Mahkeme’nin Resmi Gazete’nin önceki günkü sayısında yayımlanan bu kritik kararı, 1982 Anayasası ile getirilen zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleriyle ilgili 2018 yılına kadar uzanan ciddi bir hak ihlali tespiti yapıyor.
Karar özü itibarıyla, bu dersin din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminden çıkıp aslında Anayasa’ya göre tercihli olması gereken din eğitimine dönüştüğünü belirtiyor. AYM, bu dersi “İçerik olarak dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler vermek amacıyla zorunlu olması öngörülen din kültürü öğretimi kapsamında değil, İslam dininin ve onun belirli bir yorumunun eğitimi ve öğretimi” olarak değerlendiriyor.
Üstelik, 15 üyeli AYM’de 7’ye karşı 8 gibi tek oy farkıyla, yani çekişmeli bir çoğunluk oyuyla çıkması, bu kararın ilginç bir başka boyutunu oluşturuyor.
Kararın, AYM’nin Anayasa’nın “Din ve Vicdan Hürriyeti”ne ilişkin 24’üncü maddesinin din öğretimi ve eğitimi boyutuna ilişkin bugüne dek yaptığı en kapsamlı yorum olması, metnin ayrıntılı bir şekilde incelenip değerlendirilmesini gerekli kılıyor. Bu çerçevede önce başvuruya konu olan olayı kısaca özetleyerek başlayalım.
NÜFUS CÜZDANINDAN İSLAM İBARESİNİ ÇIKARTINCA...
Başvuru sahibi Hüseyin El adında 2009 yılında Eskişehir’de yaşayan bir vatandaşımız. El, kızı Nazlı Şirin’in zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden (DKAB) muaf tutulması için devam ettiği ilköğretim okuluna bir dilekçe veriyor. Dilekçe tarihi 1 Ekim 2009.
Bu dilekçeye yanıt Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden 22 Ekim 2009 tarihli bir yazıyla geliyor. Bakanlık başvuruyu reddederken, bu derslerden muafiyetin yalnızca T.C. uyruklu Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilere verildiğini hatırlatıyor; o da durumlarını belgelendirmeleri kaydıyla.
Hüseyin El
Bu alımın bir engellemeyle karşılaşmaması için ABD Kongresi’ni ikna etme ihtiyacı duyuluyor. Salt bu nedenle Kongre üyeleri nezdinde lobi yapmak amacıyla bir grup AK Parti milletvekili Washington D.C.’ye gönderilmişti geçen mayıs ayında.
Kongre deyince, özellikle dış ilişkiler söz konusu olduğunda Temsilciler Meclisi’nin Dış İşleri Komitesi kilit bir rol oynuyor. ABD yönetimi, F-16 satışıyla ilgili resmi süreci başlatmaya karar verdiği noktada Kongre’ye yapacağı resmi bildirimin Senato’ya paralel bir şekilde Temsilciler Meclisi kanadında gideceği adres Dış İlişkiler Komitesi.
Bu komitenin başkanlığını New York üyesi Demokrat Gregory Meeks yapıyor. Kongre’nin bu önemli şahsiyeti, bundan kısa bir süre önce Türkiye’deydi. Komitenin web sitesine konan 5 Temmuz tarihli bir duyuruda, Başkan Meeks’in aynı gün Yunanistan ve Türkiye’yi kapsayan bir geziye çıktığı, kendisine hepsi de Demokrat Partili olan 4 komite üyesinin daha eşlik ettiği belirtiliyor.
Duyuruda, heyetin bu gezide hükümet yetkilileri ve sivil toplum gruplarıyla Doğu Akdeniz bölgesindeki siyasi ve güvenlik durumunu görüşeceği kaydedilmiş. Ele alınacak başlıklar arasında NATO konuları, enerji işbirliği, insan hakları, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının yol açtığı gıda güvenliği meselesi sıralanmış.
ÖNCE ATİNA ARDINDAN İSTANBUL...
Meeks’in “@RepGregoryMeeks” adresindeki Twitter hesabına bakıldığında, 7 Temmuz tarihli bir paylaşımda başında olduğu Kongre heyetinin Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Konstantinos Floros ile gerçekleştirdiği görüşmelerin fotoğrafları yer alıyor. Paylaşımda AB ile Yunanistan arasındaki “stratejik ortaklığa” kuvvetli bir vurgu da yapılmış.
Ertesi günkü (8 Temmuz) paylaşımda dört ayrı fotoğrafta Temsilciler Meclisi heyetini bu kez Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile birlikte görüyoruz. Atmosferin sıcaklığını fotoğraflardan okuyabilmek mümkün. Bu paylaşımın üstüne “Yunanistan ABD’nin aziz bir dostu ve hayati bir müttefikidir” notu yazılmış.
Bunu izleyen 9 Temmuz günündeki paylaşımdan Kongre heyetinin Türkiye’ye ayak basmış olduğunu öğreniyoruz. Fotoğrafta Kongre üyeleri ABD’nin Ankara Büyükelçisi
Aslında aralarında birlikte hareket edenler pekâlâ var. Ama onların tam aksine, birbirleriyle çatışma halinde, kanlı bıçaklı olan bir dizi küresel ve bölgesel aktör de aynı pozisyonda duruyor bu kümelenmede.
Hepsini birleştiren konu, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yeni bir askeri harekât gerçekleştirme yönündeki niyet açıklamalarına karşı çıkmalarıdır.
Erdoğan’ın geçen 23 Mayıs’taki kabine toplantısından sonra Suriye’nin sınırı boyunca “Güvenli bölge oluşturmak için başlatılan çalışmaların eksik kalan kısımlarıyla ilgili yeni adımların yakında atılmasına başlanacağını” belirtmesiyle birlikte, Türkiye’nin askeri harekât ihtimali, uluslararası politikanın gündemini meşgul eden kritik konulardan biri haline gelmiştir.
ASTANA ORTAKLARI RUSYA VE İRAN’DAN İTİRAZ
Her yönüyle kendine özgü, paradokslar da barındıran bir karma çıkıyor karşımıza.
Örneğin, eksenin bir ucunda İran yer alıyor. İran bu harekâta karşı olduğunu, geçen hafta doğrudan ülkenin en önemli güç merkezi olan dini lideri Ayetullah Ali Hamaney üzerinden duyurmuştu.
Hamaney, geçen salı günü Tahran’da Astana formatında düzenlenen üçlü zirve sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinde “Suriye’nin kuzeyine askeri bir saldırının hem Suriye hem Türkiye hem de bölgeye zarar vereceğini” söylemişti. Hamaney’in Erdoğan’a bu mesajı verdiği, İran yönetiminin web sitesi üzerinden uluslararası kamuoyuna da duyurulmuştu.
Kümenin bir diğer diğer merkezinde Rusya var. Rus devletinin muhtelif kademelerdeki temsilcileri, geçen mayıs ayı sonundan bu yana Kremlin’in Türkiye’nin harekâtına karşı olduğunu sürekli bir şekilde kayda geçirmiş bulunuyor.
Türkiye’nin istihbarat servisinin başındaki ismin Tahran’da projektörlerin altında olması, beni özellikle son iki aydır gazetelerde sıkça önümden geçen bazı haberleri hatırlamaya sevk etti. Fidan’ın yönettiği örgüt ile İran’ın isimleri birlikte geçiyordu bu haberlerde.
Bununla neyi anlatmak istiyorum? Yalnızca geçen haziran ayı ve sonuna gelmekte olduğumuz temmuz ayının gazete arşivleri süratle karıştırıldığında, MİT’in İran’ın İstanbul’da yürüttüğü bazı örtülü faaliyetlere karşı koyma anlamındaki çalışmalarını konu alan birçok haberle karşılaşılabilir. Açık kaynaklarda daha da öncesine gidilirse, küçük çapta bir külliyat da belirebilir.
Örneğin, gazetemizin 24 Haziran tarihinde Çetin Aydın imzasıyla yedi sütun üzerinden yayımlanan ikinci manşet haberi “Suikastçılara Terasta Baskın” başlığını taşıyordu. Spotta “Hürriyet’in İstanbul’daki İsrail vatandaşlarına suikast düzenlemek için İran’dan geldiği iddia edilen tetikçilerin ele geçirildiği operasyonun detaylarına ulaştığı” belirtiliyordu.
İSRAİL DIŞİŞLERİ BAKANI ANKARA’DA TÜRK İSTİHBARATI VE POLİSİNE TEŞEKKÜR EDİNCE
İlginç bir nokta, bu manşet haberin bitişiğindeki bir fotoğrafta İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in Ankara ziyareti sırasında Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile el sıkışırken görülmesiydi.
Şimdi bu fotoğrafın çekildiği bir gün öncesine, ikisinin 23 Haziran’da birlikte düzenledikleri basın toplantısına dönelim.
Bakan Çavuşoğlu, İsrailli konuğunun yanında yaptığı açıklamada bakın neler söylüyor:
“
Tabii, 29 Mart tarihinde Rusya ile Ukrayna arasında imzalanan ancak ne yazık ki kalıcı bir ateşkesin önünü açamayan “İstanbul Mutabakatı”nı da her şeye rağmen barış yönünde bir adım olarak kayda geçirmekte yarar var.
Tahıl sevkıyatı anlaşması bir çok bakımdan sevindiricidir. Öncelikle, önemli bir tahıl üreticisi olan Ukrayna’nın ürünlerinin artık dünya pazarına çıkabilecek olması nedeniyle, özellikle gelişme yolundaki ülkeler açısından tehlike çanları çalan devasa bir gıda krizi ihtimali şimdilik atlatılmıştır. Aynı zamanda Guterres’in de vurguladığı gibi, küresel arzdaki sıkıntının aşılması gıda fiyatlarının yeniden dengelenmesine de yardımcı olacaktır. Bu, birinci iyi haber.
İkinci iyi haber, galiba imza töreninin sembolizmi, siyasi açıdan yarattığı iyimserlikle ilgili olmalıdır. Mutabakat, geçen 24 Şubat’ta başlayan ve önceki pazar günü altıncı ayına giren savaşta, müzakere kapıları açık kaldığında, bu seçeneğin getirisinin ne kadar büyük olduğunu göstermiştir. Masada sebat gösterildiğinde tarafların çıkarları arasında bir uzlaşı zemini pekâlâ bulunabilmektedir.
Varılan mutabakatın, en azından bundan sonrasında müzakere kanallarının açık tutulması için bir katalizör rolü görmesi temenni edilir.
TÜRKİYE’NİN ROLÜNE ÖVGÜ
Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler ile birlikte, bu anlaşmanın kotarılmasında taraflar arasında ısrarlı çabasıyla önemli bir rol oynadığı hususunda herkes hemfikir görünüyor. Zaten Guterres de İstanbul’daki açıklamasında kuvvetli ifadelerle bu hususun altını çizmiş, alınan sonuçta Erdoğan ve Türk hükümetinin oynadığı rolün “hayati önem taşıdığını” belirtmiştir.
Özetle, uluslararası alanda Türkiye’nin çabası konusunda genel hatlarıyla bir övgü havasının belirdiğini söylemek objektif bir tespittir. Ayrıca, teknik düzeydeki müzakere heyetlerine bakıldığında Türkiye açısından bu kez askeri diplomasinin de öne çıktığı bir süreç söz konusu olmuştur.
Görülmüş olmalıdır ki, sonuç da alınabildiği takdirde, barışa hizmet eden, bu yönde diplomasiyi öne çıkaran her çabanın karşılığı, getirisi de yüksek oluyor.
Tabii konu 12 Eylül darbesi olduğunda ABD’nin askerlerin müdahalesinden duyduğu memnuniyete işaret eden geniş bir literatür bulmak mümkündür. Zaten Milli Güvenlik Konseyi’nin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü süratle onaylayarak ABD’nin ısrarlı bir talebine olumlu karşılık vermiş olması, kuşkusuz bu bağlamda özel bir önem taşıyor.
12 Eylül döneminin bir de Sovyetler Birliği boyutu var. Peki Moskova nasıl karşılamıştır darbeyi?
Türkmen’in ölümünden sonra aleniyet kazanan bir belge bu konuda oldukça çarpıcı bir gerçeğe ışık tutuyor. Bu belgeden öğreniyoruz ki Sovyetler Birliği, askerlerin darbesini “anlayışla karşılamış” ve diplomatik kanallardan bu görüşünü Ankara’ya duyurmuştur.
BREJNEV’DEN DEMİREL’E GELEN MESAJI EVREN YANITLADI
Harekâtın 48’inci yıldönümü aynı zamanda Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen’in vefatının hemen sonrasına rastladı. Türkmen, Kıbrıs dosyasında Türk tarafı açısından 1974 harekâtından sonraki en kuvvetli adım olan 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ilanı kararının, dönemin dışişleri bakanı sıfatıyla en önemli mimarlarından biriydi.
Vefatının ardından kendisinin şahsi arşivinden çıkan bir belge, KKTC’nin ilanı kararıyla ilgili olarak bazı gerçeklere ışık tutuyor.
DENKTAŞ’A GÖRE ‘1983 YILININ EN GÜZEL HEDİYESİ’
İlk kez gün ışığına çıkan bu belge, 25 Ekim 1983 tarihinde o andaki unvanıyla “Kıbrıs Türk Federe Devleti Başkanı” Rauf Denktaş tarafından el yazısıyla dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’e hitaben yazılmış bir teşekkür mektubu.
Bu mektubun önemi, KKTC’nin bağımsızlık ilanı konusunun, Türkiye’de askeri rejimden demokrasiye geçiş sürecinde 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan seçimlerden iki hafta kadar önce Ankara ile Lefkoşa arasında büyük ölçüde karara bağlanmış olduğunu göstermesidir.
Mektup, seçimden iki hafta, 15 Kasım 1983’teki bağımsızlık ilanından ise yaklaşık üç hafta kadar önce yazılmış. Bununla birlikte, Denktaş bu metinde ileride “Genç KKTC’nin tarihinin yazılacağından” söz ediyor ve İlter Türkmen’e teşekkürlerini sunuyor. Bu ifadeden, 25 Ekim 1983 tarihi itibarıyla KKTC’nin adının da konmuş olduğunu anlıyoruz.
İlginç olan bir diğer nokta,
Örneğin Rusya lideri Vladimir Putin, Türkiye’nin Suriye’ye askeri harekât niyetlerine açıkça atıf yapmamakla birlikte genel bir çerçeve içinde Kuzey Suriye konusunda bazı görüş farklılıkları olduğunu ifade etti.
İran tarafı da Türkiye’nin askeri harekât ihtimalinden duyduğu rahatsızlığı en üst düzeyde ülkenin dini lideri Ayetullah Ali Hamaney üzerinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a aktardı.
Ancak bu gibi farklılıklar bir tarafa bırakılırsa, Tahran Zirvesi üç ülke arasında Suriye üzerinde geniş bir mutabakat alanının bulunduğunu bir kez daha ortaya koydu. En önemli mutabakat başlığının, ABD’nin Fırat’ın doğusundan çıkması ve burada PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG üzerinden oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) projesinin sonlandırılması olduğunu söyleyebiliriz.
Şimdi bu gözlemimizi Tahran Zirvesi’nden sonra yayımlanan “Türkiye Cumhurbaşkanı, İran Cumhurbaşkanı ve Rusya Cumhurbaşkanı Ortak Açıklaması” üzerinden göstermeye çalışalım.
ÜÇLÜ AÇIKLAMA: ‘ÖZYÖNETİM TEŞEBBÜSÜNÜ REDDEDİYORUZ’
Bu açıklamaya baktığımızda en önemli ifadelerden biri, Astana sürecinin bundan önceki bildirilerinde de rastladığımız üzere Suriye’de “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri”nin reddedilmesidir.
“Özyönetim” ile kastedilen, Fırat’ın doğusunda ABD’nin himayesinde oluşturulan ve ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu özerk yapılanmadır. Bu yapı şimdiden uluslararası camiada birçok kesimde “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” kimliği ile kabul görmeye başlamıştır.
Buna karşılık Türkiye-İran-Rusya üçlüsü, “