Paylaş
“Dün, bir vatandaşımızın test sonucu pozitif çıktı. Virüsü, Avrupa teması üzerinden aldığı bilinmektedir. Dış dünyadan izole edilmiştir. Ailesi gözetim altındadır” diye konuşmuştu Koca.
O günleri hatırlayalım. Yeni ölümcül virüsün Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2019 aralık ayı sonunda tespit edilip Dünya Sağlık Örgütü’nün 2020 ocak ayında alarm vermesinin ardından COVID-19 dünyanın birçok ülkesinde hızla yayılmaya başlamıştı. Toplu ölümlerin kayda geçmesiyle birlikte büyük bir korku dalgası ortalığı sarıyordu. Aşısı, ilacı olmayan bu yeni virüs küresel ölçekte tıp dünyasını zorlu bir sınavla karşı karşıya bırakmıştı.
2020 yılı şubat ayı sonuna gelindiğinde Avrupa ülkelerinde vakalar ve ölümler patlamıştı. Sessizce Türkiye’ye de yaklaştığını hissetmekteydik virüsün. Salgının yayıldığı ülkelerle hava bağlantıları kesiliyor, sınır kapıları kapatılıyor, Türkiye yavaş yavaş kendisini dünyadan izole ediyordu.
11 Mart 2020 tarihinde ilk vakanın duyurulmasından altı gün sonra 17 Mart’ta COVID-19 kaynaklı ilk ölüm hadisesi yine Sağlık Bakanı Koca tarafından açıklandı. Koca, “Korona virüsle mücadelemizde bugün ilk kez bir hastamı kaybettim” diye konuştu. Virüse yenik düşen 89 yaşındaki bir vatandaşımızdı.
O günler, işyerlerimizden ayrılıp evlerde çalışmaya başladığımız, endişe içinde ekranlara kilitlendiğimiz, her akşam Sağlık Bakanı’nın basın toplantılarını nefeslerimizi tutarak izlediğimiz, bütün kanalların bu toplantıları canlı yayımladığı bir dönemdi. Her akşam yeni vaka ve vefat sayılarını beklemek, günlük hayatımızın en önemli parçası olmuştu.
Virüse karşı aşının ne zaman bulunacağı meçhuldü. Bütün dünya bir çaresizlik hissi ile köşeye sıkışmış durumdaydı. Ölüm korkusu her yeri sarmıştı. Maske takmak ve evlerimize kapanmak dışında etkili bir mücadele yöntemimiz yoktu. Ama çalışmak için evden çıkmak zorunda olanlar, kapıdan dışarı adım attıklarında virüsle temasa açık hale geliyorlardı.
*
COVID-19 geçen iki yıl içinde hayatımızda ne kadar çok şeyi değiştirdi. Toplumun önemli bir bölümünü evlere kilitledi. Çalışma düzenimiz, yaşam tarzımız, sosyalleşmemiz radikal değişikliklere uğradı. Eğitimde, ekonomide, hayatın her alanında büyük sarsıntılardan geçtik. Milyonlarca çocuk kişisel gelişimleri açısından sosyalleşmeye en açık olmaları gereken bir dönemi evlerinde kapalı kalarak geçirdi.
En üzücü tarafı kuşkusuz ölümlerdi. Pek çoğumuz ya bir yakınını, akrabasını, arkadaşını ya da en azından tanıdığı birini kaybetti. Önceki akşam itibarıyla Sağlık Bakanlığı tarafından resmen açıklanmış olan tam 96 bin 94 ölüm hadisesi kayda geçmişti Türkiye’de
Üstelik açıklanan bu resmi rakamın COVID-19’dan kaynaklanan kayıpların tümünü yansıtmadığı konusunda tıp camiasında, bilim çevrelerinde büyük ölçüde bir mutabakat var. Önceki yılların ölüm ortalamaları ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan “fazladan ölüm sayıları” ile açıklanan resmi vefat sayıları arasındaki farklar da COVID-19 kayıplarının resmi verilerin bir hayli üstünde olduğuna işaret ediyor. Resmi rakamı en az ikiyle çarpmak gerektiğini söyleyen pek çok saygın bilim adamımız var. Muhtemelen bu konuda daha sağlıklı rakamlara daha sonra ulaşabileceğiz.
*
Tam bu noktada pandeminin Türkiye’deki seyriyle ilgili en tartışmalı alanlardan birine giriyoruz. Bu da salgının ilk döneminde Sağlık Bakanı Koca ile toplumun geniş bir kesimi arasında kurulan güven ilişkisinin daha sonraki gelişmelerle birlikte zayıflamaya başlamasıdır.
Buradaki kritik bir olay herhalde 2020 eylül ayı sonunda o güne kadar açıklanan “vakalar”ın yalnızca semptom gösteren kişilere ait olduğunu, testi pozitif çıkan ama belirti göstermeyen vakaların kamuoyuna açıklanmadığı gerçeğinin bizzat Koca tarafından gecikmeli olarak kabul edilmesiydi. Ardından belirtili-belirtisiz bütün vakalar duyurulmaya başlandı. Bu arada eksik açıklanmış olan 1 milyon 200 vaka da gecikmeli olarak aralık ayında resmi vaka toplamına eklendi.
Bu olay önemli bir kırılmanın yaşanmasına yol açtı ve sonradan yapılan açıklamalarla ilgili bir güven sorunu yarattı. Ayrıca, veriler hakkında yeteri kadar şeffaf olunmaması, örneğin vaka ve ölümlerde yaş kümelerinin düzenli bir şekilde paylaşılmaması, açıklamalarla ilgili yöntemin sürekli değiştirilmesi sürekli bir eleştiri konusu olageldi.
*
Geçen iki yıl içinde virüsün yeni varyantlarıyla birlikte yükselip, pik yapıp ardından düşüşe geçtiği bir dizi dalgaya tanıklık ettik. İlki, 2020 Mart ayında kendini gösteren, nisan ayında tırmanıp mayıs sonunda sönümlenen birinci dalgaydı. Bunu 2020 kasım-aralık aylarında patlak veren ikinci dalga izledi. Derken 2021 mart-nisan aylarındaki üçüncü büyük dalgayı yaşadık.
Bu dalgaların her birinde ciddi kapanma kararları alınması, virüsün bu şekilde baskılanması, ardından bir normalleşmeye dönülmesi, her seferinde tekrarlanan bir örüntüydü. Bununla birlikte, her kapanmadan sonra normalleşmeye geçiş adımlarında acele edildiği, bunun da yeniden vakaların önünü açtığı eleştirileri sıkça gündeme geldi. Sarkaç, virüsü baskılama ihtiyacı ile karar vericilerin ekonominin çarklarını döndürme hesapları ve toplumun normalleşme beklentileri arasında gidip geldi her seferinde.
Salgının Türk kamuoyunda yeterince tartışılmayan bir yönü, 2021 yılı ağustos ayında başlayan ve yıl sonuna kadar süren dördüncü dalgadır. Bu dalganın ayırt edici bir özelliği, daha önce karşılaşılan inişli çıkışlı kalıbı tekrarlamak yerine, ağustos ayında yükseldikten sonrası genellikle aynı çizgide yol almasıdır. Aylık vefat toplamları 5 bin 500 ile 7 bin aralığında oldukça yüksek bir eşikte seyretmiştir. Ardından Omicron dalgasıyla salgın ocak ayı sonunda yeniden tırmanışa geçmiştir.
Genel dökümde Türkiye’de COVID-19 kaynaklı toplam 96 binin üstündeki vefatların 61 bin 480’i, yani yüzde 64’ü 2021 yılında meydana gelmiştir. Bu toplam içinde 31 bin 29 vefat, 2021 ağustos-aralık dönemine aittir. İnsan kayıpları açısından aslında en kötü dönemden söz ediyoruz. Ancak düşündürücü olan, bu dönemin ciddi kapanma önlemlerine başvurulmadan, salgının önemli ölçüde kanıksanarak yaşanmış olmasıdır; hastanelerde yoğun bakım servislerindeki yüksek doluluk oranlarına ve yüksek vefat rakamlarına rağmen.
Ve ardından ocak ayında baskın hale gelen yeni varyant Omikron dalgasıyla birlikte virüs daha çok yaşlıları, özellikle aşısız ve kronik hastalıkları bulunanları sarsan bir nitelik kazanmıştır.
*
Önemli bir nokta, 2021 yılının vaka ve ölümlerde yüksek geçmesine karşılık, aynı zamanda aşılamanın da başladığı ve toplumsal bağışıklık hedeflerinin çok altında kalınmasına rağmen yine de azımsanmayacak bir kesime aşı yapıldığı bir dönem olmasıdır. Bu durum aşılı olanların hem 2021’deki önceki varyantları hem de son Omikron dalgasını belli bir dirençle karşılayıp hafif atlatmalarını sağlamıştır.
Yine de aşılamanın gidişatı salgının bundan sonraki seyri açısından kaygı vericidir. Bunun nedeni, aşılamanın birinci ve ikinci dozlarda fiilen durma noktasına gelmesi, üçüncü doz hatırlatma aşısında ise oranın çok yetersiz kalmasıdır.
Türkiye’deki yabancıları dahil ederek yaptığımız hesaplamada, toplam nüfus içinde ilk doz aşıyı olanlar yaklaşık yüzde 64, iki doz aşı olanlar yüzde 58 ve üç doz yaptıranların oranı yüzde 30 dolayındadır. Özellikle hatırlatma dozuna ilişkin rakam çok yetersizdir ve salgının bundan sonraki seyri açısından potansiyel bir kırılganlık yaratmaktadır.
Hesaba katmamız gereken bir diğer nokta, virüsle ile ilgili her gün daha önceden bilmediğimiz yeni gerçeklerin bulunmasıdır. Örneğin, çok yakın zamanlarda COVID-19 geçirenlerin beyinlerinde küçülmenin meydana gelebileceğine ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıkmıştır. Yeni çalışmalarda başka bulguların da çıkmasına hazırlıklı olmalıyız. COVID-19 hakkında öğreneceğimiz daha çok şey var. Ayrıca, virüsün yeni varyantlarıyla karşımıza çıkması da göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir.
Buna karşılık geçen ocak ayında test PCR testi yaptırma kriterlerinin zorlaştırılmasından sonra bu ayın başında maske uygulamasının gevşetilmesi, ayrıca HES uygulamasının tümden kaldırılarak normalleşmeye doğru süratli adımlar atılması, Bilim Kurulu’ndan ciddi itirazların yükselmesine yol açmaktadır. İçinden geçtiğimiz bugünlerde rakamlarda düşüş görülse de COVID-19’a karşı ihtiyatın elden bırakıldığı eleştirileri yaygındır.
*
Son olarak geçen iki yılı değerlendirirken vurgulanması gereken çok kritik bir nokta var. Salgın, Türkiye’nin sağlık alanındaki insan kaynağının gücünü görmek, sağlık ordusunu yakından tanımak, onların bütün zorluklara rağmen, ne kadar büyük bir adanmışlıkla, olağanüstü özveriyle virüsle mücadele ettiklerine tanıklık etmemize de bir vesile oluşturdu.
Doktorlardan her kademede sağlık çalışanına kadar hepsine bir kez daha minnet duygularımızı, takdirlerimizi iletmek, hepimiz için bir vatandaşlık görevi ve vicdani yükümlülüktür.
Paylaş