İnsanoğlu her konuda olabildiğince subjektif olmaya meyilli. Söz konusu sanat olduğunda ise duygular iyice yükseliyor... Bir noktada subjektifliğin bile sınırları kayboluyor, tüm mümkünlerin kıyısında kalıyoruz. Hele bir de hayatınızı derinden etkileyen bir eser (ya da o eserin üreticisi) gündemde ise; hakkında konuşmak, yazmak, hatta düşünmek bile zorlaşıyor. Ve fakat buna engel olamıyorsunuz. Çünkü o içinizde yaşıyor. Metallica benim için bu durumu ifade ediyor. Bunu, grubun herhangi bir adımını yorumlarken hangi duygu koridorlarında ilerlediğimi belirtmek için yazıyorum. Az sonra okuyacağınız satırlar, sıradan bir “albüm değerlendirmesi”nden farklı gelecekse size, temel sebebi budur işte.
Grubun yeni albümü hakkında bir şeyler yazmadan önce; son 20 yılda neler yaşadıklarını özetlemenin, eser ve yaratıcısı hakkında sağlıklı bir bakış açısı oluşturmak adına hayati önemi olduğunu düşünmüştüm. Bir önceki yazımda o aşamayı geçtiğimize göre, gelelim yeni albüme...
Beklentim Neydi?
Metallica her daim hayatımın grubuydu ama yeni milenyumla birlikte haftalık (hatta günlük) ölçekte bile takip edebildiğim bir grup olmuştu. (Teşekkürler internet.) Dolayısıyla her projelerinden önceki öngörülerimin genellikle doğru çıkmasını üstün vizyonuma falan değil, yaptıkları her şeyi takip etmemi sağlayan takıntılı ruh hâlime bağlıyorum. Yeni albümle ilgili öngörülerim de beni şaşırtmamaya devam ediyordu. Henüz ortada albümle ilgili bir bilgi yokken, 2 CD olarak çıkaracaklarını yazmıştım mesela. Ve grup “Rick Rubin ile devam edebiliriz.” diyorken, yeni albümün prodüktörsüz çıkabileceğini söylüyordum 2014 civarlarında. (Greg Fidelman bu proje özelinde Metallica’ya prodüktörlükten ziyade ses mühendisliği yaptı.) Albümle ilgili bir diğer doğru tahminim ise, çıkış yılıyla ilgiliydi. 2015 sonunda, ertesi yıl için açıklanan konser sayısının azlığından ve özellikle de yaz dönemi için hiçbir festival performansı açıklanmamasından şüphelenmiş, peşi sıra grubun verdiği demeçlerden sinyali almıştım. Peki nerede yanıldım? Başından sonuna dek albümün kendisinde!
Herhangi bir içeriğe ortalama 20 saniye “şans tanınan” bir dönemde, akıntıya karşı yüzecek bir yazı ile karşınızdayım. Konu Metallica (ve genel olarak müzik) olunca Lars Ulrich ve ben konuşmaya, anlatmaya bayılıyoruz... O sebeple baştan anlaşalım, biraz vaktinizi alacağım.
2014 yılında Erdem Tatar ile birlikte yazdığımız “Metallica: Mahşerin Dört Atlısı” kitabında, bu grubun karakterimizin oluşmasında bile payı olduğundan bahsetmiştik. Kısaca özetlemem gerekirse; sıradan bir “en sevdiğim grup” vakası değil bu, yaşantımı belirleyen birkaç temel unsurdan biri. Aile, okul, çevre, arkadaşlar vs. gibi. Bayağı temel yapıtaşı. Bazıları için gönül verdikleri bir futbol takımıdır bu, bazıları için inandıkları din, bazıları için oy verdikleri siyasi parti, bazıları için âşık oldukları insan... Benim için de Metallica.
Aslında bu yazının yazılma sebebi, grubun 8 yıl aradan sonra çıkardığı yeni albüm hakkında düşüncelerimi aktarmaktı. Fakat albümün çıkışından sonra gündemde oluşan bilgi kirliliği, bende bir sorumluluk hissi uyandırdı. Belki de üzerime vazife değil, bilemiyorum, ama hazır el atmışken şöyle kapsamlı bir Metallica yakın tarih röntgeni çekeyim istedim. Bu konuda online bir Türkçe referans kaynağı olmadığını fark ettim.
“Ey yanlışın ve fanatizmin kör ettiği zayıf ve saçma faniler, tepesi tıraşlı rahiplerin batıl inancının sizi gömdüğü tehlikeli yanılsamalardan vazgeçin! Onların size bir tanrı sunmalarındaki müthiş çıkarı ve bu tür yalanların sizin mallarınız ve ruhlarınız üzerinde onlara sağladığı itibarı düşünün! Yüreğinizde bir ibadet ihtiyacı duyuyorsanız, tutkularınızın somut nesnelerine yönelin. Gerçek bir şey sizi en azından bu doğal saygı içinde tatmin edecektir.”
Bugün 2 Aralık. Yukarıdaki satırların sahibi Marquis de Sade’ın ölüm yıl dönümü. 1814 yılında, pek çok kaynağa göre tutuklu bulunduğu akıl hastanesindeki peder tarafından öldürüldü. Tanrı adına, ahlak adına, din adına savunmasız birini öldürmek 17. Yüzyıl’da da yaygındı. Peki Marquis de Sade sizce bir gün haklı çıkacak mı?
Sokrates'in hırçın torunu, Aristippos'un kulağı geçen boynuzu Sade; baştan aşağıya bir rock‘n’roll metaforu. Onun hikâyesi aykırılığın, başkaldırmanın, tabu devirmenin, otorite tanımazlığın ve isyanın dışavurumu. Peki bu kural tanımaz hayat, günümüze ne fısıldıyor? Simone de Beauvoir’un sorusunu 63 yıl sonra yeniden soralım; “Sade’ı yakmalı mıyız?”
Time dergisinin 18 Ocak 2016 tarihli sayısında kapak konusu Donald Trump’tı. Başlıkta ise “Trump Nasıl Kazandı?” yazıyordu. Seçime henüz 10 ay vardı. Spot cümlesi ışığı biraz daha kısıyordu: “Artık sadece biraz oya ihtiyacı var.” 8 Kasım’da Amerika Birleşik Devletleri 58. başkanını seçti. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Donald Trump, Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’dan toplamda daha az oy almasına rağmen, seçim sisteminin dinamiklerine göre ABD’nin yeni başkanı oldu. Bu sonucun birçok alanda sayısız yansıması olacak elbette.
Burada size teknik bilgiler vererek seçimin detaylarını anlatacak değilim, o benim işim değil. Ama “Amerika’dan bana ne?” algısıyla derdim var. Ekonomisi %70 oranında dış pazara ve özellikle de dolara bağlı bir ülkenin vatandaşları olarak aldığımız nefesin bile ilgili olduğu bir konu bu. Yaklaşık 15 trilyon dolarlık bir ekonominin (dünya ekonomisinin %30’u) başına geçecek insanın -istesek de istemesek de- attığımız her adımda etkisi var. Farkında olalım, ya da olmayalım.
Makarayı biraz geriye sardığımızda, 21. Yüzyıl Amerika’sının yeni milenyuma korku politikalarıyla girdiğini görüyoruz. Junior Bush’un başa geçmesinin arkasında yatan Arap sermayesi desteği (bkz: ticari hayatındaki iflaslarda bile kredi desteksiz ayakta kalması ve babasıyla birlikte atıldığı ticari hamlelerdeki dış sermaye ortakları) Amerikan başkanlık seçimlerinde değişmez bir kuralın altını çiziyordu: Kim daha çok para harcarsa, o kazanır. Üzerine bastıkları topraktan sınırsız para fışkıran “coğrafi şanslı” Arapların bu desteği elbette bazı vaatler karşılığında verdikleri, 2016 dünyasında bir sır değil artık. Yakın tarihte II. Dünya Savaşı, soğuk savaş dönemi ve Sovyetlerin dağılmasından sonra küresel anlamda en büyük kırılmayı 11 Eylül olayları yarattı. Arapların “Amerika’yı kullanıp” üzerine kondukları petrol rezervleri ve dağıtım kanallarına baktığımızda, 11 Eylül sonrasında Bush’un hedefini neden El Kaide’den Irak’a (Suudilerle düşman olan Saddam’a) çevirdiğini daha iyi anlıyoruz. Daha doğrusu bu kirli pazarlıkları tane tane anlatan kitaplar ve yayınlara artık daha kolay ulaşıyoruz.
Büyük resme bakarak başlayalım. 21. Yüzyıl’ın bugünden görebildiğimiz en büyük devrimi, insanların bilgiye ulaşma şekli ve hızıyla ilgili. Tarihin hiçbir döneminde bilgiye, habere, kaynağa bu kadar hızlı ve kolay ulaşmamıştık. Peki bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz? İnsanın en ilkel dürtülerinden “tüketme meyili”ni tetiklediği bir gerçek. Peki bilgiye ulaşma hızı ve kolaylığı, mevcut tüketim çılgınlığının ana sebebi mi? Ya da bu durumun tam olarak neresinde kalıyor? Sahi, bilgi çöplüğü içinde yaşıyor olmak salt olumlu veya olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir şey mi? Sanmıyorum. Her devrimin artıları ve eksileri vardır. Günümüzde yaşadığımız kafa karışıklığının sebebi ise, sanırım, bilgiye ulaşma devriminin hâlâ gerçekleşiyor olmasından kaynaklanıyor. Demek istediğim; işin artı veya eksilerini, fırtınanın gözünden baktığımız için sağlıklı bir açıyla göremiyoruz. “İnsan bu kadar kolay bilgiyle ne yapar?”ın cevabı, fırtınanın geride bıraktığı manzarayla ortaya çıkacak. Peki ama teknoloji anbean katlanarak gelişiyorken, tüketim çılgınlığı fırtınasının durması (ve hatta yavaşlaması) mümkün mü? İstiyorum ki bu soruları aklımızın bir köşesinde tutalım, ama burada, cevaplarını sosyologlara bırakıp asıl konumuza geçelim.
Dijital çağda bilginin içini her şekilde doldurabilirsiniz. Buna elbette sanat da dâhil ve bu yazıya özel olarak ele alacak olursak, müziğin de bu “inisiyatife” alan açtığını söyleyebiliriz. Bilgiye ulaşma hızı ve kolaylığının ana sebebi olan internet, insan hayatını ve dünyayı değiştirdi, değiştiriyor. Ve bu kavramın müzikte yarattığı en köklü değişim, dinleyicilerin müziğe ulaşma şekliyle ilgili. Şu bir gerçek: Tüm zamanlar dâhilinde, müziğin en çok dinlendiği dönemdeyiz. Çünkü müzik dinlemek hiç bu kadar zahmetsiz olmamıştı. İnsanlar artık müzik mağazalarına gitmeden, oturdukları yerden istedikleri sanatçılara, albümlere veya şarkılara anında ulaşabiliyorlar. İnanılmaz kolay, inanılmaz hızlı. Tam da bu noktada, önceki paragraftan buraya sızan şu soru önemli: Bilgiye kolay ulaşmanın kötü yanı nedir? Bilginin değerini öldürmek? Kesinlikle. Peki sanat eserine bu kadar kolay ulaşmak, o eserin değerine olumsuz etki eder mi? Kuvvetle muhtemel.
Gelelim müziğe kolay ulaşmanın ortaya çıkardığı köklü değişimlere. Mesela müzik mağazaları. Bugün “High Fidelity” gibi bir film çekilebilir mi? Sadece 30 yaş üzeri bir kitleyi hedefliyorsanız belki. Günümüzde müziği en çok “tüketen” yaş ortalaması (14-24) için “tarihi” bir figürden öteye gitmiyor müzik mağazaları. Record Store Day neden var sanıyorsunuz? 2008’den beri her yıl nisan ayının ikinci haftasında tüm dünyada kutlanan bu özel günün amaçlarından en önemlisi, müzik dükkânlarının yaşamasını desteklemek. Evet, tıpkı nesli tükenmekte olan hayvanları korumaya alan doğa dernekleri gibi, müzik dükkânlarını korumak için de dernekler açılabilir yakında.
Timsah uyanıyor; “Abi burası İstanbul’un bayağı dışındaymış ya, bitmedi mi yol?” Herkes birbirine bakıyor, kahkahalar yükseliyor... Daha önce pek çok kez katıldığım Zeytinli Rock Festivali’nin en iyi senesine, en Woodstock ruhlu senesine, Woodstock ruhunu en çok taşıyan yerli grup Flört ile gidiyorum... Deniz, kum, güneş, rock ve tatil... Şu sıralar daha iyi bir kombinasyon düşünemiyorum...
Türkiye’de kamplı müzik festivallerinin tarihi çok eskilere dayanmıyor. Batılı anlamdaki ilk örneği için H2000’i referans alabiliriz. Festival kavramı içinde hemen hemen tüm müzik türleri yer alsa da kamplı festivaller rock müzik çatısı altında ilerlemiştir genelde. Türkiye’de de böyle oldu. ‘90’ların stadyum konserleri furyasından sonra 2000’lerde pek çok firmanın “yabancı grup / sanatçı” içeren organizasyon işine girmesiyle pazar hareketlendi ve 2013’e kadar da ülke tarihinin bu anlamda en verimli dönemi yaşandı. Rock’n Coke’lar, Rockİstanbul’lar, Rock the Nations’lar, Barışarock’lar, One Love’lar, Sonisphere’ler, Unirock’lar ve irili ufaklı konsept festivaller derken Türkiye, özellikle de rock müziğin dünyaca ünlü pek çok efsanesini ağırlama şansına erişti. Tüm bu festivaller arasında bir tanesi sadece yerli grup kadrosu, mütevazı duruşu ve “rock tatili” konseptiyle git gide büyüdü: Zeytinli Rock Festivali. İlk olarak 2005 yılında Edremit Belediyesi desteği ve Poem Organizasyon iş birliğiyle “bedava” olarak düzenlenen festival, 2008 yılına gelindiğinde ülkenin en dikkat çekici festivalleri arasına girmeyi başarmış, İsveçli metal grubu Tiamat’ı ağırlayarak yabancı grup içeriğine de yer açmıştı. Organizasyon ve belediye arasındaki anlaşmazlık sebebiyle 2009 yılında Foça’ya taşınan festival iki sene Rock Tatili adıyla gerçekleşse de devamı gelememiş, Zeytinli ise farklı bir organizasyon firmasının 2010’daki başarısız denemesinden sonra festival defterini kapatmıştı.
2014 yılında küllerinden yeniden doğdu Zeytinli Rock Festivali. Bir dönem Kral TV’de “Konuşarock” adlı programıyla dikkat çeken rock müzisyeni Umut Kuzey’in koordinatörlüğünde tekrar düzenlenmeye başlayan festival, 3 sene içinde giderek büyüdü ve bu sene yerli gruplu festivaller arasında gelmiş geçmiş en iyi kadroyu kurarak adeta gövde gösterisi yaptı. 24-28 Ağustos tarihleri arasında 5 gün süren festivale rekor katılım sağlandı, onlarca grup performans sergiledi, sadece festival içi stant sahipleri değil, bölge esnafı da ihya oldu.
Bardağın dolu tarafına bakacak enerjisi kalanlara sesleniyorum: Düşünmek hâlâ yasak değil. O halde hepimiz kendimize birer çıkış yolu bulmalıyız. Benim genele bir önerim var... Bizi bilim ve sanat kurtaracak. Bu kadar dogmanın, bu kadar cehaletin ve bu kadar vicdansızlığın içinde nefes almak istiyorsak eğer, çemberimizi önce korumamız, sonra da genişletmemiz lazım. Bu çember bizim hayatımız. Okuduklarımız, yazdıklarımız var içinde. İzlediklerimiz, dinlediklerimiz, yarattıklarımız... Sevdiğimiz ne varsa içinde. Bu çember bizim tüm hayatımız.
Ülke gündeminin bulanıklığı ve yoğunluğu bizi karamsarlığa ve pasifliğe itiyor olabilir ama barış, hoşgörü ve özgürlük için mücadele etmezsek pişmanlık içinde öleceğiz. Bunu istiyor olamayız.
Son gelişmeler ışığında ülkenin bilime ne kadar ihtiyaç duyduğu ortada. “Başımıza ne geldiyse cehaletten geldi.” demek bir abartıdan öte gerçekliği işaret ediyor artık. İtaatin, diktanın ve “dava”nın ilkellik dışında bir “getirisi” olmadı bugüne kadar. Sorgulanmayan hayat, harcanmış hayat oluyor ve o harcanmış hayat, etrafına tehlike saçıyor. Tarih bunu bize öğretti. “Okumuşların şerri” vurgusuyla cehaletin övüldüğü gündemde, bu karanlığı yenmenin yolu bilimi yüceltmek. Dogmaya karşı bilimi desteklemek artık bir uygarlık, bir insanlık görevi. Bu sorumluluktan üzerimize düşeni almazsak, tarihe karşı yenik düşeceğiz.
2016 yılındayız. “Geleceğe Dönüş”teki “o” tarihi bile geçtik. Ülkede iyi giden neredeyse hiçbir şey yok... Yine de geleceğe dair umutlarımı korumaya çalışıyorum bir şekilde... Bunu yaparken de en büyük sığınağım hâlâ müzik. Evet, bir açıdan hiçbir şey değişmedi hayatında: Hâlâ en çok müziği seviyorum, hâlâ en çok müzik dinlerken “yaşıyor” hissediyorum. Tam da senin yaşındayken başlamıştı bu his. Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun...
Şimdi sana inanamayacağın bir şey söyleyeceğim: Bir gün Dave Mustaine ile baş başa oturup bira içerek evlilik ve çocuklar hakkında konuşacaksın. Dahası, o ve grubu Megadeth ile 3 gün birlikte takılacaksın. Farkındayım, o yaşta bunu anlaman zor ama o günlerin hemen ardındayım şu an. Yaşadıklarımı en çok sana anlatmak istedim çünkü bunu en çok sen merak edersin diye düşündüm.
Hikâye 2005 yılında başladı. Yani 4 sene sonra atılacaksın “bu işlere”. Müziği sadece dinlemekle yetinmeyeceğin belliydi. Ama hayır, müzisyen olmayacaksın. Boşuna gitar alıp stüdyoya girme hayalleri kurma. Ne okuyorsan, ne dinliyorsan devam et. Bir şeyler yazmaya karşı hevesin seni tam da olmak istediğin yere götürecek. Ve o yer sana başka bir kapı daha açacak, kendini dev festivallerin sahne arkasında bulacaksın.