Bitlis hâlâ sevindirici bir biçimde otantik kalan nadir kentlerimizden... Ulaşım için en kolay yol, uçakla Muş’a ya da Van’a kadar gidip oradan bir otobüse atlamak. Muş-Bitlis arası otobüsle 1 saat kadar, Van’dan Muş’a karayoluyla ulaşmaksa yaklaşık 3 saat sürüyor. Tarih boyunca adı pek değişmemiş Bitlis’in. Asurlular, Bit-Liz ya da Bet-Liz (Liz’in Yurdu veya Liz’in Kalesi); Persler, Bad-Lis demişler şehre. Kulağa tek farklı gelen isim Ermenilere ait.
Onlar Pageş veya Pagişi adını vermişler. Evliya Çelebi ise kentin adını Büyük İskender’in hazinedarlarından Bedlis’ten aldığı konusunda ısrarcı. Günümüzde adı geçince çoğumuzun aklına gelen ‘Bitlis’te Beş Minare’ türküsünün hikâyesi ezgisi kadar acıklı. 20’nci yüzyıl başlarında Bitlis’i işgal eden Ruslar tarafından birçok aile göçe zorlanmış. Bir baba ve oğul geride nelerin kaldığını, neler olup bittiğini anlamak için geri dönmüş. Baba bir tepede beklerken oğlunu şehre göndermiş. Oğul beş minare dışında şehirde her şeyin yıkıldığını söyleyince babanın dudaklarından bu türkü dökülmüş: “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Bir tepenin eteklerine kurulu Bitlis’i keşfederken meşhur beş minarenin izini sürelim. Tatvan’dan gelirken yol sizi beş minareden ilkine götürecek.
Aralarında en güzeli olduğu söylenen minare, Gökmeydan Camisi’ne bitişik. Mardin’in nispeten daha ünlü camilerini andırmasına rağmen, bu camide Mardin’in bal rengi taşlarının yerine, Bitlis’e has Ahlat taşlarına rastlıyoruz. Bu nefes kesen minarenin yanındaki caminin sıradanlığı hayal kırıklığı yaşatıyor. Çok kısa bir yürüyüş sonrasında İhlasiye Medresesi’ne varacaksınız. 1589’da 5. Şeref Han’ın yaptırdığı medrese Selçuklulara özgü kapıları ve mimarisiyle ayırt ediliyor. İçeride 14 ve 15’inci yüzyıllara ait birçok önemli şahsiyetin türbesi var.
Tatvan’dan şehre giren yol sizi beş minareden ilkine götürecek. Aralarında en güzeli olduğu söylenen minare (üstte) Gökmeydan Camisi’ne bitişik...
Viyana’da yüksek lisans eğitimimi yaptığım için Avusturya bende ayrı bir yere sahip. Her ziyaretimde kendimi eve dönmüş gibi hissederim. Salzburg da Julie Andrews’un başrolünü oynadığı ‘Neşeli Günler’ filmindeki gibi, içimi hep neşe ve coşkuyla doldurur. Bir şehri keşfetmek istiyorsanız size önerim sokaklarında kaybolmanız. Bu güzel şehrin karşınıza çıkaracağı sürprizlere bayılacaksınız. Avusturya’nın Almanya’yla sınırını oluşturan şehirlerinden Salzach Nehri kıyısındaki Salzburg, ülkenin 4’üncü büyük kenti. Adını altındaki tuz madenlerinden alıyor. Salzburg’u ayrıcalıklı kılan klasik müziğin dünyadaki merkezlerinden biri kabul edilmesi ve büyüleyici barok mimarisi.
Mirabell Sarayı ve Bahçesi
Avusturya’da olmamıza rağmen İtalyan mimarlar Vincenzo Scamozzi ve Santino Solari’nin pek çok barok eseri süslüyor şehir merkezini. 1997’den beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki şehir birçok önemli müzik insanının doğduğu yer. Bu insanlardan en ünlüsü şüphesiz ki 18’inci yüzyılda bu topraklarda doğan Wolfgang Amadeus Mozart. Salzburg’da birbirinden güzel meydanlar var. Alter Markt, yani eski pazar, özellikle çevresindeki dükkânlarla tam bir nostalji yaşatıyor. Örneğin Tomaselli, Mozart’ın kahvesini yanında en sevdiği içecek olan badem sütüyle yudumladığı, ülkenin en eski kafelerinden biri. Kahvenizi içerken bu bilgiyle kendinizi çok daha ayrıcalıklı hissediyorsunuz. 1703’ten beri burada. Adı değişse de kendi hayatta. Buradaki eczane, başpiskoposlara hizmet vermiş yıllarca. Meydanın ortasındaki heykelse itfaiyecilerin koruyucusu Aziz Floryan’a ait.
Mevlana Türbesi ve Müzesi
Konya’nın olmazsa olmaz adresi. Şehri keşfetmeye, tüm insanlığa yaptığı ‘Gel, ne olursan ol, yine gel’ çağrısı 13’üncü yüzyıldan günümüze ulaşan Mevlana’nın türbesini ziyaret ederek başlayabilirsiniz. Her yıl Türkiye’nin en çok ziyaret edilen müzeleri arasında ilk sıralarda oluyor. Dergâh olarak kullanılan bu yerde gezerken aklınızda bulunsun, burası geçmişte Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesiydi...
Şems -i Tebrizi Türbesi
Hz. Mevlana’nın yol arkadaşı hatta onun yaşamındaki dönüm noktası olan Şems-i Tebrizi’nin Konya’da vefat ettiğini düşünenler de var, şehirden ikinci kez ayrıldıktan sonra izini kaybettirdiğini düşünenler de... Bu konuda görüş ayrılığı olsa da adını taşıyan park ve içinde sandukasıyla mütevazı cami ona adanmış. Konya’daki en önemli manevi noktalardan biri.
Salzburg’dan Altaussee’ye yaklaşık 1.5 saatte varıyorsunuz. Yol boyunca dünyanın en güzel manzaraları eşlik ediyor size. Doğanın içinde olmanın huzuru daha yolda kaplıyor içinizi. Vivamayr Altaussee Sağlıklı Yaşam Kliniği’nin önünde uzanan göl manzarası karşılıyor konukları önce. Yazın yüzmek, kışın da etrafındaki parkurda yürümek gölün nimetlerinden. Çevredeki köy ve kasabalara ulaşan başka yürüyüş parkurları da mevcut. Sadece 10 dakika mesafede bir kayak merkezi var. Merkez bir tek kayak sevenleri ilgilendirmiyor.
Altaussee’de bir de kayak merkezi var. Kaymak dışında kar yürüyüşü de popüler.
Kar raketiyle yürüyüş yaygın bir etkinlik, ciddi enerji harcatıyor. Bu arada belirteyim, Altaussee, James Bond’un ‘Spectre’ filminin bir bölümüne ev sahipliği yapmış. Çevrede görülmesi gereken birçok güzellik var ve eminim bu bölgedeki güzellikler sizi de büyüleyecek. Salzburg’dan yarım saat sonra Göller Bölgesi başlıyor ve burası 76 gölden oluşuyor. Bu bölgede mutlaka uğramanız gereken bir adres de Hallstaatt. 800 kişinin yaşadığı köyü senede 1.5 milyon turist ziyaret ediyor. Ziyaretçilerin yüzde 90’ı da Uzakdoğulu; çünkü köy Çin’de de çok meşhur olan bir Güney Kore dizisine ev sahipliği yapmış. Bu durum beyaz ekranın günümüzdeki gücünün en canlı örneği gibi.
Kentin eski halklarından Rumlar, Romanyot, Aşkenaz ve Sefarad Yahudileri, Ermeniler; Anadolu’dan gelip şehre yerleşen Türk, Kürt, Arap, Acem, Süryaniler; Balkanlar’dan göçen Arnavut ve Boşnaklar; Girit’ten, Selanik’ten, Bulgaristan’dan göçenler; Kafkaslar’dan gelen Gürcüler, Çerkes boyları; Afrika’dan gelenler ve sayamadığımız niceleri olarak hepimiz bu şehirde, bir arada yaşıyoruz.
500 bin metrekarelik Emirgân Korusu’nun eski adı Feridun Bey Bahçeleri’ymiş
Bu kültürel çeşitlilik sofraya da yansıyor. Geçtiğimiz günlerde, İBB Yayınları’ndan çıkan, Merin Sever’in derlediği ‘Geçmişten Günümüze İstanbul Lezzetleri’ adlı kitap, bu birlik halini vurgularken mutfağın çeşitliliği arasında bizi bir gezintiye çıkarıyor. Kitapta sokak lezzetlerinden deniz ürünlerine, likörlerden kahvelere teması yemekler olan yazı ve söyleşiler var. “Konu mutfak olunca o lezzetleri deneyimlemek de gerek” diyerek Emirgân Korusu’ndaki Pembe Köşk’te 31 Ocak tarihine kadar devam eden bir restoran etkinliği hazırlamışlar. Kitaptan esinlenen Four Seasons Bosphorus Hotel’in şefi Şafak Aydemir ve BELTUR şefleri İstanbul’un mutfak zenginliğinin tüm izlerini taşıyan bir tadım menüsü sunuyorlar.
Gelin Atlas Okyanusu’na doğru biraz daha açılalım. İlk durağımız olan Saint Martin veya Sint Maarten iki ülkeye ev sahipliği yapıyor. Toplamı 100 kilometrekareden küçük olan adanın, Hollandalıların yönettikleri kısmına Sint Maarten, Fransız yönetimindeki bölümüneyse Saint Martin deniyor. Flemenkçe ve Fransızca kendi bölümlerinde yasal dil olsa da adada kullanılan dil İngilizce. Fransızlar biraz daha büyük parçayı almışlar. St. Martin AB üyesi ama St. Maarten değil.
Kolomb’la başlamış...
Adanın yerli halkı Arawaklar ve Kalinagolar. 1493’te Kristof Kolomb girmiş devreye ve adayı eski kıtayla tanıştırmış. İspanya, Fransa ve Hollanda tarihin farklı dönemlerinde adayı yönetmiş ve nimetlerinden yararlanmış. 1648’de Fransa ve Hollanda adayı ikiye bölüp yönetme konusunda anlaşmışlar. Her iki taraf da Avrupa kültürünün temsilcileri olmakla birlikte farklı zevklere hitap ediyor. Sint Maarten daha çok eğlencesi, gece hayatı ve kumarhaneleriyle tanınıyor. Saint Martin ise alışveriş tutkunlarıyla birlikte gurmelere hitap ediyor. Fransız tarafının plajları da çok meşhur.
Barbados Hasat Festivali
Orta Amerika’da, Antil Denizi’ndeki ada topluluğuna kimi Antiller der, kimi de Karayipler. Büyük Antiller; Küba, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika ve Porto Riko’dan oluşuyor. Adaların en büyüğü Küba. Küçük Antiller ise Karayipler’in doğusunu kuzeyden güneye çevreleyen küçük adalardan oluşuyor. Kanarya Adaları ile Hindistan arasında bir yerde olduğu hayal edilen efsanevi bir kara parçasının adıymış ‘Antilia’. Kristof Kolomb, Batı Hint Adaları’nı keşfettiğinde İspanyolca ‘Antillas’ adını vermiş bölgeye. Çok çekmiş Karayipler’deki adalar. Kimi madenleri, kimi ormanları, kimi de tarıma elverişli toprakları sebebiyle sömürmüş. Toplu soykırımlar yaşanmış, ölenlerin yerine Afrikalı köleler getirilmiş. Bu sebeple yerli halk neredeyse Afrikalı olmuş. Tüm yaşadıklarına rağmen sömürenlerin iştahını turizmle gideriyorlar şimdi de. Topraklarını turizme açıp cennet mekânlar yaratmışlar. Bölgeyi gezmenin en iyi yolu bence gemi seyahati. Anakarada Meksika’ya bağlı Costa Maya gemilerin mutlaka yanaştığı bir balıkçı kasabası, iki köyü var. Ada değil ama bölgedeki beğenilen tatil beldelerinden biri. 15 yıl önce yolcu gemileri için yapılan limanla kaderi değişmiş. Costa Maya’daki iki köyden biri olan Mahahual, bembeyaz kum plajları, turkuvaz denizi, kıyıya yakın mercan resifi, bar ve restoranlarıyla tam bir turizm cenneti. Dünyanın en büyük ikinci mercan resifinin burası olduğunu söylüyorlar. Costa Maya aynı zamanda Chacchoben ve Kohunlich’in de içinde olduğu daha az bilinen Maya harabelerinin çoğuna en yakın bağlantı noktası.
‘ÇOK AMA TEK BİR İNSAN’
Jamaika
Küba ve Hispaniola’dan sonra Karayipler’in en büyük üçüncü adası. Nüfusu yaklaşık 3 milyon. Reggae müziği, rasta saçlı insanlar, turkuvaz bir deniz, bembeyaz kumlu plajlar, golf sahaları, açık hava sporları, nehirler, dağlar, şelaleler, yemyeşil bir doğa ve de lezzetli yemekler var... ‘Her şey dahil sistemi’ Karayipler’de ilk olarak Jamaika’daki tatil köylerinde ortaya çıkmış ve çok sayıdaki işletmede geçerli. Ülkenin resmi dili İngilizce ama kölelerin patronları anlamasın diye aralarında konuştukları; Fransızca, İngilizce ve İspanyolca karışımı bir lehçe olan Patua halen yaygın. 1962’de İngiltere’den ayrılarak bağımsızlığına kavuşan bu rahat ve yavaş ülke, müziğin ritminde bulmuş kendi ritmini. Başta reggae olmak üzere pek çok müzik türünün anavatanı olan Jamaica, Bob Marley, Sean Paul, Shaggy, Grace Jones gibi dünyaca ünlü müzisyenler çıkarmış topraklarından. Temmuz sonunda Montego Bay’de yapılan Reggae Sumfest çok ilgi çekiyor. Ülkenin milli sloganı çok çeşitli etnik kökenden geldiklerini ama özünde tek olduklarını dile getiren “Çok ama tek bir insan”. Gerçekten de burası birbirinden farklı birçok insanın bir arada eridiği bir pota gibi. Doğal güzellikleri çok fazla olsa da adada biraz dolaşınca fakirliğin boyutunu anlıyorsunuz. Güvenlik konusunda dikkat etmek lazım. Suç oranının yüksekliğinin sebebi de adaya gelen turistlerle yerli halk arasındaki gelir uçurumu. Karayipler’de İngilizce konuşulan en büyük şehir olan Kingston, Jamaika’nın başkenti. Blue Mountain-John Crow Ulusal Parkı’na çok yakın.
Tarihin içinde
Hagia Sofia Mansions, İstanbul
Soğukçeşme Sokağı, 1800’lü yıllarda III. Selim tarafından yaptırılan çeşmesi ve evleriyle, adeta bir eski İstanbul maketi. İstanbul Kitaplığı hariç, sokaktaki bütün evler Hilton’un dokunuşuyla hayat buldu. Aslında bir otelden öte, restoranları ve kendine has hikâyeleri olan 17 konağıyla bir mahalle oluşturulmuş. 78 odasında ana renkler kırmızı veya mavi olarak seçilmiş. 1.500 yıllık tarihi bir çatının altında hizmet veren Sarnıç Restoran’ın menüsü zengin. Kahvaltı içinse... Ayasofya’ya nazır eşsiz bir manzara sunan Sofia Terrace Restoran’da ya da huzurlu bahçesi ve kapalı alan seçeneğiyle Yeşil Ev Garden’da güne başlayabilirsiniz.
Suyun dinginliği
Lale, Sakarya