Kallas, sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda, Erdoğan’la görüşmesini fotoğrafıyla birlikte aktarırken, kendisine Türkiye’nin Ukrayna’ya verdiği desteği “takdirle karşıladıklarını” belirttiğini söylüyor.
Estonya Başbakanı, ardından “Türkiye’nin Polonya’da güç bulundurarak bölgemizin güvenliğine katkı sağlamasından dolayı da teşekkür ettim” diyor.
Baltık bölgesinin en kuzeyinde Rusya ile sınır paylaşan bu NATO ülkesinin Başbakanı, Türkiye’nin Polonya üzerinden bütün Baltık bölgesine, bu çerçevede kendi ülkesinin güvenliğine de sağladığı katkıdan müteşekkirdir.
‘TÜRK PİLOTLARI GÖKYÜZÜMÜZÜ KORUYOR’
Türkiye’nin Polonya’ya desteği, NATO içinde dönüşümlü bir şekilde yürütülen “hava polisliği” görevi çerçevesinde geçen yıl 6 Temmuz-15 Eylül tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Bu görev için Bandırma Ana Jet Hava Üssü’nden dokuzu pilot 80 personel, dört F-16 uçağıyla birlikte Polonya’nın Baltık bölgesine açılan Malbork’taki hava üssüne intikal etmiştir.
Türk F-16’ları, yedi gün 24 saat nöbet esasına göre Polonya, dolayısıyla NATO hava sahasında “önleme görevleri” icra etmiştir.
Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, geçen yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesinden sonra “Türk pilotları gökyüzümüzü koruduğu için kendisine teşekkür ettim” demişti.
Tabii, Polonya’nın gökyüzünün korunmasında geçen yıl yapılan bir anlaşma çerçevesinde bu ülkenin Türkiye’den alınacağı açıklanan
12 Eylül darbesi sonrasındaki askeri rejim döneminde 10 Haziran 1983 tarihinde çıkarılan 2839 sayılı “Milletvekili Seçim Kanunu” ile ulusal düzeyde yüzde 10 olarak belirlenen ve yaklaşık 40 yıldır bu oran üzerinden uygulanan baraj, sonunda ilk kez bir değişikliğe uğruyor ve yüzde 7’ye iniyor.
Avrupa’nın en yüksek seçim barajı Türkiye’de. Barajın yüzde 10’dan yüzde 7’ye inmesi, Avrupa’nın en yüksek oranı olması keyfiyetini değiştiriyor mu diye soracak olursanız, hayır değiştirmiyor. Ancak meselenin bu yönüne geçmeden önce biraz geçmişi hatırlamamızda yarar var.
TEMSİLDE ADALET İLE SİYASİ İSTİKRAR ARASINDA DENGE
Yüzde 10 barajı, 12 Eylül döneminde demokrasiye dönüldükten sonra yeniden koalisyon hükümetlerinin önünün açılmasını kesmek düşüncesiyle getirilmişti.
“Siyasi İstikrar” hedefini “Temsilde Adalet” ilkesinin önüne koyan bir bakışı temsil ediyordu yüzde 10 oranı.
Anayasa Mahkemesi (AYM), 1983 sonrasındaki dönemde yüzde 10 barajıyla ilgili olarak önüne gelen dosyalarda bu oranı temsilde adalet ilkesi açısından sorunlu görmeyen bir içtihat geliştirmiştir.
BARAJI KALDIRMAYANLAR SONRA BARAJ ALTI KALDILAR
Seçim sistemindeki sorunların giderilmesini AYM’den beklemek yerine, çözümün doğrudan siyaset sınıfı tarafından demokratik ilkeler üzerinden üstlenilmesi, kuşkusuz ideal olan durumu gösterir.
Yapılan açıklamalar savaşı sona erdirmese de, krizin en azından bundan sonraki seyrinde artık müzakere kulvarının daha kuvvetli bir şekilde ön plana çıkacağını haber veriyor hepimize. Bu yönüyle, sahadaki çatışmalara paralel giden masa başında ver-al şeklinde bir pazarlık sürecinin de ciddiyet kazanarak fiilen başladığının ilanı olarak görülebilir.
Savaşın ne zaman biteceği belli olmasa da, en azından barışçıl bir çözüm umudunun ilk kez hissedildiği bir aşamaya geçmiş bulunuyoruz. Bunu, neresinden bakılırsa bakılsın savaşın gidişatında olumlu anlamda bir makas değişikliği olarak yorumlamalıyız.
DİKKAT, RUSYA DİĞER BÖLGELERDE ELİNİ SERBEST BIRAKIYOR
Ancak, her şeyin hemen hâl yoluna gireceği gibi erken bir iyimserliğe de kendimizi kaptırmayalım. Çünkü taraflar, daha doğrusu Rusya, masada elde etmeyi hedeflediği kazanımları zorlayabilmek için son ana kadar sahadaki askeri hamleleri sürdüreceğinden, savaşın korkunç yüzünü görmeye daha bir süre devam edeceğiz. Buna hazırlıklı olalım.
Zaten dün Rus müzakere heyetinden Savunma Bakan Yardımcısı Aleksandr Fomin’in “askeri operasyonların büyük ölçüde azaltılacağı” bölgeleri Kiev ve hemen kuzeyindeki Çernihiv ile sınırlı tutmasının düşündürücü bir yönü var. Bu, Rusya lideri Vladimir Putin’in savaşın diğer cephelerinde elini daha bir süre serbest tutacağı anlamına geliyor.
Bu açıklamadan, örneğin doğu cephesinde Donbas bölgesindeki harekâtların süreceğini, daha önemlisi Rus ordusunun kuşatması altındaki Mariupol kentinde yaşanan büyük insanlık dramının devam edeceğini okumamız gerekiyor. Kuzey cephesinde dursa da, askeri imkânlarının büyüklüğü ve özellikle ateş gücünün avantajıyla, Rusya’nın bugüne dek sivil-asker ayrımı gözetmeksizin acımasızca uyguladığı savaş stratejisini diğer cephelerde sürdürmesi muhtemeldir.
RUSYA’NIN OYUN PLANLARI ALTÜST OLUNCA
Şunu da görmeliyiz ki, Rus tarafının Kiev ve Çernihiv’de durduklarına ilişkin açıklaması da aslında savaşın bu bölgesinde sahada zaten son iki haftadır ortaya çıkmış olan kilitlenmenin ve hatta son günlerde Ukrayna tarafının bazı kazanımlarının ertesinde gelmiştir.
Gelgelelim, geçen hafta yaşanan bir “stratejik pusula” tartışması, bu beklentilerin ABD gibi AB cephesinde de pek kolay bir zeminde yürümeyeceğini daha şimdiden gösteriyor.
Ukrayna savaşıyla birlikte birçok AB ülkesi liderinden kısa bir zaman süresi içinde Ankara’ya gerçekleşen ziyaret trafiği, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı NATO zirvesindeki yüklü ikili görüşme programı ve sürekli yürümekte olan telefon diplomasisinin gösterdiği önemli bir hareketlilik söz konusu.
Bütün bu yoğunluk, savaşın bir sonucu olarak Türkiye’nin profilinin yükseldiğine, krizin aşılmasında Türkiye’nin oynayabileceği rolün önemsendiğine, aynı zamanda AB ülkelerinde Türkiye ile ilişkileri güçlendirme niyetlerinin belirdiğine işaret ediyor.
Bu trafiğe paralel bir zeminde Ankara da AB ile ilişkilerinin canlandırılması beklentisini her vesileyle masaya koyuyor.
İşte bütün bu iyimser beklentiler ortalığa yayılırken AB’nin uzun bir zamandır merakla beklenen “Stratejik Pusula” belgesi sıkıntılı bir durum yarattı.
JEOPOLİTİK AVRUPA’NIN GECİKMİŞ DOĞUMU
Aslında AB’nin önümüzdeki dönemde güvenlik alanında nasıl bir kimlik kazanacağı, kendi bünyesinde nasıl bir kurumsal düzenlemeye gideceği sorularını değerlendiren bu çalışması, Ukrayna krizinden çok önce bir dizi faktörün tetiklemesiyle başlatılmıştı. AB içindeki bazı aktörlerin “Stratejik Özerklik” arayışları da bu bağlamda önemli bir faktördü.
Bu stratejik belgeye nihai halinin verilmesi için Ukrayna’daki savaşın doğurduğu belirsizlik ortamının aşılıp krizin nasıl sonuçlanacağının beklenmesi, muhtemelen daha isabetli olurdu. AB’nin burada aceleci davrandığı söylenebilir.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı bu ülkenin desteklenmesi ve aynı zamanda NATO bölgesinin doğu cephesinin savunmasının güçlendirilmesi amacıyla alınan kararlara ek olarak, NATO’nun gelecekte daha kuvvetli bir kimlik kazanmasına doğru bir hareketlenme de söz konusu.
ABD Başkanı Joe Biden’ın Ukrayna’da sıcak savaşın sürdüğü bir sırada Brüksel’de NATO karargâhından çıkıp Avrupa Birliği zirvesine katılması ve buradan yapılan işbirliği açıklamaları, ABD, NATO, AB ekseni üzerinden Transatlantik bağların olabilecek en güçlü şekilde vurgulandığı bir hadiseydi. ABD ile Avrupa, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki dönemde hiçbir zaman birbirlerine bu kadar yakın durmamışlardı.
Zirve sonrasında yapılan bütün yorumların üzerinde birleştiği üzere, aslında bundan kısa bir zaman öncesine kadar kimsenin tahayyül bile edemeyeceği gelişmeler bunlar. Örneğin, on yıllardır NATO içinde ortada kalan bir tartışma konusu olan savunma harcamalarının artırılması meselesinin birden çözüme bağlanması bile NATO’nun kısa zamanda bu konuda ne kadar büyük bir mesafe alabildiğini göstermek açısından yeterli olmalıdır.
Sonuçta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2019’da “beyin ölümünün gerçekleştiğini” söylediği NATO, bugün Ukrayna kriziyle birlikte bunun tam aksi doğrultuda yerinden doğrularak gözle görülür bir canlanmaya sahne oluyor ve önümüzdeki dönemde Avrupa’da muhtemelen daha belirleyici bir rol oynayacağı bir güzergâha giriyor.
Rusya lideri Vladimir Putin’in Kremlin’deki en büyük stratejik hedeflerinden biri NATO’yu çözmek ve Transatlantik bağları zayıflatmak ise Ukrayna’yı işgali ile bunun tam tersi bir süreci tetiklemiş bulunuyor. Putin’in hamlesi, sahada yarattığı sonuçlar itibarıyla NATO’ya yeni bir ruh veren, kurumsal işleyişini dirilten, özetle ittifakı güçlendiren hem bir katalizör hem de bir tutkal işlevi görüyor aslında.
NATO BİLDİRİSİ: ‘YAPTIRIMLAR BAYPAS EDİLMESİN’
Zirve sonunda yayımlanan bildiri, işgalin 24 Şubat’ta başlamasından sonra çıkan üçüncü NATO açıklaması. Ancak liderler düzeyinde yüz yüze yapılan bir zirvede kararlaştırılmış olması ayrı bir ağırlık katıyor. Ayrıca bildirinin taşıdığı mesajların, savaşın bir ayı geride bıraktığı da dikkate alındığında, ağırlık bakımından bundan öncekilerin bir hayli ilerisine geçtiğini söylemek mümkün.
NATO zirve bildirisinde “
Lavrov, önce bu yıl Türkiye’de iki ülkenin cumhurbaşkanları düzeyinde yapılacak Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısının hazırlıklarını ele aldıklarını, ardından ticaretin geçen yıl yüzde 60 oranında artışla (özellikle doğalgaz alımının artmasıyla) 33 milyar dolara çıktığını anlattı.
En önemli vurgusu, stratejik enerji projelerinin iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin itici gücü olduğunu belirtmesiydi. Lavrov, bu çerçevede Rus doğalgazını taşıyan Türk Akımı boru hattı projesinin 2020’de devreye girdiğini hatırlattı. Daha sonra, önümüzdeki yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun
100’üncü yıldönümünde Mersin Akkuyu’da inşa edilmekte olan nükleer santrali faaliyete geçirmeyi planladıklarını anlattı. Tesisin Türk tüketicileri için güvenilir bir enerji arzı sağlayacağını söyledi.
Ukrayna’daki savaşın tam ortasında yapılan bu açıklamalar, Rus tarafının ikili ilişkileri, ticareti, enerji işbirliğini bu krizden etkilenmeden yürütme arzusunda olduğunu gösteriyor.
LAVROV’DAN ANKARA’YA: ‘TUTUMUNUZ DENGELİ VE PRAGMATİK’
Konu Ukrayna’daki savaşa geldiğinde, Rusya Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’nin tutumu hakkında övgüyle konuşması kayda değerdir. Lavrov, bu bölümde “ABD ve uyduları tarafından uygulamaya konan tek taraflı hukuk dışı yaptırımlar”dan söz ederek, Türkiye’nin bu yaptırımlara katılmadığını belirtiyor. Lavrov, ardından “Ankara, dengeli bir yaklaşımı destekleyen pragmatik bir çizgi izlemektedir” diyor.
Lavrov’un açıklamaları, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin Ukrayna’daki savaş nedeniyle şu ana kadar bir sarsıntı geçirmeden yürümekte olduğunu gösteriyor.
Türkiye, Rusya’yı Ukrayna’yı işgali nedeniyle NATO içinde kınarken, ayrıca Ukrayna ordusuna savaşta sahada Rus ordusuna ciddi zarar veren insansız hava araçları sağlıyor. Diğer taraftan, Rusya ile ilişkilerini Batı’nın uyguladığı ambargonun dışında kalarak belli ölçülerde dengelemeye çalışıyor.
Bu çerçevede Batı dünyası ile ilişkilere yeni bir bakışla eğilmek ihtiyacı, sıkça altı çizilen bir tema olarak karşımıza çıkıyor. Önümüzdeki dönemin sınamalarına karşılık vermek açısından, Batı ile ilişkilerde sıkıntılı bir alanı oluşturan insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi başlıklarda adımlar atılması gerektiği, Dışişleri Bakanlığı kökenli isimler tarafından sıkça vurgulanıyor son günlerde.
Bugünkü yazımda Dışişleri Bakanlığı’nda yakın zamanlara kadar kritik görevlerde bulunmuş bir grup emekli büyükelçinin Ukrayna’daki savaş bağlamında bu başlıkta yaptıkları değerlendirmeleri yan yana getirmeye çalışacağım.
‘KÜRESEL STATÜMÜZÜ GÜÇLENDİRMENİN ANAHTARI DEMOKRASİMİZDİR’
Bu diplomatlardan birincisi, 2004-2006 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı’nı yürütmüş, ayrıca Türkiye’nin Kanada, Suudi Arabistan, Atina ve UNESCO Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Ali Tuygan.
Büyükelçi Tuygan, “Diplomatik Yorum” isimli kendi bloğunda kaleme aldığı 15 Mart tarihli yazısında, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını tahlil ederken, savaşın Türkiye açısından yarattığı sonuçları ülkenin küresel konumu ile demokrasisi arasındaki ilişki üzerinden de değerlendiriyor.
Tuygan, Rusya’nın saldırısının Türkiye’nin stratejik önemini bir kez daha gün ışığına çıkarttığı konusunda uzmanlar arasında görüş birliği olduğuna dikkat çekerek, “Buna katılıyorum ama keşke bu daha mutlu bir olay vesilesiyle olsaydı” diyor.
Yazısının bu bölümünde “Türkiye aynı zamanda demokratik yolda gidebiliyor olsaydı ne olurdu diye kendime sormaktan da alıkoyamıyorum” diyen Tuygan, ardından şöyle devam ediyor: “Umarım Ankara’da ortaya çıkan mevcut diplomatik hareketlilik, Atatürk’ün cumhuriyetçi dış politikasına yeniden dönülmesi yönünde bir ilk adım olacaktır. Ancak şunu unutmayalım ki, uluslararası gelişmeler Türkiye’nin stratejik değerini ön plana getirse de, küresel statümüzü güçlendirmenin anahtarı, demokrasimizin ihya edilmesidir.”
‘BATI ALEMİNDE OLUŞAN
“Bakanlar Komitesi’nin 16 Mart 2022 tarihinde aldığı karar çerçevesinde Rusya Federasyonu artık Avrupa Konseyi’nin bir üyesi değildir. Web sitesi, bu gelişmeyi dikkate alacak şekilde en kısa zamanda güncellenecektir.”
Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgaline uluslararası alanda gördüğü en sert karşılıklardan biri, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra insan hakları ve hukukun üstünlüğü değerlerinin korunması için kurulan Avrupa Konseyi’ndeki üyeliğinin son bulması oldu.
Bu gelişme, Rusya’nın Avrupa’nın insan hakları-hukuk kulübünde artık bir yerinin olmadığını, bu kulübün kapısının önüne konduğunu gösteriyor.
ÖNCE ASKIYA ALMA ARDINDAN ÜYELİĞE SON
Aslında işgalin hemen ertesi günü başlayan sürecin bir sonucu bu durum. Rus tanklarının 24 Şubat’ta Ukrayna’ya girmesinden sonraki gün 25 Şubat’ta Konsey’in hükümetler kanadını temsil eden Bakanlar Komitesi bu konudaki ilk kararını aldı. Komite, bu kararda önce Rusya’nın Avrupa Konseyi’ndeki temsilini “askıya almayı” kararlaştırdı. Kararda, Rusya’nın Konsey’in iki önemli organı olan Bakanlar Komitesi ile Parlamenter Asamblesi’ndeki (Meclis) temsilinin hemen askıya alınacağı vurgulandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bu aşamada bu tasarrufun dışında tutuldu.
Ardından Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin parlamentolarından temsilcilerin bir araya geldiği Asamble geçen salı günü (15 Mart) Strasbourg’da olağanüstü gündemle yaptığı toplantıda, “Rusya’nın Avrupa Konseyi’nin statüsünü ağır bir şekilde ihlal ettiği, dolayısıyla artık örgütün üyesi olamayacağı” yolundaki kararını aldı.
Asamble, tavsiye niteliğindeki bu kararı oybirliği ile alırken Avrupa Konseyi statüsünün sekizinci maddesine de atıf yaptı. Bu madde, Bakanlar Komitesi’nin, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını koruma taahhüdünü ciddi surette ihlal eden üye ülkelerin “Konsey’e mensup olmadığına karar verebileceğini” belirtiyor. Nihai yetki Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadına, yani Komite’ye ait.
Bu arada, gelişmelerin hangi yönde gittiğini gören Rusya, aynı gün Avrupa Konseyi Genel Sekreteri