BADEN BADEN / ALMANYAKaplıcanın ihtişamı göz kamaştırıcı
Baden Baden, Almanya’nın güneyinde, nehir kıyısındaki bir tepenin eteklerinde küçük bir kasaba. Dünyanın en güzel kaplıca merkezlerinden biri burada. Adını Almancadaki “banyolar, banyo yapmak” anlamındaki “baden” kelimesinden almış.
Romalılar döneminden beri şifalı su kaynakları biliniyor. 12’nci yüzyıldan 18’inci yüzyıl başlarına kadar Baden Beyleri’nin evi olmuş. Sonra kaplıcaları hatırlanmış. Kral ve kraliçelerin uğrak noktası olunca talihi dönmüş. Kumarhanesi, lüksü sınır tanımadan sunan otelleri dünyadaki tüm zengin ve ünlü kişileri buraya çekmeyi başarmış. Baden Baden’i sadece bir kaplıca merkezi olarak düşünürseniz hata edersiniz. Sanat, mimari ve doğa ilgi alanınızdaysa burası tam size göre. Cüzdanlara zarar alışveriş olanaklarını saymıyorum bile.
KUMAR VE ALIŞVERİŞ
Kurhaus, 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edilmiş bir yapı. Dünyaca ünlü kaplıca merkezinin ihtişamlı binası bile konukların hayranlığını kazanmaya yetiyor. Yine de misafirlerin şımartılması için hiçbir detay atlanmamış. Sırtını yasladığı Kara Orman’ın (Schwarzwald) büyülü manzarası eşliğinde kaplıcadan başka kumarhane ve konferans salonları da emrinizde. Efsane oyuncu Marlene Dietrich kumarhaneyi “Dünyanın en iyisi” olarak tanımlamış. Olimpiyat ve NATO toplantılarından satranç turnuvalarına kadar geniş bir yelpazede etkinliğe kucak açıyor Kurhaus. Bahçesinde gezmek ya da şık butiklerinde alışveriş yapmak bile sizi bambaşka alemlere sürükleyecek. Filarmoni orkestrasının programını incelemenizi öneririm.
Almanya’nın ilk kumarhanesi burada açılmış. Kumarhanenin süslemeleri ve döşeme tarzı abartılı olabilir ama binaya yakışıyor. Her gün rehber eşliğinde düzenlenen turlardan birine katılmanızı tavsiye ederim.
Tarihte yolculuk
Baden Baden buram buram tarih kokuyor. Örneğin Roma hamamının yaşı 2000’den fazla. Kendiniz de gezebilirsiniz elbette ama rehberli bir tura katılmanız daha ilginç olabilir. 12’nci yüzyıl başlarında inşa edilmiş “Eski Kale”yi (Altes Schloss) 15’inci yüzyıla kadar bölgenin yöneticileri kullanmış. Yeni Kale (Neues Schloss) adını verdikleri ise 15’inci yüzyılda inşa edilmiş, uzun süre Baden Beyleri’nin ikametgâhı olmuş. Bugün müze. Söylemeye gerek yok, manzaralar olağanüstü. Eski Kale’deki restoran soluklanmak isteyenlerin kurtarıcısı. Rus Kilisesi’ni görmezseniz çok şey kaçırırsınız. Zaten görmemeniz imkansız, uzaktan bile altın kubbesinin pırıltıları insanın gözünü alıyor. İçini de freskler süslüyor. Gerçek dünyanın karamsarlığından bir süre de olsa uzaklaşmak, kendinizle baş başa kalıp huzur dolu bir atmosfere sığınmak isterseniz mutlaka Lichtenthal Manastırı’nı gezin. Bir orta çağ manastırı burası. Rahibeler son derece dost canlısı. Bilgi almak istediğinizde yardımcı olmaktan keyif duyuyorlar.
CHAMONIX/FRANSA Tecrübeli kayakçıların gözdesi
Resmi adı bile asil bir etki bırakıyor: Chamonix Mont Blanc. Fransa’nın en eski kayak merkezi 1924’te ilk Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptı. Alp disiplininin ilk ortaya çıktığı yerlerden. Bu tecrübeyle dünyanın en iyi kayak merkezleri sıralamasında hep en üstte. Mont Blanc 4800 metreyi aşan yüksekliğiyle gökyüzüne dokunmaya çalışırken, Chamonix kasabası 1000-1500 metre arasında kurulmuş. Kasabanın geleneksel mimarisi korunduğu için kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz. Her seviyeden kayakçı için uygun pisti var. Dik zirveleri, toz karıyla tecrübelilerin gözdesi. Kolay pist arayanlara 2250 metredeki La Balme, 1900 metredeki La Flerege’i öneririm. “Başlangıç aşamasını geçtim” diyenlerdenseniz teleferikle 2400 metre yüksekliğindeki Cornu Tepesi’ne çıkın. Buzullar, pist dışı heyecan ustaları bekliyor. İlk gelenlerin teleferikle Aiguille du Midi Tepesi’ne çıkmaları gelenek olmuş. 1000 - 3800 metre arasında ömre bedel bir manzara ayaklarınızın altına seriliyor. Kendine güvenen kayakçılar aşağıya temiz kar havasını alarak iniyor. Acemiyseniz ne gam, teleferik sizi bekliyor. Kentin tarihi Majestik Oteli bugün Alpine Müzesi. Gallery Midnight modern sanatı kucaklarken Galerie de Globe mimarisi ile dikkat çekiyor. Alışveriş için kasabanın merkezine gitmeniz gerekiyor. Aklınızda bulunsun merkez trafiğe kapalı. Cumartesi pazarına rastlarsanız, peynir çeşitlerini tavsiye ederim.
Nerede kalınır
¬ Auberge du Manoir: Binası, dekorasyonuyla tipik bir dağ evi. Hizmet anlayışı mükemmel. (www.chalethotelchamonix.fr) ¬ Chalet Hotel Hermitage: Merkeze yürüme mesafesinde. Odaları harika dağ manzaralı. (www.hermitage-paccard.com) ¬ Grand Hotel de Alpes: Havuzu, saunası, dekorasyonu ve servisiyle lüks bir otel. Üstelik şehir merkezinde. (www.grandhoteldesalpes.com)
Nerede yenir
¬ L’Impossible: 18’inci yüzyıl ahırı bugün ünlü restoran. İtalyan ve Fransız mutfağının lezzetlerini sunuyor. Şarap mönüsü çok zengin. ¬ Les Vieilles Luges: Hayallerdeki dağ evini andıran 250 yıllık çiftlikte. Telesijeyle ulaşım başlıbaşına keyif. Yemekte seçim size ait ama geceyi sıcak şarap keyfiyle noktalayın. ¬ Bistro Gourmand: Bakmayın küçük olduğuna, peynirleri, atıştırmalıkları ve zengin şarap listesi muhteşem. ¬ Le Boccalatte: Chamonix de sıcak şarap keyfi yapabileceğiniz yerlerden biri. Bira çeşitleri ile de ünlü.
COURCHEVEL/FRANSA Jet sosyetenin durağı C 1850
New York
Sokaklarda bedava şenlik kulüplerde yıldızlı partiler
New York’a “Asla uyumayan şehir” demiş Frank Sinatra. Yılbaşında kulüplerde yüzlerce dolarlık partilerin yanı sıra bedava sokak eğlenceleri de sunuyor. Güne şehri adımlayarak, Noel’den kalan atmosferi soluyarak başlayın. Rockefeller Meydanı’na 79 yıldır dünyanın en görkemli Noel ağaçlarından biri dikiliyor. 30 binden fazla ampul, bir o kadar kristalle süsleniyor. Noel konserleriyle meşhur, ABD’nin en büyük kapalı tiyatrosu 6 bin kişilik Radio City Music Hall da burada. Alışveriş için 5’inci Cadde’ye uğrayabilir, zamanınız varsa Metropolitan, Gugghenheim müzelerini gezebilirsiniz. 20 bin restoran arasından seçim yapmakta zorlanabilirsiniz. Benim favorilerim: Balthazar, Chez Josephine, Smith & Wollensky, Mercer Kitchen, Soba Nippon, Blue Water Grill, Tao, Butter ve Asia de Cube...
Akşam kulüp eğlencesi düşünüyorsanız Times Meydanı 42’nci Cadde’deki AMC’de saat 19.00’dan itibaren dokuz saatlik parti düzenlenecek. Giriş 95 dolar (170 TL). Aynı caddedeki şöhretlerin mekanı Cipriani’nin dans partisi 21.00’de başlayıp, altı saat sürecek. Konforlu bir masa isterseniz giriş kişi başı 250 dolar (450 TL). Ayakta kalmayı göze alırsanız yarı fiyatına. Varick Caddesi’ndeki çevre dostu Greenhouse’da düzenlenecek partiye giriş 115 dolardan (205 TL) başlıyor. Bazı firmalar Times Meydanı’nın tüm kulüplerindeki partilere girebileceğiniz kombine biletleri 300 dolara satıyor. Meetpacking Bölgesi’nin kombine biletleri 250 dolar. 2013’e kahkahayla girmek isteyenler için 34’üncü Cadde’deki AMC’de Komedi Festivali düzenleniyor. 21.00’den 02.00’ye kadar sürecek gösterilere giriş 55 dolar (98 TL). Konsere gitmeyi düşünüyorsanız Metropolitan Operası, New York Filarmoni ve Broadway müzikallerinin programlarını yola çıkmadan kontrol edin, biletinizi internetten alın. Afrika kültürünü yansıtan Kwanzaa son dönemin en çok ilgi çeken gösterilerinden. Harlem’deki Apollo Tiyatrosu’nda. Eğer enerji patlaması yaşarsanız, saat 22.00’de Central Park’ta 6,5 kilometrelik gece koşusu düzenleniyor: Emerald Nuts Midnight Run. Aslında yılbaşı akşamı New Yorklular Times Meydanı’na koşuyor. Kocaman top aşağı doğru düşerken hep birlikte 10’dan geriye doğru saymak, yeni yıla burada girmek şehrin bir geleneği. Bir yılbaşında bu geleneğe şahit olmak istedim. Hava sıcaklığı eksi 17 dereceydi ve meydan duvardan duvara insan kaplıydı!
Rio de Janeiro
Dünyanın en büyük açıkhava partisi Copacabana sahilinde
NAPA VADİSİŞatolarda şarap tadımı
Amerikalıların “Şarap Ülkesi” diye adlandırdıkları Napa Vadisi, Kaliforniya Eyaleti’nde, San Fransisko’nun kuzeyinde. Şehirde Yountville, St.Helena, Calistoga, Healdsburg, Paso Robles, Sonoma gibi şarap üretimi yapılan çok sayıdaki kasaba ve bölge arasında en ünlüsü. Napa, bağları kadar ülkenin en varlıklı ailelerinin ikametgahı olarak da tanınıyor. Florida’daki deniz, güneş, plaj üçlemesi, Napa’da şarap, doğa, spa, lüks hayat dörtgenine dönüşmüş. Doğanın cömertliğine paranın görkemi eklenince, dünyadaki cennetler sıralamasına üst sıralardan giriş yapmış Napa. Olay sadece lüks bir eve sahip olmakla da bitmiyor, Sausalito ya da Tiburon gibi bir sahil kasabasında da tekneniz olması gerekiyor.
ABD’de şarap üretiminin yalnızca yüzde 5’i Napa civarında yapılıyor. 50 yıllık geçmişine rağmen şöhretinin dünyaya yayılmasını en kaliteli markaların burada toplanmasına borçlu. 300’ün üzerinde şaraphane var. Yerel ürünlerin yanı sıra İtalya, Avustralya gibi ülkelerden gelen üzümler de kullanılıyor. Zaten önemli olan şarabın kalitesi. Bağlarda ağırlıklı olarak Chardonnay, Merlot, Cabernet Sauvignon gibi Fransız ile Sangiovese gibi İtalyan kökenli üzümleri yetiştirmeyi tercih ediyorlar. Ben son seyahatimde Domaine Chandon (www.chandon.com), Clos du Val (www.closduval.com), Sterling (www.sterlingvineyards.com), Artesa (www.artesawinery.com), Ferrari Carano’yu (www.ferrari-carano.com) ziyaret edip, bol miktarda tadım yaptım. Ardından “Dünya ne güzel, insanlar ne iyi” modunda Araujo marka şarapların üretildiği, muhteşem bir çiftlikte yer alan şaraphaneye gittim. Sahibi Daphne’nin gençliği, babasının işi dolayısıyla, İzmir’de geçmişti. Çok hoş, asil bir kadındı. Ürettikleri şaraplardan biri Las Vegas’taki meşhur Bellagio Oteli’nde 875 dolardan satılıyordu!
Akşam yemeği için French Laundry’ye gittim. ABD’nin en iyi restoranlarından biri olarak anılıyordu ve en az iki ay önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Şef Thomas Keller’in yemeklerini tadarken sohbet konusu şaraplardı. İçmeye önce şampanya ve portakal suyu karışımı Mimosa ile başlayıp sadece bu yöreye özgü bir üzüm çeşidi olan Zinfandel’den yapılma bir şarapla devam ettik. Benim saydığım kadarıyla, küçük porsiyonlar halinde 12 farklı yemek geldi. Gördüğüm kadarıyla Napa’da “Amerikan Rüyası” son sürat devam ediyor. Kadehler hep havada!
NİKARAGUALatin güzeli Granada
Nikaragua, kuzey ve güney Amerika’nın tam ortasında. Panama Kanalı açılmadan önce daha da stratejik bir noktadaymış, çünkü ülkedeki gölleri ve nehirleri birbirine bağlayarak Karayipler’den Pasifik’e bir kanal açmayı düşünmüşler. Nikaragua, Türklere vize uygulamayan nadir ülkelerden, sadece beş dolarlık bir haraç alıyorlar. Uzun yıllar muhafazakar Granada ile liberal Leon başkentlik için yarışmış. Rekabeti sona erdirmek için kendi halindeki Managua’yı seçmişler. Bu düzayak şehir 5,5 milyonluk ülkenin yaklaşık 1,5 milyonunu barındırıyor ama çok sıradan. Granada ise bir geçmiş zaman güzeli. Sanki sömürgeci İspanyollar hâlâ ortalıkta geziniyor. Canlı renkler dört bir yana serpiştirilmiş. Ana cadde Xalteva’dan merkezdeki şehir parkına doğru ilerliyorum. Gördüğüm manzara, hayallerimle örtüşüyor. Geçmişin görkemini yansıtan kiliseler sıraya dizilmiş, yolda faytonlar dolaşıyor, tarihi tüm binalar koruma altında, çoğu restore edilmiş, park cıvıl cıvıl, etraf turist kaynıyor. Gruplar sokakta müzik çalıyor, halk dans ediyor. O sırada ana katedralin çanları çalıyor, üç beş kişi ayine katılmak üzere içeriye giriyor. Bir bisikletli Arnavut kaldırımı yolda özgürlüğe pedal çeviriyor. Parkın devamındaki La Calzada Caddesi’nden ülkenin en büyük, Amerika kıtasının ikinci büyük gölü olan Nicaragua’ya doğru yürüyorum. Eski binalar restore edilmiş, kimi bar, kimi restoran olarak hizmet veriyor. Yaşam sokaklara taşmış, müzisyenler masaları dolaşıyor, Latin ezgileri ortalığa yayılıyor. Eski güzel malikaneler de şehirdeki makyajdan payını almış, onlar da şık butik oteller olarak yeni hayatlarına devam ediyor. O sırada bir at arabasındaki cenaze arkasındakilerle yavaşça ilerliyor. Granada’da yaşam tüm aşamalarıyla bir ömürden kareler yansıtıyor. Aklıma şiirde olduğu kadar düz yazıda da bir çığır açan ve “Yaşam ve ölüm sorunu var oldukça şiir de var olacaktır” diyen Ruben Dario ve bir şiiri geliyor: “Dökülüyor kavaklı yola sarı yapraklar / içinde sevgililer gidip gelirken yine. / Ve güzün kadehinde belirsiz bir şarap var / ki güllerin, ey bahar, düşecektir içine.”
Otel olarak Patio del Malinche, La Bocona ya da Con Corazon’u deneyebilirsiniz.
TANZANYAVahşi hayatı göç sırasında izleyin
Karadağ, Eskişehir büyüklüğündeki yüzölçümüyle Avrupa’nın en yeni ülkelerinden. Yugoslavya parçalandıktan sonra bağımsızlığını ilan etti, turizm gelirlerinin yardımıyla hızla gelişti. Sahildeki tarihi dokusu, doğası korunmuş kentleri kadar, bakir dağları, ormanları da cazibe merkezi.
İngilizce adıyla Montenegro, Türkçesiyle Karadağ, Kosova gibi dünyanın en yeni ülkelerinden. Parçalanan Yugoslavya’nın Avrupa haritasına son katkılarından oldu bu iki ülke. Hırvatistan’ın muhteşem sahilleri, sınırı geçtikten sonra Karadağ sahilleri olarak devam ediyor ve ülkenin Adriyatik kıyıları sadece 293 kilometre uzunluğa sahip olmasına rağmen Karadağ’da da insanları büyülemeye devam ediyor. Kotor, Budva, Stari Bar ve Ulcinj gibi tarihi şehirler farklı coğrafyalar peşinde koşan turistleri bekliyor. Kotor ile birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki Durmitor Ulusal Parkı ise adrenalin meraklısı misafirlere sürprizler sunuyor. İsteyene kayak, isteyene rafting imkanı bulunuyor. Durmitor Ulusal Parkı’nda en büyüğü Kara Göl (Crno Jezero) olmak üzere 18 göl var ve manzaralar cennetten fırlamış gibi. Derinliği üç kilometreye kadar ulaşan Tara Kanyonu ise çok çarpıcı. Karadağ’da sahil şeridinin arkasında dağlar yükseliyor ve Bobotov kuk 2533 metrelik zirvesiyle ülkenin en yüksek noktası.716 bin nüfuslu Karadağ’da yaygın olarak Sırpça konuşuluyor. Para birimi Euro.
FESTİVALLER BUDVA’DA
Sahildeki Bar ülkenin ana limanı. Kentin tarihi bölümü (Stari Bar) çok güzel. Eski Bar binlerce yıllık ve içinde bakımsız durumda çok sayıda tarihi eser var. Ulcinj ise 30 bin nüfuslu bir yerleşim ve plajlarıyla meşhur. Küçük Plaj (Mala Plaza) tarihi şehrin altında yer alıyor. 12 kilometrelik Büyük Plaj (Velika Plaza) ise doğuya Arnavutluk sınırına doğru devam ediyor. Geçmişte Kuzey Afrikalı korsanların üssü olan Ulcinj’de Osmanlılar yaklaşık olarak 300 yıl hüküm sürmüş.
Budva, Karadağ’ın en gözde sayfiye yeri. Dağlar arka planında güzel bir manzara oluşturuyor. Surlarla çevrili tarihi şehir turistlerin çok ilgisini çekiyor. Şehir hazirandan eylüle yaz festivallerine ev sahipliği yapıyor.
BAŞKENTİ ÇOK SIRADAN
Ülkenin başkenti Podgorica ilginç olmadığı için turist rotalarında pek yer almıyor. Ülkenin ortasında bulunan ve Karadağ Prensliği’nin eski başkenti olan Cetinje ise dağlarla çevrili bir yer. Şehirde aristokratik yapılar da var, sıradan evler de. Eskiden prenslerin yönettiği şehirdeki Cetinje Manastırı en önemli dini müessese. Manastırın içinde Vaftizci Yahya’nın sağ kolu mumyalanmış bir şekilde duruyor. İşin ilginç yanı Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler’de ve 17 ayrı kilisede Vaftizci Yahya’nın eli var. Hangisi ona ait acaba? Cetinje’deki Eski Parlamento binası şu an Karadağ Ulusal Müzesi olarak kullanılıyor.
ANAMURYUMNekropolün mozaikleri freskleri gözalıcı
Etrafını yıkık duvarlar çevreler antik şehrin. Sessizdir. Taşların arasından görünen Akdeniz mavisi, sahil “Türk Rivyerası” adını hak edercesine göz kırpar. Dünyada sadece bir kaç yer bu kadar çekicidir...
BEKÇİYİ BULAN MOZAİKLERİ GÖRÜR
Anamuryum’un geçmişi Bizans’tan öncesine uzanıyor. MÖ 4’üncü yüzyılda, bugünün Lübnan’ından gelen Fenikeliler tarafından kurulduğu düşünülüyor. Akdeniz’in tüm limanlarıyla ticaret yapan Fenikeliler şehri Romalılar’a terk edince önem kazanmış. Bugünkü kalıntıların çoğu Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrıldığı 395’ten çok sonra yapılmış. Yedinci yüzyılda Araplar Anamuryum’u ele geçirip halkını kovmuş. Nedendir bilinmez, onlar da dönmek istememiş. Yerleşimin yeniden başlaması 12’nci yüzyılı bulmuş.
Anamuryum’a yaklaşırken, bir zamanlar şehre su sağlayan iki taş kemerin kalıntılarını göreceksiniz. Kentin nekropolü, yani mezarlık bölümü diğer antik kalıntı alanlarından geniş. En süslü mezarlar iki bölümden oluşuyor: Dua ve mezar odası. Bazılarında mozaik zemin ve freksler yerinde. En güzelleri koruma amacıyla kilit altında. Eğer görevliyi bulmayı başarıp ücretini öderseniz kapı açılıyor, mozaikleri görüyorsunuz.
BAZI EVLERİN ÇATISI KORUNMUŞ
Nekropolün yanında üç Bizans kilisesinin kalıntıları var. Ancak antik kentten bugüne ulaşan ve asıl gezilmesi gereken yapı bir 3’üncü yüzyıl hamamı. Yapının bazı duvar resimleri ve mozaik zemini hâlâ duruyor. Anamuryum’da tiyatro, stadyum ve antik dükkanlarla evlerin kalıntılarına ulaşılmış. Kimilerinin çatısı bozulmadan gelmiş bugüne, bu sayede altın çağlarında neye benzediklerini hayal etmek kolaylaşıyor. Evlerin bazılarında mozaik “halılar” var ama günümüzde korunmaları için kumla kaplanmış.
CADDELERİ YAYA DOSTU, TARİHİ KONAKLARI GÜLLER GÜZELLEŞTİRİYOR
Bartın, 47 bin nüfuslu küçük bir yerleşim. Gezmek istediğiniz yerlere kolayca ulaşabilirsiniz. Şehir merkezinin büyük kısmı trafiğe kapalı, yayalara açık yürüme yollarından oluşuyor. Bu durum da herhangi bir trafik kazasına maruz kalmadan kentteki en ünlü eserlerden 20’nci yüzyıl başlarında yapılmış gösterişli Karakaşoğlu Hacı Arif Kaptan Şadırvanı’nın tadını çıkarmanıza yardımcı oluyor. Eğer bu tür eserlerden hoşlanıyorsanız ana cadde boyunca sık durup soluklanacaksınız demektir, çünkü yürüyüşünüz boyunca 19’uncu yüzyıl sonları ve 20’nci yüzyıl başlarında yapılmış birçok bina size eşlik edecek. Bunlardan biri harika bir taş binada bulunan belediye, bir diğeri de yeşilliğiyle sizi şaşırtacak eski bir han.
Sadece eski evlerini görmek için bile Bartın’a zaman ayırdığınıza ve mola verdiğinize değer. En güzellerinden biri Amasra’ya giderken yolda çıkacak karşınıza, etnografya müzesi olarak kullanılan bina ne yazık ki çoğu zaman kapalı. Evlerin sadece birkaçı Safranbolu tarzı yapılmış olan yarı ahşap konak, çoğu ise tamamen ahşap, diğer Karadeniz kentlerinde örneklerine sıkça rastlayacağınız türden. Kaçınılmaz son onların da başına gelmiş, terkedilmişler ve çürüyüp dökülmeye başlamışlar. Sadece birkaçında yaşam sürüyor. Yazın balkonlarına tırmanan güller sayesinde daha da bir güzel görünüyorlar. Merkezde bulunan evlerden bazıları ise Tarsus ve Eskişehir’dekiler gibi boyanıp canlandırılmış. Şu anda kendilerine verilecek yeni yaşam şeklini bekliyorlar.
GÖRMEDEN DÖNMEYİN Samancıoğlu’nun örnek Etnoğrafya Müzesi Hacı Arif Kaptan’ın avizeli şadırvanı
* Kemal Samancıoğlu Etnografya Müzesi: Eski belediye başkanlarından Kemal Samancıoğlu evini, koleksiyonunu bağışlayıp kente müze yapılması için halka çağrıda bulunmuş. Müze koleksiyonu bağışlarla genişlemiş, bugün 700’den fazla eser bulunuyor. Günlük yaşam mankenlerle canlandırılmış. Yörenin yaşam tarzı ve geleneklerine ilgi duyanlara önerilir.
VALLETTA
Şövalyelerin sığınağı
Akdeniz haritasında nokta gibi gördüğümüz Malta önemli stratejik konuma sahip, bu yüzden tarih boyunca ülkelerin, korsanların hedefi olmuş. Sicilya’nın 93 kilometre güneyindeki ülke üç bölümden oluşuyor: Malta, Gozo ve Comino Adaları. Avrupa Birliği’ne üye olan ama belli yerleri insana Kuzey Afrika’yı hatırlatan Malta özellikle baharda diğer Avrupa ülkelerine göre daha uygun fiyatlı. Malta dili Arapça ve İbranice gibi semitik kökenli ama Latin alfabesiyle yazılıyor. Arapça etkisi çok belirgin. Şehir girişlerindeki tabelalar “Merhaba” diye sizi selamlıyor. İngilizce ikinci resmi dil. Adanın tarihi Kanuni ile değişmiş. St. John Şövalyeleri Rodos’ta Osmanlılara yenilince, İspanyol Kralı 5. Charles adayı şövalyelere vermiş. Kira bedeli olarak da her yıl iki Malta Şahini istemiş! Osmanlılar şövalyelere Malta’da da huzur vermemiş, adayı kuşatmış ama alamamışlar. Etrafta bu “Büyük Kuşatma” ile ilgili bir çok ayrıntı görüyorsunuz, neredeyse tarihlerindeki en önemli olay. 1565’te Kanuni’nin 180 gemi ve 30 bin denizci ile yaptığı bu kuşatmada Osmanlılara karşı zafer kazanan komutanın adı başkent Valletta’ya verilmiş. Malta’nın tarihini anlatan ve Malta Experience dedikleri bir gösteride Osmanlılara önemli bir yer ayrılmış! Adada 1565 adını taşıyan bira bile var. 1814’te İngiltere’nin bir parçası haline gelen ada bağımsızlığına ancak 1964’te kavuşmuş.
St. John şövalyelerinin Türk korkusuyla hızlı inşa ettikleri Valletta’da 16’ncı yüzyıl mimarisi hâlâ egemen. Bir tepedeki başkentin eteklerinde Grand Harbour (Büyük Liman) ile Marsamxett limanları yer alıyor. İtalya’dan gelen feribotlar Büyük Liman’a yanaşıyor. 15 dakikalık tırmanışla şehre ulaşabiliyorsunuz. Şehirde görülecek çok güzel yapılar var. Şövalyeler geldikleri yer ve konuştukları dile göre yedi gruba ayrılmışlar. Auberge de Castile eskiden İspanyol ve Portekizli şövalyelere aitmiş, günümüzde Başbakanlık. Yakınındaki Yukarı Barrakka Bahçeleri ise İtalyan şövalyelerinmiş, bugün ise Büyük Liman manzaralı güzel bir park. Fransa’nın Provence bölgesinden gelen şövalyelerin binası olan Auberge de Provence Malta’nın Arkeoloji Müzesi. Tarihe meraklıysanız, MÖ 3600 ile 2500 arasında yapılan ve dünyanın en eski taş yapıları olan megalitik tapınakları Malta ile Gozo’da görebilirsiniz. Aziz Yahya’ya adanan St. John’s Katedrali ve Müzesi kent merkezinde. İçi barok mimariyle yapılan binada güzel bir dokuma koleksiyonu var. 1573’te yapılan katedralde Caravaggio’nun “Vaftizci Yahya’nın Başlangıcı“ isimli resmini görebilirsiniz. Rodos’ta olduğu gibi bu adada da bir Grand Master’s Palace (Üstad-ı Azam Sarayı) bulunuyor. Republic Caddesi’ndeki yapı bugün Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento. Binanın içinde “Büyük Kuşatma”yı gösteren bir fresk bulunuyor.
CEBELİTARIK
Akdeniz’in İngilizleri
Cebelitarık, Tarık Dağı demek. 711 yılında, Tarık bin Ziyad Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı bu boğazdan peşinde ordusu İber Yarımadası’na geçmiş. Sonra da dönmek yok deyip gemileri yakmış. Karşısına çıkan Rock of Gibraltar’a da adı verilmiş. Ülke çok önemli bir stratejik pozisyonda ve Akdeniz’in girişini kontrol ediyor, o yüzden tarih boyunca savaşların kurbanı olmuş. Bugün İngiltere’ye bağlı. Gemi hizmetleri, bankacılık ekonominin can damarı. Kişi başına düşen gelirse 40 bin dolar civarında.