Paylaş
Herkesin bir şekilde kazançlı çıktığı bir uluslararası diplomasi egzersizinden söz ediyoruz.
En başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kazançlı çıkmıştır. Türkiye, bu inisiyatifi üstlenerek, zirveye ev sahipliği yaparak, bütün dünyanın önünde kendisini Suriye sorununun çözümünde söz sahibi başat aktörlerden biri olarak tescil ettirmiştir.
Rusya lideri Vladimir Putin de kazançlıdır. Rusya, Suriye savaşına bizzat müdahale edip Beşar Esad’ın sahada kazanmasını sağladıktan sonra, şimdi Batı dünyasıyla işbirliği içinde diplomasi alanında ‘sorun çözücü’ ülke kimliğine geçiş yapmakta, ancak ipleri yine elinde tutabileceği bir zeminde yürümektedir.
Türkiye ile Rusya, bugün Suriye’deki çözüm çabalarında belirleyici konumdalar. Rusya belirleyici, çünkü İran’la birlikte Esad rejimi üzerinde kuvvetli kaldıraçlara sahip. Çatışmanın diğer tarafı olan Suriye muhalefetine geldiğimizde, özellikle silahlı muhalefet cephesi üzerinde nüfuza sahip ülke, Türkiye’den başkası değil.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel kazançlı bir diğer oyuncudur. Çünkü Almanya, 700 bin kadar mülteciyi sınırlarından içeri alarak Suriye savaşının mülteciler anlamında külfetini üstlenen ülkelerden biri durumuna gelmiştir. Almanya, elini taşın altına koyması gerektiğini anlamasının ardından, ilk kez Suriye denklemine dahil olacağı bir alan bulabilmiştir kendisine İstanbul zirvesinde.
Emmanuel Macron’un cumhurbaşkanlığına gelişinden sonra Fransa’nın Ortadoğu’da aktif bir politikaya yönelmesiyle birlikte, Suriye bu politikanın öncelikle hissedildiği coğrafya oldu. Bu çerçevede Suriye ile ilgili 7 ülkenin toplandığı ‘Küçük Grup’ adlı oluşumun başını çeken Macron, dörtlü zirveye de katılarak, Suriye üzerinde rol oynama iddiasını bir eşik yukarı çıkarmıştır.
İstanbul zirvesini Suriye sorununun çözümüne dönük uluslararası çabalara ilişkin formatlar açısından değerlendirirsek şu saptamayı yapabiliriz:
Öncelikle, BM Güvenlik Konseyi kararlarının yetkilendirdiği Cenevre eksenli bir çerçeve söz konusu. Suriye’nin yeni anayasasının hazırlanması görevini yürütecek olan komite, BM’nin gözetiminde faaliyet gösterecek.
Bir de çözüm sürecini etkilemek isteyen, sürece müdahil aktörlerin oluşturduğu çokuluslu birliktelikler var. Türkiye, İran ve Rusya’nın bir araya geldiği üçlü Astana formatı bunlar arasında en etkili olan mekanizma. Son ‘İdlib Mutabakatı’ -İran dahil olmasa bile- yine de Astana bünyesindeki çalışmaların bir doğal uzantısı olarak şekillendi.
Astana mekanizmasının ön plana çıkması, Suriye’de rol oynamak isteyen bu sürecin dışındaki diğer aktörleri alternatif bir örgütlenme arayışına itti. Bu kez Fransa’nın öncülüğünde ABD, Almanya, Britanya, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün yer aldığı ‘Küçük Grup’ alarak adlandırılan format ortaya çıktı. Bu grup kendi içinde belli bir danışma süreci işletmekle birlikte, sahada Astana grubu kadar elle tutulur bir rol üstlenemedi.
Aslında İstanbul zirvesindeki çerçeve, Astana formatından iki ana oyuncu (Türkiye, Rusya) ile Küçük Grup’tan iki oyuncunun (Fransa, Almanya) bir araya gelmesiyle vücut buldu. Bir anlamda bu ülkelerin kurdukları köprü üzerinden birbirine iki rakip format ilişkilenmiş oldu.
İstanbul zirvesinden sonra yayımlanan bildirinin en kritik unsurlarından biri, Suriye için “çözüme katkı sağlamayı amaçlayan tüm uluslararası girişimler arasında koordinasyonun arttırılmasının öneminin vurgulanması”dır. Yani, -Astanacılar ile Küçük Grup daha çok işbirliği yapsın, daha çok danışsınlar- denmiş oluyor.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta, iki önemli aktörün bu fotoğrafta eksik olmasıdır. Bunlardan birincisi ABD. İstanbul zirvesi, bu yönüyle Trump liderliğindeki ABD’nin uluslararası alanda uğradığı bir zemin kaybına işaret ediyor.
İran da fotoğrafın içinde değil. Buna karşılık, hem Erdoğan hem Putin, yaptıkları açıklamalarla İran’ı sahiplenerek Astana’daki ortaklarının gönlünü alma çabasında göründüler. Yakın bir zamanda Türkiye, İran ve Rusya arasında üçlü bir cumhurbaşkanları zirvesinin düzenleneceğinin duyurulmuş olması, Astana formatının gözden çıkarılmayacağını gösteriyor.
Paylaş