Sedat Ergin

Suudi Kralı’nın en zor seçimi

24 Ekim 2018
TÜRKİYE’nin, Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda işlenen cinayet sonrasında özellikle yabancı basın üzerinden yürüttüğü bilgilendirme-sızdırma stratejisi ile uluslararası camianın olaya bakışını gerçeğe odaklanan bir çizgide şekillendirdiği hususunda -içeride ve dışarıda- büyük ölçüde bir konsensus yerleşti denebilir.

Bu stratejinin önemli bir sonucu, büyük yatırım yaptığı Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı bir şekilde yerinde tutma arayışı içinde olan Trump yönetiminin manevra sahasının ciddi derecede daralmasıdır. ABD Başkanı Donald Trump, Prens Bin Selman’la yola devam etmek istese bile, ABD Kongresi ve kamuoyunun kuvvetli itirazı ile karşılaşacaktır.

İkinci sonuç, Suudi rejiminin gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı başkonsoloslukta resmi görevlilerin öldürdüğünü, bu yönüyle bir ‘devlet cinayeti’ işlendiğini bütün dünyanın önünde itiraf etme noktasına çekilmiş olmasıdır.

Petrol zenginliğine, parasının gücüne dayanarak bugüne dek burnundan kıl aldırmayan, kibriyle bütün dünya karşısında kendisini yukarıdan konumlandıran Suudi kraliyet rejimi, başta hadiseyi inkâr ederek aslında yalan söylediğini dolaylı bir şekilde itiraf etmek zorunda kalmıştır.

*

Ankara’nın stratejisinin önemli bir ayağı, Kral Selman bin Abdülaziz ile oğlu Prens Bin Selman karşısında ayrım gözeten bir tutum izlemesidir. İşin içinde olmadığı anlaşılan Kral Abdülaziz’e saygıda kusur edilmez ve kendisiyle yakın bir diyalog yürütülürken, cinayet projesiyle birinci derecede ilişkili görünen oğlu Prens Bin Selman Ankara cephesinde aynı muameleyi görmüyor.

Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dünkü açıklamasının en çarpıcı bölümlerinden biri “Böyle bir meseleyi birkaç güvenlik ve istihbarat mensubunun üzerine yıkmak ne Türkiye’yi ne de uluslararası toplumu tatmin edecektir” şeklindeki sözleridir.

Erdoğan’ın bu ifadesi, Riyad’da cinayet itirafından sonra ülkenin ‘istihbarat başkan yardımcısı’nın görevden alınması tasarrufunu sorgulayan bir nitelik taşıyor. Bu sözlerinin altyazısını, Erdoğan’ın Bin Selman’ı kastettiği şeklinde yorumlamakta bir sakınca yoktur. Cumhurbaşkanı’nın “uygulayanlar”ın yanı sıra “emri verenden de hesap sorulması gerektiğini” vurgulaması, projektörleri konunun özünü oluşturan “Emri veren kim” sorusuna çeviriyor.

*

Yazının Devamını Oku

Batı ve prensin önüne serilen kırmızı halıdaki kan izleri

23 Ekim 2018
Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda katledilmesi olayının, Suudi Arabistan’ın yanı sıra bütün Ortadoğu'da ve aynı zamanda Batı dünyasının bu bölgeye bakışında köklü sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

Yaşanmakta olan büyük kırılmanın önemli bir sonucu, Batı dünyasının kendi kimliğinin parçası olarak gördüğü, tanımladığı değerleri ne ölçüde sahipleneceği anlamında da bir mihenk taşı işlevi görecek olmasıdır. Mihenk taşı nasıl üstüne vurulan altın ya da gümüş alaşımların gerçek değerini ortaya çıkarıyorsa, bu cinayet de özellikle Batı cephesinde hukuk, vicdan, hesap verilebilirlik gibi değerlerin sahiciliğinin anlaşılması açısından benzer bir işlev  

Kaşıkçı’nın öldürülmesi, Batı’nın da ötesinde, bütün dünyanın ikiyüzlülüğünü gün ışığına çıkarmak bakımından tarihi bir rol oynamıştır. Şöyle ki, geçmişte konu Suudi rejiminin niteliği ve siciline geldiğinde “kral çıplak” olduğu halde kimse bunu söyleyebilme cesaretini bulamazken, bu hadiseyle birlikte rejim üzerindeki dokunulmazlık örtüsü kalkmıştır. Artık kimse “Ama örtü vardı, göremedik” mazeretine sığınamaz. Suudi rejimi gerçek kimliğiyle herkesin karşısına çıkmıştır.

Bu rejim mi IŞİD’le mücadele koalisyonunda öncü rol oynayacaktır? 

Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Selman’a dönük tutumlara baktığımızda, bu çifte standartların dibe vurması halinden söz ediyoruz. Prens, geçen yıl veliaht ilan edildikten sonra Yemen’deki savaşı tırmandırdığında, işlenen savaş suçları, özellikle sivillerin hedef alındığı harekâtların yaygınlığı karşısında kimse kılını kıpırdatmamıştır. Örneğin, Suudi Arabistan savaş uçakları, geçen 9 Ağustos’ta Yemen’de bir okul otobüsünü vurarak 44 çocuğun toplu ölümüne yol açtığında, dünyadan doğru dürüst bir ses çıkmamıştır.

Keza Prens Bin Selman, 2017 Kasım ayında ülkenin önde gelen prenslerinin, bakanlarının ve işadamlarının bir bölümünü bir otelde -yargı süreci işletilmeden- silah zoruyla alıkoyup, serbest bırakılmaları karşılığında kendilerinden milyarlarca dolar tahsil ettiğinde, yani bir servet transferi yaptığında, dünya bu olayı renkli bir Holywood filmi gibi izlemeyi tercih etmiştir.

Kadınlara araba kullanma izni verdiği için göklere çıkarılan bu prens, bu yıl değişik zaman kesitlerinde ülkenin kadın haklarını savunan aktivistlerini sırayla hapse atmaktan çekinmemiştir. 

Bütün bu siciline karşılık, Amerikalılar başta olmak üzere genelde Batı dünyası, Batılı medya organları Prens Bin Selman’ı reformcu bir kimlik üzerinden okumayı tercih etmiştir. Sonuçta geçen ilkbaharda California’da yazılım ve ileri teknoloji şirketlerinin merkezi Silikon Vadisi’ne gittiğinde, her yerde önüne kırmızı halı serilerek karşılanmıştır.

Aslında Batı’nın büyük bir kesiminin, çıkarlar söz konusu olduğunda olgulara değil bu çıkarların şekillendirdiği bir seraba inanmaya her zaman daha yatkın durduğunu gösteren düşündürücü bir tabloyu bize doğru tutuyor veliaht prens.

Yazının Devamını Oku

Cemal Kaşıkçı’nın ölümünden sonra yayımlanan son yazısı

20 Ekim 2018
Cemal Kaşıkçı’nın aynı zamanda çevirmenliğini de yapan asistanı, kendisinin İstanbul’da kaybolduğu haberinin duyulduğunun ertesi günü (3 Ekim) gitmeden bırakmış olduğu son yazısını Washington Post’taki editörüne gönderdi.

Washington Post, Kaşıkçı’nın “geri gelebileceği” umuduyla bu yazıyı tam iki hafta süreyle tuttu. Gazete, sonunda Kaşıkçı’nın gelmeyeceğini kabul ederek, önceki gün yazarının son makalesini yayımladı.

Bugün köşemizi meslektaşımızın son yazısına ayırıyoruz. 

“ARAP DÜNYASININ EN ÇOK İHTİYAÇ DUYDUĞU ŞEY İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”
“Geçenlerde internette Özgürlük Evi’nin (Freedom House) yayımladığı ‘Dünyada Özgürlüğün Durumu-2018’ raporuna bakarken vahim bir gerçekle karşı karşıya geldim. Arap dünyasında ‘özgür’ olarak nitelendirilen tek bir ülke var. Bu ülke Tunus. Ürdün, Fas ve Kuveyt, ‘kısmen özgür’ ülkeler olarak ikinci sırada geliyorlar. Arap dünyasında kalan diğer ülkelerin tümü ‘özgür olmayan’ kategorisinde sınıflandırılıyor.

Bunun sonucu, bu ülkelerde yaşayan Araplar ya bilgisiz bırakılmış ya da yanlış bilgilendirilmiş durumdalar. Günlük hayatlarını ve bölgeyi etkileyen konuları yeterli bir şekilde ele alıp tartışabilme imkânından yoksunlar. Bu konuları hele kamuoyu önünde tartışabilme imkânları daha da sınırlı. Toplumun zihnine ve ruh haline devletin yönlendirdiği bir anlatı hükmediyor. Çoğu inanmasa da, toplumun büyük çoğunluğu bu yanlış anlatıya teslim olmakta. Üzücü olan, bu durumun pek değişecek gibi görünmemesidir.

Oysa Arap dünyası 2011 baharında umutla kaplıydı. Gazeteciler, akademisyenler ve halk kesimleri, kendi ülkelerinde parlak ve özgür bir Arap toplumunun beklentisiyle doluydu. Hükümetlerinin baskısından, enformasyon üzerindeki sürekli sansür ve müdahalelerden kurtulmayı bekliyorlardı. Bu beklentileri kısa sürede paramparça edildi; bu toplumlar ya eski statükoya döndüler ya da geçmişten daha da sert koşulları karşılarında buldular.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimin arka planı

19 Ekim 2018
O günlerde Suudi Arabistan ile köprüleri neredeyse atma noktasına gelmişti dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. Riyad’daki kraliyet rejimi, 3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da Muhammed Mursi’nin devrildiği darbeden sonra cuntanın lideri Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi’ye hararetle destek vermiş, ayrıca kesenin ağzını açarak bu ülkeye milyarca dolar yardımda bulunmuştu.

Erdoğan, Batı dünyasının darbeye arka çıkmasına kızdığı kadar, İslam ülkelerine, özellikle de Suudi Arabistan’a tepkiliydi. Açıklamalarında bu hissiyatını sert ifadelerle kayda geçiriyordu.

Örneğin, Mursi’ye iktidarda iken yalnızca Türkiye ve Katar’ın destek verdiğini anlatıyor, “Mursi ne Batılı ülkeler, ne İslam ne de Körfez ülkelerinden destek görmedi. Bu ikiyüzlülük niye, nereye kadar? Onlara 16 milyar dolar desteği verenler darbe yönetiminin ortaklarıdır” diye konuşuyordu.

Erdoğan’ın ikiyüzlülükmesajının gittiği adreslerin başında kuşkusuz Suudi Arabistan geliyordu.

*

Darbecilerin Kahire’de 14 Ağustos 2013 tarihinde gerçekleştirdikleri, bin dolayında göstericinin ölümüne yol açan katliamdan sonra, dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz el-Suud’un 16 Ağustos’ta “Mısır’ı teröre karşı destekliyoruz” şeklindeki destek açıklaması üzerine Erdoğan çileden çıkmıştı: “Oradaki şehitleri terörist ilan edenler var. Bu devlet terörünü alkışlayanlar onlarla aynı izi süreceklerdir.” (17 Ağustos)

Kral Abdullah’ın aynı konuşmasında “Mısır’ın içişlerine karışarak fitneyi ateşlemeye çalışanlar karşısında Mısır’la birlikte duruyoruz” şeklindeki sözlerine de yanıt ertesi günü Erdoğan’dan gelecekti: “Türkiye’nin Mısır’la ilgileniyor olmasından rahatsız olanlar var.”

*

Bu çıkışlarla Suudi kraliyet ailesinin dokunulmazlığı, eleştirilemezliği Ankara cephesinde sona ermişti. Türkiye ile Suudi Arabistan arasında açığa çıkan bu gerilim, Ankara ile Riyad’ın aslında bölgede çatışma halinde olan iki cephenin başını çekmelerinden kaynaklanıyordu. Çatışmanın temelinde,

Yazının Devamını Oku

Suudi Başkonsolos’un gitmesi ne anlama geliyor

18 Ekim 2018
İKİ haftayı aşkın bir süredir bütün dünya kamuoyunu meşgul eden büyük muamma, 2 Ekim Salı günü saat 13.14’te İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’ndan içeri adım atan ve bir daha kendisinden haber alınamayan Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın vücut bütünlüğünün akıbetine odaklanıyor.

İki ihtimal var. Birincisi, kendisinin bir şekilde kaçırılmış olduğudur. Ancak bu, artık zayıf görülen ihtimal.

Kuvvetli olan ikinci ihtimal, Kaşıkçı’nın öldürüldüğü şüphesi üzerinde yoğunlaşıyor. Türk yetkililerinin, mevcut deliller ışığında kendisinin öldürüldüğüne ikna oldukları anlaşılıyor.

Öldürüldüyse, bu kez cesedin ne olduğu sorusu karşımıza çıkıyor. Basit mantık yürütürsek, bu şık altındaki ihtimallerden biri cesedin parçalara bölünüp başkonsolosluktan dışarı çıkarıldığı ve kimsenin göremeyeceği bir şekilde gizlendiğidir; örneğin gömülmesi gibi...

Konsolosluk binasının içinde kimyasal bir işleme tabi tutularak yok edilmiş olması, akla gelen bir diğer yöntemdir.

*

İşte bütün bu ihtimallere dönük pek çok haber, spekülasyon, tartışma günlerdir hem içte hem de dışarıda kamuoyunu, gazeteleri ve sosyal medyayı meşgul ediyor.

Kaşıkçı hadisesinin Türkiye’nin sınırlarını aşarak uluslararası kamuoyunun en önemli meselelerinden biri haline geldiğini söylemek mümkün. Tam olarak aydınlatılmadığı sürece, dünyanın bu dosyaya gösterdiği hassasiyet, sorumluların bulunup cezalandırılması talebi gündemden düşmeyecektir.

Türkiye’nin öncelikle vicdani açıdan bu soruna ilgisini kaybetmek gibi bir seçeneği bulunmuyor. Ayrıca, bir hukuk devleti ise Türkiye’nin kendi toprakları üzerinde işlenmiş bir cinayeti sineye çekmesi düşünülemez. Böylesine hunharca bir cinayetin yaptırımsız kalması, Türkiye’nin dünyadaki algısını, ağırlığını da gölgeler.

Yazının Devamını Oku

Suudi infaz ekibinin İstanbul planı böyle işledi

17 Ekim 2018
SUUDİ gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ortadan kaybolmasından hemen önce Suudi Arabistan’dan çoğu asker kökenli 15 kişilik bir heyetin İstanbul’a gelmesi ve hepsinin hadisenin ardından aynı gün süratle İstanbul’u terk etmiş olması, Riyad’daki rejimin bu krizdeki sorumluluğu ile ilgili en önemli delillerden birini oluşturuyor.

Tümüyle açık kaynaklardan yararlanarak, bu heyetin gruplar halinde İstanbul’a intikali, çoğunun kentte 24 saatten de kısa bir zaman içindeki hareketleri ve yine gruplar halinde çıkış yapmalarıyla ilgili bilgileri yan yana getirdiğimizde karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. Bu tablo oldukça detaylı çalışılmış bir plana işaret ediyor.

Suudilerin İstanbul’a giriş ve çıkışları konusunda Sabah gazetesinde Abdurrahman Şimşek ve Nazif Karaman’ın 10 Ekim tarihli ortak haberindeki bilgileri kaynak alıyorum. Bu haber havaalanında tutulan giriş ve çıkış kayıtlarını kesinlik içinde veriyor. İstanbul’daki otele ve konsolosluğa giriş-çıkışlar konusunda yine 10 Ekim’de bu kez Akşam gazetesinde yayımlanan ve güvenlik kamerası kayıtlarıyla desteklenen haberden yararlanıyorum. Ve nihayet, iki özel uçağın iniş-kalkışları ve havadaki hareketleri konusunda Washington Post gazetesinde 9 Ekim’de çıkan haberi esas alıyorum. Gazete, bu bilgileri dünyadaki bütün uçuşları anlık gösteren ‘AirNavRadarBox’ isimli siteden aldığını belirtiyor.

İKİ PARTİ GELDİLER, 6 KİŞİ TARİFELİ SEFERLE...

Önce şu saptamayı yapalım: Toplam 15 kişilik Suudi ekibi üç ayrı partide İstanbul’a intikal ediyor. Bunlardan 6 kişi tarifeli uçakla ve iki ayrı grup olarak Atatürk Havalimanı’na geliyor. İlk grup hadiseden bir gün önce 1 Ekim Pazartesi günü giriş yapıyor. Bu 3 kişinin pasaport kontrolünden geçiş saatleri şöyle: 16.12, 16.13, 16.29. İkinci grup ise 2 Ekim Salı günü sabahın ilk saatlerinde varıyor. Bu gruptakilerin pasaport kontrolündeki sistemde girişleri şöyle görünüyor: 01.43, 01.44, 01.45. Her iki grubun da Suudi Arabistan’dan geldikleri anlaşılıyor. Tarifeli seferle gelen altı kişi İstanbul Levent’te Suudi Başkonsolosluğu’na 2.5 kilometre uzaklıktaki Wyndham Grand Otel’e yerleşiyor.

 9 KİŞİ ÖZEL UÇAKLA

Toplam 9 kişiden oluşan ikinci ekip ise HZ SK1 kuyruk numaralı Gulfstream tipi bir özel uçakla 2 Ekim sabaha karşı saat 03.15 sularında Atatürk Havalimanı’na iniyor. Uçak, E terminaline, yani Genel Havacılık denilen bölüme park ediyor. Bu ekiptekilerin pasaport kontrol sistemine girişleri 03.38 ile 03.41 arasında tamamlanmış.

Planda iki ekibin farklı otellerde konaklamaları öngörülmüş. Özel uçakla gelen ikinci grup yine Levent’te başkonsolosluğa 1.5 kilometre uzaklıktaki Mövenpick Otel’e yerleşiyor. Otele girişleri saat 05.05 olarak görünüyor.

EKİP KONSOLOSLUĞA

Yazının Devamını Oku

Brunson hadisesine geriye dönüp bakarsak...

16 Ekim 2018
İZMİR’deki evanjelik Diriliş Kilisesi’nin rahibi Andrew Brunson, bundan iki yıl önce 7 Ekim 2016 tarihinde eşi Norine ile birlikte Alsancak Karakolu’na davet edilir.

Brunson’a karakolda verilen bilgi, sınır dışı edileceği yolundadır. İddianameye göre rahip, saat 11.48’de karakoldan Dan Slade adındaki arkadaşına cep telefonuyla “Merhaba Dan, polis merkezinde sınır dışı edileceğimi söylüyorlar. Bunun olmaması için dua eder misin” diye bir mesaj gönderir.

Aynı gün öğleden sonra karakoldan sınır dışı edilecek yabancılar hakkındaki işlemlerinin yapıldığı Pınarbaşı semtinde valiliğe bağlı Göç İdaresi Geri Gönderme Merkezi’ne sevk edilir.

*

Brunson, Türkiye’de uzun süreli ikamet izni almak için 6458 sayılı ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’ çerçevesinde yaptığı başvurunun olumsuz sonuçlanması nedeniyle sınır dışı edilecektir.

İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen ve iddianamede de alıntılanan yazışmaların içeriğine bakılırsa, Brunson’a bu iznin verilmemesinin nedeni, “kamu düzeni ve kamu güvenliği” ile ilgilidir.

Bu yazışmalarda Brunson’ın “2010-2013 arasında Kürt orijinli vatandaşlara yönelik ayinler düzenlediği, Suriye’den gelen sığınmacılara yardım sağlama görüntüsü altında misyonerlik faaliyeti yürüttüğü” bilgisi yer alıyor.

Belli ki, hakkında bu yönde düzenlenen istihbarat raporları ışığında sınır dışı edilmesi kararı alınmış ve düğmeye basılmıştır.

*

Yazının Devamını Oku

Cinayet işleyen bir konsolosluk görevlisi nasıl tutuklanır?

13 Ekim 2018
GAZETECİ Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki başkonsolosluğunda hedef olduğu düşünülen cinayet, diplomatik dokunulmazlık tartışmasını beraberinde getirirken, geçmişte İstanbul’da bir başka Arap ülkesinin başkonsolosluğunda yaşanan bir cinayet hadisesi emsal olabilecek bazı özellikler taşıyor.

Ancak bu hadiseye geçmeden önce dünkü yazımızda konu ettiğimiz konsoloslukların tabi olduğu diplomatik dokunulmazlık rejimini kısaca hatırlayalım. 1963 tarihli ‘Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi’, konsolosluklara büyükelçiliklere kıyasla daha sınırlı ayrıcalıklar tanıyor. Buna göre, konsolosluk görevlileri “ağır suç işlenmesi halinde” tutuklanıp yargılanabiliyor. Sözleşme, ev sahibi ülkenin polisinin -münhasıran konsolosluk işleri için kullanılan kısımlar hariç- konsolosluk mekânına girebilmesine de izin veriyor.

*

Tarih 5 Nisan 1991. Irak ordusunun yenilgiyle çıktığı Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra ülkenin kuzeyindeki yerleşimlere doğru saldırıya geçmesi üzerine Kuzey Irak’ta yaşayan yüz binlerce insanın Türkiye sınırından içeri girdiği günler. Irak ordusunun hedef aldığı, katliama uğrayan gruplar arasında Kürtlerin yanı sıra Türkmenler de var.

Irak ordusunun saldırılarını protesto etmek amacıyla 30-40 kişilik bir Türkmen topluluğu Okmeydanı’ndaki Irak Başkonsolosluğu’nun önünde toplanarak, Saddam Hüseyin aleyhinde slogan atıyor. Bu arada bazı göstericiler binayı taşlamaya başlıyor.

Başkonsolosluk görevlilerinin tepkisi şiddetli oluyor. Başkonsolosluğun ikinci ve üçüncü katından otomatik silahlarla göstericilere yaylım ateş açılıyor. Ortalık savaş alanına dönüyor. Bu ateş sonucu iki Türk vatandaşı hayatını kaybederken, birçok gösterici yaralanıyor.

*

Şimdi bu hadisenden sonra diplomatik ve adli gelişmelerin nasıl bir seyir izlediğine bakalım. Önce başkonsolosluğa giriş ve çıkışlar polis tarafından kapatılıyor. Ardından Irak’ın Ankara’daki büyükelçisi Rafi El Tikriti Dışişleri Bakanlığı’na çağrılarak, olaydan duyulan infial aktarılıyor. Bu girişimde Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları vurgulanıyor, suçluların yakalanması ve adli tahkikatın yürütülmesinde Türk makamlarıyla işbirliği yapılması isteniyor.

Görüşme sürecinde silahıyla iki kişiyi öldüren, kimliği tespit edilmiş konsolosluk görevlisinin Türk makamlarına teslim edilmesi de talep ediliyor. Irak, bu talebi reddediyor. Bunun üzerine olay günü başlatılan abluka sıkıya alınıyor. Iraklı konsolosluk görevlileri eş ve çocuklarıyla günlerce içeride kalıyorlar. Abluka büyük bir sinir harbi şeklinde günlerce devam ediyor.

Yazının Devamını Oku