Böyle bir değerlendirmenin başında hemen belirtilmeyiz ki krizin kendini göstermeye başlamasıyla birlikte Erdoğan’ın çatışmayı önleme, bunun için diplomasi seçeneğini işletme, arabuluculuk yapma yönünde yoğun bir çaba sarf ettiğini görüyoruz. Ocak ayından itibaren işgale kadar giden süreçteki açıklamalarının önemli bir bölümünde Türkiye’nin muhtemel bir arabuluculuk rolü sıkça vurgu alıyor.
Ocak ayının ortalarına geri gittiğimizde, Erdoğan, Rusya’nın askeri seçeneğe başvurmasını pek ihtimal dahilinde görmüyor: “Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini gerçekçi bir yaklaşım olarak görmüyorum. Çünkü Ukrayna sıradan bir ülke değil, güçlü bir ülke. Ayrıca, Rusya’nın bu adımı atabilmesi için tüm dünyadaki durumu ve kendi durumunu gözden geçirmesi lazım. Bu bölgeler artık savaşı kabullenemez. Bunlar doğru da olmaz. Artık savaşı siyaset tarihinden silip atmamız lazım. Ben bir yerin topraklarını işgal edeyim, alayım mantığıyla bu işler yürümez.” (18 Ocak/Arnavutluk ziyareti)
ÖNCE ’YANGINA KÖRÜKLE GİTMEYELİM’
Gelgelelim Rusya’nın 150 bin dolayında askerini Ukrayna sınırına yığdıktan sonra baskıyı artırmasıyla birlikte tansiyonun yükselmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı 3 Şubat tarihinde bizzat Ukrayna’ya giderek Cumhurbaşkanı Volodomir Zelenski’ye ve Ukrayna halkına Rusya karşısında kuvvetli bir destek vermeye itecektir. Bu ziyaret sırasında yaptığı açıklamalarda kendi ifadesiyle “Yangına körükle gitmek yerine tansiyonu nasıl düşürürüz” arayışı içindedir Erdoğan. Aynı zamanda kendisinin arabuluculuğu konusunda Zelenski’nin olurunu da almıştır.
Rusya’nın baskısının artığı bu dönemde Erdoğan’ın Batı’ya karşı eleştirel bir dil kullanması dikkat çekiyor. Cumhurbaşkanı, aynı akşam Kiev’den dönerken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada “Batı maalesef şu ana kadar bu işin çözümünde katkı diye bir şey sağlamadı. Sadece adeta çomak sokuyorlar diyebilirim” diye konuşuyor. Keza Angela Merkel sonrası dönemde “Avrupa’da bu işi çözmeye yönelik olarak lider noktasında ciddi sıkıntı olduğu” ifadesini bu açıklamasında sarf ediyor. ABD Başkanı’na dönük olarak da eleştirel bir noktada duruyor Erdoğan: “Biden da şu an itibarıyla bu sürece henüz olumlu yaklaşım sergileyemedi.”
ÜÇLÜ ZİRVE ÇABALARI
Şubat ayının ortasına gelindiğinde Erdoğan’ın Zelenski ile Rusya lideri Vladimir Putin’i buluşturma çabasına yoğunlaştığını izliyoruz. Örneğin, 16 Şubat’ta Birleşik Arap Emirlikleri’nden dönerken uçakta gazetecilere, “Zelenski kendisiyle yaptığımız görüşmede, ‘Putin, Zelenski, Erdoğan’ olarak yapılacak üçlü bir görüşmeye olumlu yaklaştığını ifade etti. Sayın Putin’in de bu konuya olumlu yaklaşması halinde İstanbul veya Ankara’da bir araya gelmeyi inşallah gerçekleştirebiliriz” şeklinde konuşuyor.
Krizin tam bir tırmanmaya girdiği,
Seçimlerin 26 Eylül 2021 tarihinde yapılmasına karşılık Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlar arasındaki hükümet pazarlıkları ve koalisyon protokolünün müzakeresi uzayınca Scholz’un koltuğu Merkel’den devralması 8 Aralık tarihini buldu.
Merkel, iki buçuk ayı bulan bu geçiş sürecinde yerine geçmesi büyük ölçüde kesinleşmiş olan Scholz ile yakın bir diyalog içinde oldu, hatta kendisini bazı yabancı devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelere de davet etti. Örneğin, geçen ekim ayının sonunda Roma’da yapılan G-20 zirvesine onunla birlikte geldi. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Roma’daki ikili görüşmesine Scholz’u da yanında götürüp kendisiyle tanıştırdı.
Kuşkusuz, Merkel’in bu tutumu, rakip partiden de olsa, halefinin başbakanlığa hazırlanması, özellikle Almanya’nın önündeki dış meselelerle aşina hale gelmesine yardımcı olması bakımından yapıcı, olgun bir devlet yöneticiliği anlayışını temsil ediyor.
‘İNSAN HAKLARI KONUSUNDA GÖRÜŞ AYRILIĞIMIZ VAR’
Geçiş döneminin ardından iktidar koltuğuna Yeşiller’le koalisyon ortağı bir sosyal demokrat başbakan oturdu. Bu yeni siyasi gerçekliğin, Almanya’yı Türkiye politikasında özellikle demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi sorunlar karşısında daha yüksek sesli bir çizgiye yöneltmesi ihtimali, genel bir beklenti olarak ortaya çıktı.
Scholz’un geçen pazartesi günü Ankara’ya yaptığı ilk ziyaret kendisinin bu başlıklardaki duruşunu görmek bakımından önem taşıyordu.
Burada öncelikle vurgulamamız gereken bir nokta, Scholz’un Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlenen basın toplantısında bu konuları gazeteciler sormadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında doğrudan kendisinin açmış olmasıdır.
Erdoğan
Erdoğan, 3 Şubat tarihindeki bu beyanında, Ukrayna ile Rusya arasında o sırada hızla tırmanmakta olan krizin yatıştırılmasına dönük çabalarda Batı’yı yetersiz bulduğunu gizlemezken, “Şu anda Avrupa’da bu işi çözmeye yönelik olarak lider noktasında ciddi sıkıntı var” dedikten sonra eklemişti:
“Bundan önce bakıyorsunuz bir Merkel icabında çıkıyordu, hakikaten çözüm için elinde anahtar bulundurabiliyordu. Ama bunun dışında şu anda böyle bir lider de kalmadı.”
KARŞILIKLI SICAK MESAJLAR
Geçen 8 Aralık’ta Berlin’de selefi Angela Merkel’le devir teslim törenini tamamladıktan sonra Şansölye koltuğuna oturan Almanya’nın yeni Başbakanı Sosyal Demokrat Olaf Scholz, Erdoğan’ın bu sözleri kendisine aktarıldıysa acaba ne düşünmüştür?
Bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Ancak Ukrayna’da patlak veren savaştan sonra kendisinin apar topar Ankara’ya geldiğine bakılırsa, Scholz’un bu sayfayı çevirip daha ivedi meselelere odaklanmak istediğine kolaylıkla hükmedebiliriz.
Ayrıca, önceki gün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yan yana açıklama yaptıkları sırasında ortalığa yayılan atmosfere bakılırsa, ikisi arasındaki bu ilk baş başa görüşmede sıcak bir havanın belirdiğini söylemek mümkündür.
Örneğin Erdoğan, “Sayın Şansölye’nin samimi, gönlünü açmak suretiyle yaptığı değerlendirmeleri her iki ülke açısından da önemli buluyorum. Bu bakımdan yaptığımız görüşme hakikaten çok samimi bir hava içerisinde geçti” diye konuşmuştur. Scholz da olumlu vurguların ardından “Bundan sonraki işbirliğimizi sürdürmekten çok mutlu olacağım” diye karşılık vermiştir.
AB ADINA TÜRKİYE
Ukrayna ile Rusya arasında arabuluculuk çabalarında rol oynayabilmesi, savaşın yaşandığı coğrafyanın bitişiğinde olması, siyasi ve askeri kapasitesi, enerji denkleminde üstlenebileceği rol, Montrö Sözleşmesi uyarınca Boğazlar üzerindeki kontrolü gibi bir dizi faktör, Türkiye’ye bu krizde önemli bir konum yüklüyor.
Son günlerde Türkiye’ye dönük işleyen yoğun ziyaret trafiği, krize taraf ya da yakından ilgili kilit aktörlerle Ankara arasında birçok kademede yürüyen telefon diplomasisi, bu durumun daha başlangıç aşamasında sahada gözlenen ilk yansımalarıdır.
*
Türkiye, cephede savaşan her iki ülke ile ilişkisinden vazgeçmemekle birlikte, işgale açıkça tavır alarak, NATO bildirileri üzerinden Rusya’yı kınayarak ana doğrultusunu Batı dünyası yönünde çizmiştir. Ayrıca Ukrayna’ya, Rus ordusuna karşı sahada bir hayli etkili olabilen insansız hava aracı gibi askeri malzeme de sağlamaktadır.
Ancak bunu yaparken Batı dünyasının uyguladığı yaptırım rejiminin dışında kalarak, hava sahasını Rusya’ya kapatmayarak, kuzey komşusunu tümüyle karşısına alacak adımlar atmaktan kaçınan dikkatli bir politika izlemektedir. Gözlendiği kadarıyla, Batı dünyası, daha fazla üzerine gelerek Türkiye’yi bu politikasında değişikliğe zorlamak ister gibi durmuyor. En azından bu aşamada...
Tabii unutmayalım ki, işin daha çok başındayız. Rusya’nın işgalinin başlamasından bu yana henüz 20 gün geçmiştir. Savaşın uzun bir zamana yayılması ihtimaline hazırlıklı olmamız gerekiyor.
Kriz uzadığı oranda Türkiye’nin izlemekte olduğu göreceli denge politikasının sürekli bir stres testinden geçmesi kaçınılmazdır. Savaşın uzun sürmesinin, yayılıp derinleşmesinin ne gibi sürprizleri, tahmin edemediğimiz senaryoları Türkiye’nin önüne koyacağını bugünden bilemiyoruz.
Ama az çok öngörebildiğimiz bir ana yönelişten söz edebilmek mümkün.
“Dün, bir vatandaşımızın test sonucu pozitif çıktı. Virüsü, Avrupa teması üzerinden aldığı bilinmektedir. Dış dünyadan izole edilmiştir. Ailesi gözetim altındadır” diye konuşmuştu Koca.
O günleri hatırlayalım. Yeni ölümcül virüsün Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2019 aralık ayı sonunda tespit edilip Dünya Sağlık Örgütü’nün 2020 ocak ayında alarm vermesinin ardından COVID-19 dünyanın birçok ülkesinde hızla yayılmaya başlamıştı. Toplu ölümlerin kayda geçmesiyle birlikte büyük bir korku dalgası ortalığı sarıyordu. Aşısı, ilacı olmayan bu yeni virüs küresel ölçekte tıp dünyasını zorlu bir sınavla karşı karşıya bırakmıştı.
2020 yılı şubat ayı sonuna gelindiğinde Avrupa ülkelerinde vakalar ve ölümler patlamıştı. Sessizce Türkiye’ye de yaklaştığını hissetmekteydik virüsün. Salgının yayıldığı ülkelerle hava bağlantıları kesiliyor, sınır kapıları kapatılıyor, Türkiye yavaş yavaş kendisini dünyadan izole ediyordu.
11 Mart 2020 tarihinde ilk vakanın duyurulmasından altı gün sonra 17 Mart’ta COVID-19 kaynaklı ilk ölüm hadisesi yine Sağlık Bakanı Koca tarafından açıklandı. Koca, “Korona virüsle mücadelemizde bugün ilk kez bir hastamı kaybettim” diye konuştu. Virüse yenik düşen 89 yaşındaki bir vatandaşımızdı.
O günler, işyerlerimizden ayrılıp evlerde çalışmaya başladığımız, endişe içinde ekranlara kilitlendiğimiz, her akşam Sağlık Bakanı’nın basın toplantılarını nefeslerimizi tutarak izlediğimiz, bütün kanalların bu toplantıları canlı yayımladığı bir dönemdi. Her akşam yeni vaka ve vefat sayılarını beklemek, günlük hayatımızın en önemli parçası olmuştu.
Virüse karşı aşının ne zaman bulunacağı meçhuldü. Bütün dünya bir çaresizlik hissi ile köşeye sıkışmış durumdaydı. Ölüm korkusu her yeri sarmıştı. Maske takmak ve evlerimize kapanmak dışında etkili bir mücadele yöntemimiz yoktu. Ama çalışmak için evden çıkmak zorunda olanlar, kapıdan dışarı adım attıklarında virüsle temasa açık hale geliyorlardı.
*
Ancak yine de önemli bir Ukrayna boyutunu da içerdi bu ziyaret. Çünkü, buradaki açılım Ukrayna’daki savaşın ortaya çıkardığı çok temel meseleleri, örneğin Avrupa Birliği’nin yeni dönemdeki enerji güvenliği önceliklerini de doğrudan ilgilendiriyordu.
Bu gibi başlıkların değerlendirmesine girmeden önce ziyareti bir perspektife oturtalım. Herzog’un Türkiye’ye gelişi, öncelikle Doğu Akdeniz’in iki başat ülkesi arasında çok uzun bir zamandır yokuş aşağı giden kavgalı ilişkilerin artık bu durumdan çıkartılıp bir normalleşme sürecine sokulması ve yeni bir başlangıç yapılmasının harcının atılmasına sahne oldu.
Ve ne ilginçtir ki Nazım Hikmet’in bir şiirinin sembolizmi, ilişkilerdeki bu yeni başlangıca bir anlamda kefil oldu. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin konferans salonunda gazetecilere açıklamalarda bulurken, “Modern çağın en büyük Türk şairlerinden biri” dediği Nazım Hikmet’in 1940’ların sonuna doğru Bursa Hapishanesi’nde yazdığı “Yaşamaya Dair” adlı ünlü şiirinden şu dizeleri okudu:
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil/ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için/yaşamak, yani ağır bastığından”
Herzog, ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a dönerek şöyle dedi:
“Sayın Cumhurbaşkanı, şairin dediği gibiyiz. Birlikte daha anlamlı bir yaşam seçiyoruz.“
Ziyaretin mesajı, böylelikle Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde yeni dönemde “anlamlı bir yaşam” için barışı simgeleyen zeytin ağacı metaforuyla kaplanmış oldu.
TÜRKİYE BÖLGE
Girilen küresel bunalımda Rusya’nın işgali ile birlikte Batı dünyası saldırgan ülkeye karşı kendi içinde büyük bir toparlanmaya girişirken, NATO bünyesinde sancılı bir mevzu karşılarına çıkacaktır. İttifakın başını çeken ABD ile ittifakın ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye’nin ilişkileri, aralarında yaşadıkları bir dizi kriz nedeniyle felç halinde görünmektedir 2022 başı itibarıyla.
Biraz derinlemesine baktıklarında, müttefiklerden birinin, diğerinin fiilen ortak üretimine katıldığı F-35 tipi beşinci nesil savaş uçaklarına el koyduğunu, üretim sürecinden çıkarttığını, ayrıca bir dizi yaptırım da uyguladığını fark edeceklerdir. Bu durum yaptırımlara maruz kalan ülkenin hava savunması açısından bir zafiyet yaratmaktadır, Rusya’nın işgalci kimliğiyle sahneye çıktığı bir dönemde.
DİĞER ZOR SORUNLAR: S-400, PKK/YPG VE PENSİLVANYA MESELESİ
Tarihçiler bu noktaya nasıl gelindiğini incelerken, yaptırım uygulanan müttefikin de NATO’nun bütün belgelerinde ana tehdit olarak kabul ettiği ve zaten 2022 yılında Ukrayna’yı işgal etmiş olan Rusya’dan 2019 yılında S-400 tipi gelişmiş hava savunma sistemleri almış olduğunu, ABD yasaları çerçevesinde buna karşı bir dizi yaptırımın devreye sokulduğunu okuyacaklardır.
Arşivleri biraz daha karıştırdıklarında, meselenin göründüğünden çok daha sıkıntılı olduğu gerçeği onları beklemektedir. Çünkü, NATO müttefiki ABD’nin aslında terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD-YPG isimli örgüt ile bir askeri ittifak kurmuş olduğunu, bu sırada PKK’nın da Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin sürdüğünü anlayacaklardır.
Ayrıca sorunların dökümüne baktıklarında, Türkiye’de 2016 yılında bir askeri darbe girişimi olduğunu ve kalkışmayı gerçekleştiren kriminal örgütün önderinin Pensilvanya’da ABD’nin koruyucu kolları altında yaşadığını da öğreneceklerdir.
Peki tarihçiler karşılarına çıkan bu karmakarışık tabloyu Rusya’nın Ukrayna’yı fiili işgali ışığında değerlendirdiklerinde Türkiye-ABD ilişkilerinin 2022 yılı başında içinde bulunduğu durumu hangi nitelemelerle tasvir edeceklerdir?
RUSYA’NIN İŞGALİ İKİLİ
Karşımızda asılı duran büyük bir soru var. Bu soru, Batı kurumlarının çoğunda yer alan, bu çerçevede NATO’nun da üyesi olan, ancak aynı zamanda karşı kamptaki Rusya ile özel bir ilişkiyi de genellikle hassas bir şekilde yürütegelmiş olan Türkiye’nin, yaşanan altüst oluşta buradaki iki cephe arasında nasıl bir denge tutturacağı meselesidir.
1990’lı yılların başında son bulan Soğuk Savaş döneminde Doğu ile Batı arasında Avrupa’da sıcak bir çatışmanın yaşanmadığı göreceli bir istikrar ortamında bu denge politikasının yürütülmesi, kolay olmamakla birlikte özellikle 1960’lı yılların ortasından itibaren Türk diplomasisinin pekâlâ üstesinden gelebildiği bir sınamaydı.
Oysa bu kez Rus tanklarının bağımsız bir ülkenin topraklarından içeri girdiği bir savaş söz konusudur ve Avrupa’nın topyekûn jeopolitik düzeni şiddetli bir depremle sarsılmaktadır. Zemin sürekli sallanırken girilen belirsizlik ortamında Türkiye’nin eski dengeyi kurabilmesi geçmişe kıyasla her bakımdan meşakkatli olacaktır.
Meseleyi çok daha karmaşık hale getiren başka faktörler de denkleme giriyor. Türkiye Rusya’nın saldırısına karşı Batı dünyası ile aynı pozisyonu almakta, NATO bildirilerindeki mutabakatların altına imzasını atmaktadır. Ama NATO’da Rusya’ya karşı dayanışma içinde olduğu Batı dünyası ile hem ABD hem de AB cephelerinde aslında kronikleşmiş ciddi sorunlar da yaşamaktadır.
Üstelik bu dönemde Rusya ile ilişkileri de büyük bir yoğunlaşmaya sahne oluyor. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerindeki en dikenli konulardan biri Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri almış olmasıdır. Yani NATO bildirilerinde Ukrayna’yı işgal ettiği için kınadığı ve “siyasi bedel ödeyeceğini” söylediği Rusya’dan...
*
Rusya ile ilişkilerdeki yoğunlaşma bir olgudur. Gelgelelim bu ilişkiler de dikensiz bir gül bahçesi değildir.
Türkiye’nin Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta cephe hattındaki iki hasım aktörden birine açık bir şekilde silah sağlamakta oluşu meseleyi daha da zorlaştırıyor. Türkiye’nin Ukrayna’ya sattığı insansız hava araçlarının savaşta Rus kuvvetleri üzerinde nasıl hasara yol açtığına ilişkin çarpıcı görüntüler, uluslararası kamuoyunun ortalığa yayılan videolar üzerinden ilgiyle izlediği bir konudur.