Bugünkü yazımızda savaşın insan gerçeğine ve sahada yaşanan büyük insanlık dramına eğilelim.
Savaşta önümüzde beliren tabloda tartışılmasına ihtiyaç duyulmayan mutlak bir gerçek varsa, o da Rusya’nın sivil-asker ayrımı yapmadan acımasız bir saldırı yürüttüğü ve bunun sonucunda milyonlarca insanın canını kurtarmak amacıyla ülkesinden kaçmaya çalışmakta oluşudur.
ANNELER SIĞINAKLARDA ÇOCUKLARININ ÜSTÜNE YATIYOR, ÇÜNKÜ...
Televizyon haberlerinde, sosyal medya paylaşımlarında sıkça karşımıza çıkan görüntülerde sert kış koşullarında ellerinde çantalarıyla, bavullarıyla kaçmaya çalışan, tren istasyonlarını dolduran, yollarda yürüyerek göç eden yaşlılar, kadınlar, çocuklar var.
Ardından kurul üyeleri arasındaki bölünmeyi biraz daha açtı:
“Bilim insanlarımızdan “Henüz erken” diyen ve bekleme taraftarı olanlar da var. Birçok bilim adamı ise bizlerin sosyal gerçekliği, dünyadaki benzer gelişmeleri dikkate alarak salgın baskısından kurtulmuş bir hayata dönüş için aldığımız inisiyatifi destekliyor.”
Koca, bu ifadesinden sonra “Şimdi salgının mücadele etmesi kolay bir evresinde olduğumuz tespitinden hareketle Bakanlık olarak aldığımız kararları maddeler halinde açıklıyorum” diyerek bu kararları sıraladı.
Buradaki kilit ifade, herhalde Koca’nın kararın “Bakanlık olarak alındığını” vurgulayarak, Bilim Kurulu’nun bu inisiyatife ortak bir tutumla kefil olmadığını kabullenmesidir.
BİLİM KURULU ÜYESİ: ‘MANTIKLI DEĞİL’ DEYİNCE
Hatırlanacaktır, geçen ocak ayında da Bilim Kurulu ile ilgili tartışmalı bir durum yaşanmış, Sağlık Bakanlığı PCR testi yaptırma kurallarının gevşetilmesi yönünde atılan bir dizi adımı kurul kararı şeklinde takdim etmişti. Ancak bu konuda bir karar alınmadığı sonradan kurul üyelerinin beyanlarıyla ortaya çıkmış ve ardından bu açıklamanın düzeltilmesi yoluna gidilmişti.
Aslında her iki olayda da karşımızda şekillenen genel bir kalıp varsa, o da Sağlık Bakanlığı’nın COVID-19 önlemlerinin gevşetilmesi doğrultusunda attığı bütün kritik adımlarda Bilim Kurulu’nun mutabakatını bir bütün olarak yanında bulmamasıdır.
Dikkat çekici bir nokta, Bilim Kurulu üyelerinin bakanlığın kararlarına çekincelerini kamuoyundan saklamamalarıdır. Örneğin Bilim Kurulu üyesi olan ve aynı zamanda Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin (KLİMİK) başkanlığını da yürüten Prof.
Washington, 2008 Ağustos ayında ABD Ordusu’nun “USNS Comfort” ve “USNS Mercy” adlarındaki iki hastane gemisini Türk Boğazları’ndan geçirerek insani yardım amacıyla Gürcistan’a göndermek için Ankara’nın kapısını çaldı.
Ankara olumsuz yanıt verdi. Çünkü her iki geminin de tonajı Montrö Sözleşmesi’nde Boğazlar’dan geçiş için öngörülen sınırların üstündeydi. ABD’li yetkililerin insani yardım gerekçesini getirerek ısrarlı olmalarına karşılık Ankara’nın pozisyonunu değiştirmemesi Washington’da ciddi eleştirilere yol açtı o günlerde.
Türk tarafı geri adım atmayınca, ABD Gürcistan’a ulaştırmak istediği insani yardımları tonaj sınırlamasına takılmayan savaş gemileri aracılığıyla sevk etti. “USS McFaul” adlı muhrip, bu savaş sırasında 2008 Ağustos ayının son haftasında Batum Limanı’na demir atan ilk ABD savaş gemisiydi. Bunu sonraki günlerde “USCGC Dallas” ve “USS Mount Whitney” askeri gemileri izledi.
MONTRÖ ABD’YE DAR BİR ELBİSE GİYDİRİYOR
2008 yılındaki bu kriz Türkiye ile ABD arasında Karadeniz’de Montrö üzerinde aslında çok uzun yıllardır yaşanan bir çekişmenin de bir yansımasıdır. Hadise, Türkiye’nin Montrö konusunda ne kadar hassas olduğunu ve sözleşmenin aşınmaması için ne kadar katı durabileceğini de gösteriyor.
Bu tutumun gerisinde,Sözleşme bir şekilde esnetildiğinde, bunun emsal oluşturarak metnin aşınmasına yol açabileceği yolundaki Ankara’nın yerleşmiş bakışı var.
Türkiye’nin Montrö konusunda esnekliğe kapalı durması, aynı zamanda Türkiye ile ABD arasında Karadeniz’de NATO’yu da içine alacak işbirliğinin sınırlarını da çizmektedir.
Bu sınırlar, muhtelif ihtimaller için öngörülen düzenlemelerin yanı sıra, öncelikle Sözleşme’nin Karadeniz’e çıkacak savaş gemilerinin tonajlarına ve burada kalış sürelerine getirdiği katı kurallarda yer alıyor.
Bu sözleşme Türkiye’ye Rusya dahil üçüncü ülkelerin savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkışlarını sınırlama, yasaklama imkânı tanıyor. Sözleşmenin bu yönü, kaçınılmaz olarak silahlı çatışmaların güney cephesine sahne olan bu bölgedeki askeri güç dengesini ve savaş denklemini yakından ilgilendiriyor. Dolayısıyla, bugünlerde bütün gözler Montrö Sözleşmesi’ne ve onun hükümlerine çevriliyor.
İşte uluslararası alanda bütün projektörler Türk Boğazları’na odaklanırken, Rusya’nın dört savaş gemisini 27-28 Şubat tarihlerinde Karadeniz’e sokmak için yaptığı başvuru karşısında, Türkiye bu taleplerden yalnızca birini kabul etti, diğer üçünü geri çevirdi.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun önceki akşam Habertürk’te yaptığı açıklamaya göre, bu gemilere izin verilmemesinin nedeni “Rusya’nın Karadeniz’deki üslerine kayıtlı olmamaları” idi... Çavuşoğlu, şöyle dedi:
“Rusya’ya da söyledik, bunları göndermeyin... Rusya da bu gemilerin Boğazlar’dan geçmeyeceğini söyledi. Biz de Montrö’ye taraf olan tüm ülkelere ‘Rusya böyle bir talebini geri çekti’ diye bildirimde bulunduk. Burada Rusya veya diğerleri de alınganlık göstermesin. Montrö Anlaşması bugün de, dün de, yarın da geçerli olduğu sürece biz bunu uygulayacağız. Sonuçta dört gemiden üç tanesinin savaş durumunda geçiş hakkı yoktu.”
ABD TÜRKİYE’NİN UYGULAMASINDAN HOŞNUT
Türkiye’nin olumsuz yanıtı, Rusya açısından dünyanın sonu değildir. Rusya’nın Karadeniz’de deniz gücü olarak Ukrayna karşısındaki mutlak üstünlüğü bir olgudur. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı işgal ettikten sonra Ukrayna Donanması’na verdiği tahribat hatırlardadır.
Sonuçta Ankara’nın Rus Donanması’nın üç gemisinin Karadeniz’e geçişine izin vermemesinin Rusya’nın savaşın güney cephesindeki harekât yetenekleri üzerinde büyük bir etkisinin olacağı düşünülemez.
Her halükârda Ankara’nın Montrö’yü bu şekilde uygulamasının özellikle ABD cephesinde kayda değer bir memnuniyetle karşılandığı anlaşılıyor. Montrö, ABD Dışişleri Bakanı
En başta da 1964-1982 yılları arasında tam 18 yıl süreyle Komünist Parti’nin Genel Sekreteri olarak ülkenin bir numaralı yöneticisi olan Leonid Brejnev...
Geçen pazar günü Rusya Lideri Vladimir Putin’in, Ukrayna’yı işgalin dördüncü gününde ülkesinin nükleer silahları ve hipersonik füzeleri de kapsayan caydırıcı güçlerini “özel savaş görevi durumu”na geçirme kararı alması karşısında, insan Sovyetler Birliği döneminin eski liderlerini hatırlamaktan kendisini alıkoyamıyor.
Soğuk Savaş döneminde, Doğu-Batı ilişkilerinin gerilimlere sahne olduğu anlarda bile Sovyetler Birliği yöneticilerinin nükleer sistemlerin görev statüsünde değişikliğe gitmeleri pek karşılaşılan bir durum değildi.
Tam 42 yılı bulan diplomasi kariyerinden 2007 yılında Türkiye’nin NATO Daimi Temsilcisi unvanıyla emekli olan Büyükelçi Ümit Pamir’e dün geçmişte buna benzer bir durumun yaşandığını hatırlayıp hatırlamadığını sorduğumda şu yanıtı aldım:
“Hayır, böyle bir açıklamaya hiç tanık olmadım. Böyle bir şey hiç aklımın ucundan geçmedi. Hedef ülke bir NATO üyesi olmasa bile, bir nükleer tehdidinin ilk kez yapıldığını görüyorum.”
DÜNYA KAMUOYU İÇİN ALIŞILMAMIŞ BİR DURUM
Putin’in geçen pazar günü Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Valeri Gerasimov’u Kremlin’e çağırıp kameraların önünde bu talimatı vermesi herkes için büyük bir şok oldu.
Batı dünyası Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline ekonomik yaptırımlarla karşılık verirken,
Rusya’nın ateşlediği füzeler günlerdir askeri hedeflerin yanı sıra sivilleri de vuracak şekilde Ukrayna’nın birçok şehrinin, kasabasının üstüne düşüyor.
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnes Callamard, geçen cuma günü yaptığı açıklamada Rus ordusunun saldırılarda ayrım gözetmediğini, sivil yerleşimlere de balistik füze attığını, bu saldırıların bir bölümünün “savaş suçu” olarak nitelendirilebileceğini söylüyor.
Af Örgütü, ayrıca belgelenmiş tespitler ışığında ülkenin doğusundaki Vuhledar kentinde Toçka tipi bir balistik füzenin bir hastanenin hemen yanına düştüğünü, saldırının ikisi erkek ikisi kadın dört kişinin ölümüne yol açtığını, altı sağlık çalışanının da yaralandığını duyurdu.
Kuruluş, önceki gün yaptığı son açıklamada ise Rusya’nın yine ülkenin doğusundaki Okhtyrka kentinde yerel halkın sığındığı bir çocuk yuvasını bombalayarak biri çocuk üç kişinin ölümüne neden olduğunu duyurdu. Rus ordusunun bu saldırıda misket bombası kullandığını açıklayan Callamard’a göre, bu fiil de “savaş suçu” oluşturuyor.
Yetişkin erkekler Rus ordusuna karşı ülkelerini savunmak üzere geride kalırken, onbinlerce kadın ve çocuğun kafileler halinde Ukrayna’ya komşu Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Moldova’ya göç ettikleri görüntüleri izliyoruz televizyonların başında günlerdir.
Ülkeyi terk etmeyen kadın ve çocukların Rusların bombardımanından kendilerini koruyabilmek için sığındıkları metro istasyonlarında yaşamaya başlamaları, herhalde uzun yıllar bu savaştan en çok hatırlanan görüntüler olacak.
*
“
Saldırı 27 Şubat 2020 günü akşam saatlerinde Halep-Lazkiye istikametindeki M-4 otoyolunun altı kilometre kadar güneyinde, Cilvegözü sınır kapısına kuş uçuşu yaklaşık 60 kilometre mesafedeki Balyun yerleşimi civarında meydana geldi. TSK’nın İdlib’in güneyindeki bir gözlem noktasına takviye olarak gitmekte olan Türk askeri konvoyu, birden havadan savaş uçaklarının saldırısına uğradı.
Bu, bir kereye mahsus bir saldırı değildi. İlk darbeden sonra araçlarını terk edip çevredeki binalarda mevzi alıp savunma düzenine geçen Türk askerlerine dönük havadan saldırılar dalgalar halinde devam etti.
‘SALDIRIYI DURDURUN, ONLAR BİZİM ASKERLERİMİZ’ DENMESİNE RAĞMEN...
Hadisenin duyulmasıyla birlikte Ankara’da yaşanan şokun gerisinde konvoyun güzergâhının önceden Rus askeri makamlarına bildirilmiş olması yatıyordu.
TSK, o sırada Rusya, Türkiye ve İran’ın bir araya geldikleri Astana Mutabakatı çerçevesinde Hatay’ın karşısındaki İdlib’de bir dizi askeri gözlem noktası bulunduruyordu. TSK, bu gözlem noktalarını belli aralıklarla takviye ediyor, ihtiyaçlarının karşılanması için sevkıyat yapıyordu.
İdlib’de sahada Esad ordusu ve müttefiki Rusya’nın da askerleri bulunduğundan, bir yanlış anlamaya neden olmamak için bu hareketler her seferinde önceden Rus askeri makamlarıyla koordine ediliyordu.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da olaydan sonra yaptığı açıklamada “Birliklerin bulunduğu yerlerin önceden Rusya’nın sahadaki yetkilileri ile koordine edilmesine rağmen maalesef bu saldırının gerçekleştirildiğini” duyuracaktı.
Daha vahim bir nokta vardı.
Rusya’nın eylemlerinin “jeostratejik sonuçlara yol açacağı” da duyuruldu bu metinde.
İttifakın tam bir görüşbirliği içinde bu mesajları vermesi, kuşkusuz kuvvetli bir dayanışma gösterisidir. Benzer mesajların önümüzdeki günlerde en üst düzeyde NATO liderleri tarafından da tekrarlanacağı anlaşılıyor.
Ancak NATO merkezinden gelen son derece çarpıcı ifadelerle kaleme alınmış bu metinler bir gerçeğin üstünü örtmeye yetmiyor. O da şudur: Başını ABD’nin çektiği Batı dünyası, derinleşmekte olan son krizde hangi araç ve yöntemleri devreye sokarsa soksun, Rusya Lideri Vladimir Putin’i Ukrayna’yı işgale girişmekten alıkoyamamıştır.
Putin, önce Ukrayna’nın kuzey ve doğu sınırları boyunca tatbikat gerekçesiyle 150 bin kişilik bir askeri güç yığmıştır. Ardından hafta başında yaptığı Batı’ya meydan okuma açıklamasını izleyen ikinci bir hamleyle dün gece yarısı Ukrayna’ya saldırmıştır. Sonrasını televizyonlardaki korkutucu savaş görüntülerinde hep birlikte izliyoruz.
*
Göz göre göre gelen bir işgal karşısında, Putin’i bu adımı atmadan önce iki kez düşünmeye sevk edememiştir Batı dünyası. Galiba böyle bir caydırıcılığı yaratacak araçlar da yoktu Batı’nın elinde.
Meselenin temelinde, Rusya Lideri Putin’in daha işin başında Batı dünyasının Ukrayna nedeniyle kendisiyle bir çatışmaya girmek istemediğini görmesi geliyor. ABD’nin kendi iç sorunlarıyla meşgul olması, Avrupa kamuoylarında savaşa karşı olan baskın eğilimler, Rusya Lideri’nin istediği gibi hareket edebileceği yolundaki kanaatini pekiştirmiş olmalıdır.
Bir anlaşmazlıkta taraflardan biri savaşmayı göze alamadığını daha baştan belli ettiği ve karşı tarafın da sonuç almak için zaten güç kullanmaya arzulu olduğu ve bundan çekinmediği bir durumda diplomasi seçeneklerini işletebilmek ve böylelikle barışçı bir dengenin kurulmasını beklemek, ne yazık ki çok gerçekçi görünmüyor.