Ülkenin ana muhalefet partisi lideri olan siyasetçinin Alevi kökeninin kendisinin cumhurbaşkanlığı adaylığı ihtimaliyle ilgili tercihlerde aleyhine bir faktör olarak değerlendirilmesi üzerine patlak veren tartışma da böyle bir konu.
Cümleyi kuran kişinin içeriğini onaylamasa da, bir olgu olarak toplumun belli bir kesiminde böyle bir önyargının bulunduğunu belirtmesi bile problemli olan bir bakışı olağanlaştırma tehlikesini içinde barındırıyor. Onu bu söylemin taşıyıcısı durumuna getirebiliyor.
Son hadisede İYİ Parti Ankara Milletvekili İbrahim Halil Oral, yaptığı açıklamada cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökeninin kendisi açısından bir engel olmadığını söylemiştir. Ancak ardından, toplumun “Sünni kesimi”nin Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğiyle ilgili ‘endişeleri’ni CHP Lideri’nin adaylığı konusunda hesaba katılması gereken bir durum olarak telaffuz etmesi, Oral’ı büyük bir eleştiri dalgasıyla karşı karşıya bırakmıştır.
YAKIN TARİHTEN ÖRNEĞİ VAR
Aslında yakın tarihimizin tecrübesi Alevilik meselesinin seçimlerde pekâlâ konu edildiğini gösteriyor. Çok eskilerde de değil, 2011 seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökeni, dönemin başbakanı ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında süreklilik içinde gündeme getirdiği bir temaydı.
18 Mayıs 2011 tarihinde yayımlanan “Erdoğan ve CHP liderinin Aleviliği” başlıklı yazımızda somut verilere dayanarak Erdoğan’ın 29 Nisan ile 13 Mayıs 2011 tarihleri arasında tam yedi ayrı konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğini vurgulayan temayı tekrarladığını yazmışım, tarih ve şehirlerin isimlerini vererek.
Bu yazıyı kaleme aldığım gün Erdoğan’ın bizzat sahada izlediğim Malatya mitinginde de aynı durum tekrarlanmıştı. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun mezhebini gündeme getirmesinin hemen ardından meydandan yükselen CHP liderine dönük -biçimini burada tekrarlamayacağım- protestoyu da çok iyi hatırlıyorum.
Geçmişte konunun kendisi tarafından miting meydanlarında bu şekilde işlenmiş olması, önümüzdeki seçimde yeniden gündeme getirilebileceği hususundaki endişelerin de kaynağıdır.
Önceki akşam (perşembe) gazetenin ilk baskısının başlayacağı sırada, saat 20.09’da Rusya Dışişleri Bakanlığı web sitesine koyduğu bir açıklamayla bu yönde bir harekâta karşı olduğunu duyurdu. Rusça açıklamanın diğer dillere çevrilip ajanslar üzerinden yayılması geç saatleri buldu.
RUSYA ELİNİ Mİ YÜKSELTMEYE ÇALIŞIYOR?
Bu açıklamanın zamanlamasıyla ilgili ilginç bir durum var. Şöyle ki, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zakharova’nın dün yapacağı basın brifingi aslında hafta başında duyurulmuştu. Açıklama pekâlâ dünkü brifingde duyurulabilirdi. Ancak bu açıklamanın cuma gününe (dün) bırakılmadan önceki gün (perşembe) akşam saatlerinde yapılmasının Rus tarafı açısından ivedilik taşıdığı, Rus Dışişleri’nin bir gün beklemek istemediği anlaşılıyor.
Bunda hangi neden ya da nedenler rol oynamış olabilir?
Rusya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın harekâtın yapılacağını duyurduğu ısrarlı açıklamalarına sessiz kalması halinde bunun Ankara’ya zımnen onay verdiği şeklinde yorumlanmasının önüne mi geçmek istedi?
Yoksa Rusya, Ankara’dan gelen askeri harekât beyanları nedeniyle Esad rejiminin yaptığı bir başvuru üzerine Şam’daki müttefikine sahip çıktığını göstermek için mi bu yola gitti?
Tabii muhtemel bir faktör daha var. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, önümüzdeki çarşamba günü Türkiye’yi ziyaret edecek. Rus tarafı, ziyaret öncesindeki bu açıklamayla Ankara karşısında elini yükseltip, iki ülke arasında pek çok hassas meselenin müzakere edildiği bir dönemde, harekât başlığını bu bütünün içinde bir pazarlık konusu haline getirmek de istemiş olabilir.
ZAKHAROVA: ‘SINIRI SURİYE
Suriye sınırı boyunca “güvenli bölge oluşturmak için başlatılan çalışmaların eksik kalan kısımlarıyla ilgili yeni adımların yakında atılmasına başlanacağını” söylemişti Erdoğan bu açıklamasında.
Cumhurbaşkanı, daha sonraki günlerde bu temayı ısrarlı bir şekilde gündemde tuttu. Bunu, Türkiye’nin askeri harekâtının hangi noktalara yönelebileceği konusunda Fırat’ın hem batısı hem de doğusundaki belli bölgelere odaklanan yoğun bir tartışma izledi.
Buna karşılık Erdoğan, önceki günkü grup konuşmasında başlangıçta daha geniş bir ölçek üzerinden açıkladığı hedefin menzilini bu kez daraltarak, Fırat’ın batısına odaklandı.
“Güney sınırlarımız boyunca 30 kilometre derinliğinde güvenli bölge oluşturma kararımızın yeni bir safhasına geçiyoruz” dedikten sonra ekledi: “Tel Rifat ve Münbiç’i teröristlerden temizliyoruz. Ardından da aşama aşama diğer bölgelerde aynısını yapacağız.”
Burada dikkat çeken bir nokta, Erdoğan’ın Suriye sınır hattının bütününün kontrol altına alınmasına dönük uzun dönemli hedefi tekrarlamakla birlikte, bu hedefin özellikle Fırat’ın doğusunda kalan bölümünün daha sonra kademe kademe hayata geçirileceğini ifade etmesidir dolaylı bir ifadeyle.
GEÇEN EKİM AYINDAKİ ATMOSFERİ HATIRLAYINCA
Bu tespitin ardından şimdi projektörlerimizi Tel Rifat ve Münbiç’e doğru çevirelim. Ancak bunu yaparken en başta hatırlamamız gereken bir konu var. Aslında her iki bölge de barındırdıkları PKK/YPG unsurları nedeniyle uzun bir zamandır Türk güvenlik makamlarının yakın radar alanı içinde bulunuyordu.
Son olarak geçen ekim ayında Türkiye’nin Tel Rifat’a gireceği yolunda bir atmosfer de belirmişti. Bunu tetikleyen,
Bundan üç yıl önce Çubuk’ta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun saldırıya uğradığı hadiseden sonra kaleme aldığımız yazımız bu tespit ile başlıyordu.
Kılıçdaroğlu sığındığı evden zorlukla özel harekât polisinin zırhlı bir aracına bindirilerek kaçırılabilmişti. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar evi kuşatan kitleyi uzaklaştırabilmek için ciddi bir çaba sarf etmişti. Olayların bir an kontrolden çıkması halinde ortalığı kaplayan gerilimin çok farklı bir istikamete yönelmesi işten değildi.
Her halükârda 21 Nisan 2019 tarihinde başkent Ankara’ya 40 kilometre uzaklıktaki Çubuk ilçesinde yaşanabilen bu hadise şimdiden siyasi tarihimizin en vahim sayfalarından biri olarak yer etmiştir.
KARAR NE ANLAMA GELİYOR?
Bu kadar korkutucu bir hadisenin soruşturma süreci ve ardından yargılama aşamasının kamuoyunda hassasiyetle izlenmesi doğaldı. Yargılama sürecinde müşteki durumundaki CHP cephesinden kuvvetli itirazların yükseldiği bir davaya tanıklık ettik.
Örneğin, dava açılırken mağdur taraf olarak Kılıçdaroğlu’nun avukatları, hadisenin bir toplu linç girişimi olduğunu belirterek davanın asliye ceza değil ağır ceza mahkemesinde görülmesini talep ettiler. Keza, Kılıçdaroğlu’na yönelen saldırının “yaralama” değil, “adam öldürmeye teşebbüs” suçuna girdiğini savundular.
Sonuçta tansiyonlu bir ortamda geçen yargılama süreci önceki gün sonuçlanmış ve Çubuk 2. Asliye Ceza Mahkemesi, alınan kararı açıklamıştır. Toplam 67 kişinin yargılandığı bu davada sanıklar en az 7 ay 15 gün ile en çok 8 yıl 6 ay 15 gün arasında değişen sürelerde hapis cezalarına çarptırılmıştır.
Sanıklar hakkındaki cezalar ağırlıklı olarak hürriyeti kısıtlama, bunun yanında adam yaralamaya teşebbüs, suç işlemeye teşvik, kamu görevlisine hakaret gibi muhtelif suçlardan verilmiştir.
ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi James Spain Washington’dan arandı. Gelen telefonda, ertesi günü Başkan Jimmy Carter’dan Devlet Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e yazılmış bir mektubun kendisine ulaşacağı bildirildi.
Başkan Carter, mektubunun Kenan Evren’e, 6 Ekim Pazartesi günü saat 15.00’te NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı Orgeneral Bernard Rogers’ı kabul etmesinden önce iletilmesini istiyordu. Evren, Rogers’la görüşmeden önce ABD Başkanı’ndan gelen mesajı okumalıydı.
Rogers’ın Evren’e açacağı konuyu hemen öncesinde bizzat kendisi de vurgulayarak, NATO komutanının Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü meselesinde vereceği mesajın ağırlık derecesini yukarı çekmek istiyordu ABD Başkanı.
Büyükelçi Spain, zaman baskısı altındaydı. Randevu başvurusu için pazartesi sabahını beklerse Evren’i Rogers’tan önce görebilmesi tehlikeye girebilirdi. Hemen başvuruda bulundu. Evren’in makamından pazartesi sabahı için randevu verildi. Başkan Carter’ın mektubu da pazar günü öğle saatlerinde ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne ulaştı.
Pazartesi sabahı Evren’in Genelkurmay’daki makam odasının kapısındaydı. Kendisini karşılayan genç diplomata, Evren’e ne şekilde hitap edeceğini sordu. Eskiden olduğu gibi “Paşam” diye mi hitap etmeliydi? “Devlet Başkanı” şeklinde hitap etmesi gerektiği yanıtını aldı. Evren “Cumhurbaşkanı” hitabını da istemiyordu.
Ve görüşme başladı.
EVREN’İN CARTER’DAN TALEBİ: ‘BİR SÜRE BİZİ ELEŞTİRMEYİN’
James Spain
Buna göre, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren, 17 Ekim 1980 tarihinde Ankara’da yaptıkları görüşmede NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Bernard Rogers’a Türkiye’nin onayını bildirmişti. Ardından MGK Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık, Türkiye’nin Brüksel’deki NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Osman Olcay’ı şifreli telefondan arayarak, ertesi günü Rogers’ın delegasyona geleceğini belirtmiş, kendisinin anlatacağı çerçevede hareket edilmesini istemişti.
Rogers, ertesi gün delegasyona gelerek Büyükelçi Olcay’ı, Evren’le vardığı mutabakat hakkında bilgilendirmiş ve pazartesi günü (20 Ekim) Konsey toplandığında Yunanistan’ın dönüşünün konsensüsle kararlaştırılacağını bildirmişti.
Bu hadisenin düşündürücü bir tarafı, Türk diplomatların Ankara’da alınan bir kararı NATO’nun ABD’li Komutanı Rogers’tan öğrenmiş olmalarıydı.
DIŞİŞLERİ BAKANININ DA HABERİ YOK
Bugünkü yazımızda, aynı olayı dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in konumu açısından ele alacağız. Bu kritik hadiseye o dönemde Türkmen’in sağ kolu durumundaki Özel Danışmanı Büyükelçi Daryal Batıbay’ın kaleme aldığı yazısında paylaştığı bilgiler üzerinden bakacağız.
Batıbay’ın tanıklığı, MGK yönetiminin Yunanistan’ın ittifakın askeri entegrasyona dönüşü üzerindeki vetosunu çekerken, Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’i de bilgilendirme gereği duymadığını gösteriyor.
ABD YUNANİSTAN İÇİN BASTIRIYOR
Büyükelçi
Pop’tan halk müziğine ve caz’a kadar aklınıza gelebilecek her müzik türünü hakkını vererek icra edebilen bir şarkıcı.
Önemli bir hasleti, seçtiği şarkıları muazzam bir yorum gücüyle yeniden tanımlayabilmesi. Sahnede sınırsız bir enerjisi, dinamizmi var. Önümüzdeki yıllarda ondan daha da çok söz edeceğiz.
Melek Mosso, son olarak vereceği bir konserin, aslında davetin sahibi olan AK Partili Isparta Belediyesi tarafından iptal edilmesi ile gündeme geldi.
Bu konser, Isparta’daki bazı muhafazakâr kuruluşların, partilerin şarkıcının tarzını, söylemini mesele ederek yaptıkları girişimlerin sonucu iptal edildi.
Bu iptal haberini duyunca, Isparta’nın imajını kaplayan bir tezatın belirdiğini düşündüm.
Isparta, Türkiye’nin en önemli gül üreticisi olan ve adı artık bu çiçekle özdeşleşmiş bir ilimiz. Ancak bu hadiseden sonra Isparta’nın ismi geçtiğinde, ilk çağrışımlardan biri olan gülün yanı sıra tutuculuğun etkisiyle konser iptal edilen bir şehir imajıyla da hatırlanacağını düşünüyorum.
Ne derseniz deyin, bu gölge Isparta’nın algısı üzerine şimdiden yerleşmiştir. Son tahlilde iptal kararı “Isparta Gül Festivali” kapsamında düzenlenen bir konseri hedef alıyor.
MİLLİ VE MANEVİ
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden bir yıl önce mezun olmuştu. Darbeden bir gün önce kendilerine eğitimleri tamamlandığı için artık asteğmen olarak kıta görevine gidecekleri söylenmişti.
Sabaha karşı koğuşun kapısında genç bir subay belirdi ve “Beşinci Bölük ayağa kalk, ihtilal oldu. Aşağıya inin, tüfeklerinizi geriye verecekler. On tane de kurşun. Buradan doğru Harp Okulu’na gideceksiniz” diye seslendi.
Sami Selçuk, sonrasını “Tüfeklerimizi ve kurşunlarımızı yeniden aldık, başımızda komut veren biri olmaksızın dağınık ve başıboş olarak Harp Okulu’na doğru yürüdük. Harp Okulu’na geldiğimizde bir binbaşı bana, ‘Gel bakalım, şu kapının önünde nöbet tut’ dedi” diye anlatıyor.
HARP OKULU’NA GETİRİLEN DP’LİLERİN GEÇMESİ GEREKEN KÂBUS TÜNELİ
Yedek Subay Sami Selçuk, verilen emir üzerine Kara Harp Okulu’nun kapısında nöbet tutmaya başladı. Harp Okulu, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki cuntanın yönetime el koymasından sonra darbenin ana merkezi olarak kullanılıyordu.
Subaylar ve Harp Okulu öğrencileri, kendilerine verilen listeler üzerinden Demokrat Partili bakanları, milletvekillerini ve DP’ye yakın görülen kamu görevlilerini Ankara’daki evlerinden tek tek toplayarak askeri araçlarla Harp Okulu’na getiriyorlardı. Burada bir süre alıkonan tutuklular daha sonra gruplar halinde Yassıada’ya gönderilecekti.
Kara Harp Okulu binasının önünde kalabalık bir subay ve askeri öğrenci topluluğu birikmişti. Getirilenler, arabadan indirildiklerinde kendilerini birden bu topluluğun ortasında buluyordu. Sonradan birçok DP’li siyasetçinin ve askerin anlatımlarında ortaya çıktığı üzere, karşılamayı yapan askerler gelenlere tekme tokat girişiyordu.
Gelenler için en zor sınav, arabadan çıktıktan sonra bu topluluğu bir şekilde aşıp, Harp Okulu binasının kapısından içeri girebilmekti.