Ancak bir pazar gününe denk gelen bu telefon konuşmasından hemen sonra Beyaz Saray’ın yaptığı yazılı açıklamadan, “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine uzun zamandır planladığı harekâtı yakında başlatacağını”, “ABD’nin bu harekâta karışmayacağını”, hatta “ABD askerlerinin yakın alanda bulunmayacağını” da öğrendik.
Nitekim Trump, bu konuşmanın hemen ardından askerlerini Kuzey Suriye’den çekmeye başlayarak sahada Türkiye’nin harekâtının önünü de açmış oldu. Sonraki günlerde Trump’ın skandal içerikli mektubunu göndermesi dahil birçok iniş çıkış yaşanmış olsa da, hadiselerin akışındaki en önemli kırılma noktası, ABD Başkanı’nın 6 Ekim tarihli telefon konuşmalarında Erdoğan’a harekât için yeşil ışığı yakmış olmasıdır. Türkiye, Trump’ın çirkin mektubunun Erdoğan’a ulaştığı 9 Ekim günü Barış Pınarı harekâtını başlatmıştır.
Ayrıca, 17 Ekim tarihinde Ankara’ya gelen ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile yapılan görüşmelerde Türkiye’nin Suriye sınırında Tel Abyad-Resulayn arasında 120 kilometre genişliğinde 30 kilometre derinliğinde bir alanı kontrol etmesi konusunda da anlaşmaya varılmıştır.
Dolayısıyla Suriye harekâtının en önemli dayanaklarından birinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasındaki mutabakat olduğunu söylemek hata olmaz.
*
Çelişkili durum işte tam da bu noktada patlak veriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan oyun planını büyük ölçüde ABD Başkanı ile yakın diyaloğu ve mutabakatı üzerine kurup Barış Pınarı harekâtını başlatırken, Türkiye aynı harekât nedeniyle ABD yönetiminin diğer kademeleri ve ayrıca özellikle Kongre ile ciddi problemler yaşamaya başladı.
Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’ndan 29 Ekim tarihinde hem ‘Ermeni soykırımı’ hem de yaptırımlara ilişkin iki karar tasarısının Demokratlar ve Cumhuriyetçiler’in ittifakı sonucu aynı gün ezici bir oy çoğunluğuyla geçmiş olması, Suriye harekâtının Kongre’de yarattığı Türkiye aleyhtarı havanın sert bir dışavurumudur.
Aynı içeriğe sahip bir yaptırım tasarısının ABD Senatosu’ndan da geçmesi halinde Kongre’den yönetimi bağlayıcı nitelikte bir yasa çıkmış olacağından, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde büyük bir fırtınanın kopması kaçınılmaz hale gelebilecektir. ABD Senatosu’nda yürütülen hazırlıklar
Bu haritada, Fırat’ın doğusunda sınıra bitişik yaklaşık 30 kilometre derinlikte tasarlanmış bir ‘güvenli bölge’de Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin dönüşü için yapılması tasarlanan yeni yerleşimlerin mevkileri işaretlenmişti.
Erdoğan’ın BM kürsüsünden uluslararası camianın dikkatine getirdiği bu haritada, tasarlanan yerleşimler yaklaşık 440 kilometre boyunca uzanan Fırat’ın doğusundaki sınır boyunca üç bölge içinde konumlandırılmıştı.
Batıda Kobani’den doğuya doğru Tel Abyad’a kadar olan birinci bölgede inşa edilecek 1 ilçe ile 7 köy merkezine 65 bin kişinin yerleştirilmesinin hedeflendiği yazılı haritada.
Tel Abyad ile Resulayn arasındaki 120 kilometrelik ikinci bölge için hedef 3 ilçe, 63 köy olmak üzere 405 bin kişi olarak gösteriliyor. Ve Resulayn’dan en doğuda Irak sınırına kadar uzanan kuş uçuşu 200 kilometrelik bölgede 6 ilçe merkezi, 70 köy olmak üzere 530 bin kişi notu düşülmüş.
*
Bu harita, Erdoğan’ın New York ziyareti sırasında ikili görüşme yaptığı liderlere verdiği proje kitapçığında da yer alıyor. Kitapçıkta, Türkiye sınırında kurulacak güvenli bölgede 1 milyon Suriyeli nüfusun yerleştirileceği toplam 5 bin nüfuslu 140 adet köy ile 30 bin nüfuslu 10 ilçeden oluşan yerleşim alanı oluşturulacağı belirtiliyor.
Erdoğan, New York dönüşü yaptığı açıklamalarda, başlangıçta yerleştirilmesi tasarlanan 1 milyon kişiye ek olarak daha sonraki aşamada güneydeki Rakka ve Deyrizor gibi bölgeler de projeye eklenirse, “bu alanın 2 milyon insanı kapsayacağını” belirtmişti.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sayısının bugün itibarıyla 3 milyon 670 bin dolayında olduğu dikkate alındığında yarıdan fazlasının dönüşü hedeflenmiş oluyor.
Kendisinin başına gelenler, bize 2019 Türkiye’sinde soruşturma ve yargılama süreçlerinde yaşanan yaygın sorunlardan kesitler sunuyor. Aslında karşımızda tek bir dava üzerinden sistemin bütününe hâkim olan problemli yargı pratiklerini, bunlara yol açan zihniyet kalıplarını ve sonuçta vatandaşların maruz kaldıkları hak ihlallerini görebilmemizi mümkün kılan örnek bir vaka var.
Hangisiyle başlasak ki... Örneğin, Kavala hakkındaki iddianamenin, kendisi tutuklandıktan yaklaşık 16 ay sonra 19 Şubat 2019 tarihinde sonuçlanmış olmasıyla başlayabiliriz. Burada sanığın iddianame hazırlanmadan bu kadar uzun bir süre tutuklu kalabilmiş olması başlı başına bir hak ihlali olarak görülmelidir. Üstelik, iddianame hazırlanana kadar delillere erişimin engellenmesi, kendisi ve avukatlarının çok uzun bir süre neyle suçlanıldığını bilememeleri yaşanan ihlali daha da ağırlaştırıyor.
Kavala’nın yargılaması 24 Haziran 2019 tarihinde başlamıştır. Bir başka anlatımla, Kavala hâkim karşısına tutuklandıktan tam 605 gün sonra çıkabilmiştir.
Kavala’nın durumuna bakınca, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün geçen 31 Mayıs tarihinde Habertürk’e genel bir çerçevede yaptığı “Tutukluluk gerçekten bir tedbir. Tutuklu olan kişi yargılama sonucu beraat da edebilir. Tutuklamayla alakalı bu tedbirin ölçülülük ve zorunluluk ilkesi içerisinde gerçekleşmesi söz konusu. Bizdeki uygulamalarda haklı eleştirilerdeki gibi yıllar süren dosyalar savcılığın önünde. Tutukluluk süresinin uzun olması, kişinin neyle suçlandığını bilmemesi, mahkeme önüne çıkmaması, tedbir olması gereken tutuklamanın adeta cezalandırma gibi olması vicdanların kabul edebileceği bir şey değil. Bu makul süre olmalı...” şeklindeki açıklamasında dile getirdiği eleştirilere katılmamak mümkün değil.
*
İddianameye gelirsek, öncelikle metnin mantığı içinde ciddi bir çelişkiye dikkat çekmemiz gerekiyor. Şöyle ki, metnin giriş bölümünde Arap Baharı’nın “Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden çıktığı” vurgulanıyor, bu hadise “Eşi görülmemiş bir halk hareketi” olarak nitelendirilerek yüceltiliyor. Gelgelelim iddianamenin daha sonraki bölümünde “Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarında George Soros’un önemli bir aktör olduğu” ileri sürülüyor. Yani, savcılık makamı bu kez Arap Baharı’nın ihraç edildiği tezini ortaya atıyor.
Demokrasi talebiyle ilgili birinci önerme doğruysa, Arap Baharı’nı Soros ile ilişkilendiren ikinci önermenin doğru olmaması gerekir. Yok Soros faktörüyle ilgili ikinci önerme doğruysa, bu durumda mantık olarak iddianamenin giriş bölümünün geçersiz olduğunu kabullenmemiz gerekir. Bu yönüyle iddianame kendi içinde bir tutarlılık sorunuyla maluldür.
*
Türkiye’nin Suriye’deki askerlerini çekmesi talep edilen tasarıda, Türkiye’nin dört üst düzey yetkilisine yaptırım uygulanması öngörülüyor. Bu yetkililer, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, İkinci Ordu Komutanı Korgeneral Sinan Yayla ve Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak...
Metinde ne gibi yaptırımlar uygulanacağı ayrıntılı bir şekilde tarif edilerek, bu yetkililerin ABD’deki mal varlıklarına el konulacağı, ABD’ye girişlerinin engelleneceği ve varsa vizelerinin iptal edileceği belirtiliyor.
Tasarı bununla yetinmiyor. ABD Dışişleri Bakanı’nın Savunma Bakanı ve Ulusal İstihbarat Direktörü ile danışarak “Kuzey Suriye’yi işgal kararının alınmasına katılan”, “saldırıları yöneten” ve “işgali kolaylaştıran” askeri ve diğer Türk yetkililerin bir listesinin hazırlanması ve ardından bu kişilerin de yaptırım kapsamına alınması isteniyor.
Temsilciler Meclisi’nden geçen tasarıda, ABD’nin Türkiye’ye silah sevkini durdurması, keza Türkiye’ye bu harekâtta kullanabileceği nitelikte askeri malzeme sağlayan yabancı kuruluşlara da yaptırım uygulanması öngörülüyor.
*
Geçen salı günü Temsilciler Meclisi’nin mevcut 432 üyesinden 403’ünün ‘evet’ oyu kullanmasıyla, yani Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında nadir görülen bir dayanışmayla kabul edilen bu tasarı, ABD Kongresi’ndeki karmaşık bir karar alma sürecinin yalnızca başlama vuruşudur.
Bağlayıcı olabilmesi için bu tasarının Senato kanadından da geçerek Kongre’nin bir ‘ortak kararı’na dönüşmesi gerekecektir. Henüz oylama için Senato Genel Kurulu’nun gündemine alınmış bir tasarı yok. Ancak Senato’da şimdiden farklı senatörler tarafından hazırlanmış altı ayrı taslağın imza için dolaşımda olduğunu hesaba katarsak, önümüzdeki günlerde bu cephede bir hareketlilik yaşanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Bunlar arasında Cumhuriyetçi
Temsilciler Meclisi’nin bu iki kararının ciddiyet derecesini gösterebilmek için ilk olarak tasarıların içeriğinden bağımsız bir şekilde oylamalardaki kabul sayılarını kayda geçirmemiz gerekiyor.
Kongre’nin meclis kanadının 435 üyesi var. Üç sandalyenin boş olduğunu hesaba katarsak, geriye 432 sandalye kalıyor. Bir bağımsız üye dışında kalan sandalyelerin 234’ünü Demokratlar, 197’sini ise Cumhuriyetçiler kontrol ediyor.
Önce ‘soykırım’ tasarısı oylandı ve 405 ‘evet’, 11 ‘hayır’ oyu çıktı. Toplam 3 üye çekimser kalırken 13 üye oylamaya katılmadı. Hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçileri kapsayacak şekilde Temsilciler Meclisi’nin ezici çoğunluğu bu tasarıya ‘evet’ dedi.
Temsilciler Meclisi Genel Kurulu, daha sonra Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine dönük askeri harekâtı nedeniyle ağır yaptırımlar öngören ikinci bir karar tasarısını oyladı.
Bu karar tasarısına da 403 üye ‘evet’, 16 üye ise ‘hayır’ oyu kullandı. Çekimser kalan olmazken, 12 üye oylamaya katılmadı. Toplam 234 Demokrat üyeden 226’sı ve 197 Cumhuriyetçi üyeden 176’sı ‘evet’ oyu verdi. Cumhuriyetçilerden 15 üye ‘hayır’ derken, 6 üye oylamaya katılmadı.
*
Burada önem taşıyan nokta şu: Demokratların Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump’ı her konuda sıkıştırmaları zaten beklenen bir durum. Beklenmeyen, kendi partisinin de her iki tasarıda neredeyse yüzde 90 gibi bir oranla Demokratlarla birlikte hareket etmiş olması.
Özellikle Suriye’nin kuzeyindeki harekât konusunda ABD Başkan Yardımcısı
Yaklaşık yarım milyon insanın ölümüne yol açan, tahminen 6.5 milyon insanın ülkeden göç etmesine, muhtemelen bir o kadar insanın da ülke içinde yer değiştirmesine neden olan, 21. yüzyılın ilk yirmi yıllık dönemindeki en büyük insani felaket var karşımızda.
Böyle bir felaket yaşanırken sahada yıllardır acımasız bir şekilde savaşmış olan tarafların bu kez barış masasının etrafında oturacak olmaları, ilk kez silahlara değil yüz yüze diyaloğa başvurulması, kuşkusuz her bakımdan sevindirici bir gelişme olarak görülmelidir. Evet sevinmeliyiz, ancak komitenin toplanması nedeniyle kendimizi gerçekçilikten uzak bir iyimserliğe de bırakmamalıyız.
*
Anayasa Komitesi’nden bir çözüm çıkıp çıkamayacağı ya da ne zaman çıkabileceği sorularına yanıt aramadan önce bu forumun oluşumunu ve karar alma sürecinde geçerli olacak usul kurallarını kısaca kayda geçirmemiz gerekiyor.
Komitenin toplam 150 üyesi var. Üyelerden 50’si rejim, 50’si muhalefet ve 50’si de BM’nin hazırladığı ‘üçüncü liste’den geliyor. BM’nin hazırladığı ve ‘orta liste’ de denen bu grupta Suriyeli uzmanlar, sivil toplum temsilcileri, bağımsızlar ve aşiret liderleri temsil ediliyor. Suriye toplumundaki bütün etnik ve dini grupların ve aynı zamanda kadınların da yeterli bir temsili hedefleniyor bu listeyle.
Anayasa Komitesi’nin kurulması, Astana sürecinin ortakları olan Rusya, Türkiye ve İran’ın inisiyatifiyle 2018 Ocak ayı sonunda Soçi’de toplanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nde kararlaştırılmıştı. Komitenin ilk toplantısı için neredeyse iki yıl beklenmesinin en önemli nedeni, BM listesindeki isimler üzerinde bir türlü anlaşma sağlanamamasıydı.
Sürecin garantörleri olan Türkiye, Rusya ve İran, listenin hazırlanmasına yakın bir şekilde müdahil oldular. Bu arada BM üzerinden etkili olmaya çalışan Batılı ülkelerin de denkleme girmesi nedeniyle listenin sonuçlanması son derece yorucu bir sürece sahne oldu. Örneğin, rejime yakın oldukları gerekçesiyle Ankara’nın veto ettiği isimler de oldu.
Özellikle üçüncü listenin hazırlanmasının bu kadar sıkıntılı geçmesi çok haklı bir soruyu önümüze getiriyor. Üyelerin seçimi bu kadar uzun bir zaman alıyorsa, komite toplandığında yeni bir anayasa hazırlanması kaç yıl sürer?
Bağdadi’nin saklandığı evin bitişik olduğu Barişa köyünün kuzeyde Hatay topraklarına olan uzaklığı kuş uçuşu yalnızca 5.5 kilometre kadardır. Bir başka anlatımla, gece yarısı iki saati aşkın bir süre kuvvetli patlamalarla devam eden bu baskının sınırın Türkiye tarafından fark edilmemesi, en azından patlamaların duyulmamış olması imkânsızdır. Çok kaba bir hesapla, Taksim ile Kadıköy arasındaki mesafeden söz ediyoruz.
Keza Bağdadi’nin yaşadığı mekan Cilvegözü sınır kapısının 9 kilometre kadar güneybatısındadır. Bunun gibi Reyhanlı kasabasının güney sınırı ile Barişa arası 9.5 kilometredir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib Salva’daki (1) numaralı askeri gözlem noktası da Barişa’nın 20 kilometre kuzeydoğusundadır.
Dolayısıyla Türkiye açısından altı çizilmesi gereken sonuçlardan biri, El Kaide ile birlikte dünyanın en belalı iki terör örgütünden birinin liderinin sınırımızın hemen yanı başına kadar sokulmuş olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıdır.
*
Yanıt aramamız gereken bir soru, Bağdadi’nin Suriye’de kendisine barınak ararken neden en emniyetli bölge olarak İdlib’i gördüğüdür.
İçinde bulunduğumuz yılın başında uluslararası koalisyonun Fırat’ın doğusunda DEAŞ’ın alan hâkimiyetine son verdiği aşamada, örgütün kadroları Fırat’ın Irak sınırına yaklaştığı güney yerleşimlerine sıkıştırılmıştı. Geçen mart ayında Irak sınırında DEAŞ kontrolündeki Baghuz’un düşmesinin ardından “DEAŞ’ın üst kademe kadrolarından bazı isimlerin İdlib’e geçtiği” BM raporlarına da yansımıştır.
Daha önceki yazılarımızda da konu ettiğimiz üzere, DEAŞ, El Kaide ve bunlarla bağlantılı grupların faaliyetleri hakkında BM Güvenlik Konseyi’ne düzenli olarak sunulan BM İzleme Grubu’nun raporlarının 15 Temmuz 2019 tarihli sonuncusunda bu konuda geniş bilgi yer alıyor.
Neden İdlib? Hatay’a komşu İdlib, Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaşın bugün geldiği noktada ülkenin batısında silahlı muhalefetin ve terör gruplarının kontrolünde kalmış olan son bölgedir.
“Petrolü emniyet altına aldık. Dolayısıyla petrolün bulunduğu sahada küçük bir ABD askeri gücünü tutacağız. Petrolü koruyacağız ve bununla (petrol) ilgili ne yapacağımıza gelecekte karar vereceğiz.”
İlginçtir ki, Trump’ın Türkiye ve Suriye konularında en çok danıştığı siyasi şahsiyet olan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, aynı gün Suriye konusunda yazılı bir açıklama yaparak, Türkiye ile varılan ‘ateşkes’ mutabakatını övdü ve ardından o da sözü petrol meselesine getirerek şunları söyledi:
“Suriye’deki petrol sahalarının kontrolünü elimizde tutmaya devam ederek Esad ve İran’ı hiç ummadıkları bir parasal nimetten yararlanmaktan mahrum edeceğiz. Petrol sahalarında üretimi arttırarak, IŞİD’i ortadan kaldırmak için bu kadar cesaretle savaşan müttefiklerimiz Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yardımcı olacağız. Gelecekteki satışlardan elde edeceğimiz gelirin bir kısmını Suriye’deki askeri yükümlülüklerimizin maliyetini karşılamak için de kullanabiliriz.”
Senatör Graham, “Amerikan askeri gücünün akıllıca bir kullanımı” çerçevesinde ‘küçük ancak yetenekli bir askeri gücün’ SDG unsurlarıyla askeri ortaklığı üzerinden, IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasının önlenebileceğini, aynı zamanda tutuklu IŞİD savaşçılarının kontrolünün de sağlanabileceğini söyledi. Ancak bu hedefler için ABD’nin Suriye hava sahasını kontrol etmeye devam etmesi gerektiğini de belirtti Graham.
‘KÜRTLER PETROL BÖLGESİNE YERLEŞSİN’
Trump ile Graham’ın görüşleri arasındaki büyük benzerlik, konuyu aralarında yakın bir şekilde danıştıklarına işaret ediyor.
Ve derken önceki gün Trump’tan aynı düşüncelerin devamı niteliğinde olup pek çok çevreyi şaşkınlık içinde bırakan yeni bir tweet mesajı geldi.
Trump