöneten kadrolar arasında bir iç hesaplaşmada kullanıldığı yolundaki spekülasyonları da tetikliyor.