Paylaş
İnsanoğlu her konuda olabildiğince subjektif olmaya meyilli. Söz konusu sanat olduğunda ise duygular iyice yükseliyor... Bir noktada subjektifliğin bile sınırları kayboluyor, tüm mümkünlerin kıyısında kalıyoruz. Hele bir de hayatınızı derinden etkileyen bir eser (ya da o eserin üreticisi) gündemde ise; hakkında konuşmak, yazmak, hatta düşünmek bile zorlaşıyor. Ve fakat buna engel olamıyorsunuz. Çünkü o içinizde yaşıyor. Metallica benim için bu durumu ifade ediyor. Bunu, grubun herhangi bir adımını yorumlarken hangi duygu koridorlarında ilerlediğimi belirtmek için yazıyorum. Az sonra okuyacağınız satırlar, sıradan bir “albüm değerlendirmesi”nden farklı gelecekse size, temel sebebi budur işte.
Grubun yeni albümü hakkında bir şeyler yazmadan önce; son 20 yılda neler yaşadıklarını özetlemenin, eser ve yaratıcısı hakkında sağlıklı bir bakış açısı oluşturmak adına hayati önemi olduğunu düşünmüştüm. Bir önceki yazımda o aşamayı geçtiğimize göre, gelelim yeni albüme...
Beklentim Neydi?
Metallica her daim hayatımın grubuydu ama yeni milenyumla birlikte haftalık (hatta günlük) ölçekte bile takip edebildiğim bir grup olmuştu. (Teşekkürler internet.) Dolayısıyla her projelerinden önceki öngörülerimin genellikle doğru çıkmasını üstün vizyonuma falan değil, yaptıkları her şeyi takip etmemi sağlayan takıntılı ruh hâlime bağlıyorum. Yeni albümle ilgili öngörülerim de beni şaşırtmamaya devam ediyordu. Henüz ortada albümle ilgili bir bilgi yokken, 2 CD olarak çıkaracaklarını yazmıştım mesela. Ve grup “Rick Rubin ile devam edebiliriz.” diyorken, yeni albümün prodüktörsüz çıkabileceğini söylüyordum 2014 civarlarında. (Greg Fidelman bu proje özelinde Metallica’ya prodüktörlükten ziyade ses mühendisliği yaptı.) Albümle ilgili bir diğer doğru tahminim ise, çıkış yılıyla ilgiliydi. 2015 sonunda, ertesi yıl için açıklanan konser sayısının azlığından ve özellikle de yaz dönemi için hiçbir festival performansı açıklanmamasından şüphelenmiş, peşi sıra grubun verdiği demeçlerden sinyali almıştım. Peki nerede yanıldım? Başından sonuna dek albümün kendisinde!
James Hetfield ve Lars Ulrich, “St. Anger” ile her şeye sıfırdan başladıklarını vurguladıklarında, o albümü bir anlamda (içerdiği öfke bakımından) yeni “Kill’em All” olarak nitelendirmişlerdi. Bu bakış açısını cepte tutup, üzerine de “Death Magnetic”in “Master of Puppets” ilhamıyla ortaya çıkışını koyarsak, 2000’li yılların Metallica için ‘80’lerin replika’sı olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu yol bizi nereye götürüyor? Bir sonraki adımda -grup elemanlarının yaşlarını da hesaba katarak- “Black Album” veya “Load” sound’una yakın, daha basit, belki daha sakin bir albüm geleceği fikrine. İşte yanıldığım nokta bu oldu. Rick Rubin’in gruba aşıladığı “geçmişinizle barışın” fikrinin, ilham dünyalarında hâlâ geçerli olabileceği ihtimali aklımdaydı ve fakat bu saatten sonra “...And Justice for All” taraklarında bezleri olmaz diye düşünüyordum. Yani tüm sinyaller “Black Album” / “Load” arası bir sound’a işaret ediyordu. Hatta ‘Lords of Summer’ın “Death Magnetic” artığı kimyasını bile pek önemsememiş, yeni albüm fikrine kapıldıkları anda grup elemanlarının içlerinden farklı bir şeyler çıkacağını düşünmüştüm.
Bu bağlamda, albümden gelen ilk şarkı ‘Hardwired’ büyük şok oldu. İkinci şok ise şarkı uzunluklarıydı. Yine 6 dakikalar, 7 dakikalar bizi bekliyordu... Galiba bu sefer tahminim tutmayacaktı. Ve galiba “Death Magnetic”in devamı ufuktaydı... Ardından ‘Moth Into Flame’ ve ‘Atlas, Rise!’ ile albümün baştan sona thrash metal çizgisinde olabileceği ihtimali yüzüme bir tokat gibi çarptı. Ve fakat bir yandan da Lars, “Death Magnetic”teki kompleks yapının aksine bu sefer besteleri sadeleştirdiklerini anlatıyordu. Öyleyse bu şarkı süreleri de neyin nesiydi? Hem sade beste yapısı hem 7 dakika nasıl bir arada olabiliyordu? Her ikisi de doğruysa, “St. Anger”ın “muhtemelen daha iyi kaydedilmiş” bir versiyonu mu bizi bekliyordu? Tüm beklentilerimi çöpe atmanın, kendimi yeni bir gerçeğe hazırlamanın vakti gelmişti...
Ne Umdum, Ne Buldum
3-5 dakikalık kısa şarkılardan oluşan, sound olarak thrash metal çizgisinden uzak, belki biraz hard rock ve stoner rock esintili bir albüm beklerken, başından sonuna dek thrash metal / NWOBHM / heavy metal sound’lu, uzun şarkılardan oluşan bir albümle karşılaşınca, ne yalan söyleyeyim, durumu kabul etmem biraz zaman aldı. Ve itiraf ediyorum, ilk birkaç gün albüm bende bir heyecan yaratmadı. İlk dinleyişte vuran ‘Halo on Fire’ ve ‘Spit Out the Bone’ dışında, beni bu albüme bağlayabilecek bir şarkı arıyor ve fakat bulamıyordum.
Albüm ancak ilk hafta sonunda bende bir yer edinmeye başlamıştı. Akıcılığı zorlayan beste trafiklerine, kafa karıştıran rif dizilimlerine, yer yer şarkıdan kopan vokal melodilerine ve Lars’ın sık kullandığı trampete bağışıklık kazanmaya başlamıştım. Fakat yine de, özellikle ikinci CD’deki tempo ile sorunum devam ediyordu. ‘Confussion’ ile başlayıp ‘Murder One’ın son notasıyla tamamlanan yarım saatlik bölüme bir türlü vakıf olamıyor, o bölümden herhangi bir sinyal alamıyordum.
Bunun düpedüz bir “metal” albümü olduğu gerçeğini kabul ettikten sonra ‘Moth Into Flame’ üçüncü favorim olmuştu olmasına ama, yine de ‘Atlas, Rise!’ın Iron Maiden esintilerinden ziyade ‘Now That We’re Dead’in “Load” öykünmeleriyle ilgileniyordum.
Albümle mücadelem (bir bakıma karşılıklı diyalog çabam) devam ederken, bir yandan da grubun içine daldığı olağanüstü promosyon seferberliğini takip ediyor ve öznesi oldukları tüm röportajları okuyor, videoları izliyor, podcast’leri dinliyordum. Grup elemanlarının yapım sürecine dair verdikleri bilgiler ışığında, albüme karşı konumum da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Nihai Yorumum
“Hardwired... to Self-Destruct”, sert müzik tarihinde aşılması pek mümkün görünmeyen birçok çıtayı belirlemiş ve buna rağmen mental anlamda metal dünyası kalıplarından, standartlarından ve reflekslerinden her daim uzakta olmayı kimlik edinmiş bir grubun yeni albümü olarak şaşırtıcı derece vasat bir ürün. Bu grubun tarihinde sık sık karşımıza çıkan, grubun adeta DNA’sına işlemiş “ilericilik”ten herhangi bir iz taşımayan (bu bakımdan makul gerekçeleri olan “St. Anger” ve “Death Magnetic”le kıyaslanmaması gereken) bir eser aynı zamanda. Rick Rubin’in ne denli etkili bir “müzik gurusu” olduğunun da sayısız kanıtından biri ayrıca. Zira onun 8 yıl önce gruba aşıladığı “geçmişle barışma” iksiri, kendisi bu sefer grubun yanında olmasa bile etkisini koruyor hâlâ. Hatta James ve Lars’ın hızlarını alamayarak ta ergenlik çağlarındaki ilham kaynaklarına kadar gidip, besteleri oradaki “heyecan”ın üzerine kurmaları da, yine kendi demeçlerinde ortaya çıkan bir gerçek olarak duruyor karşımızda.
Evet, sound beklentim “Black Album” ve “Load” arası bir dengeydi ama bu öngörüm tutmuş olsaydı bile (her ne kadar bu iki albüme göz kırpan şarkılar olsa da) grubun önüne bakmak yerine dikiz aynasına dalıp gitmesi beni yine rahatsız edecekti. Yani problemli beste trafiklerinin yanı sıra, albümle ilgili en büyük derdim; bu şarkıların fazlasıyla geçmişe yönelik bir motivasyonla ortaya çıkması ve geleceği geçtim, bugüne dair bile dinleyiciye bir şey sunmaması. Bir sanat eserinin geçmişten ilham alması elbette kötü bir şey değil, ama söz konusu Metallica olunca, tatmin olmamı sağlayacak özellik de bu değil. Hatta bence bu, grubun tarihine bir ihanet. Metallica bugüne dek bir tek DNA’sına başkaldırmamıştı, onu da bu albümle yaptı. Bu grup, her şeye sıfırdan başladığı “St. Anger”da bile güne dair “yeni” bir şey sunabilmişti, beğenilip beğenilmemesinden bağımsız olarak. “Death Magnetic”teki geçmişe öykünme ise, grubun tarihinde “ilk” olması açısından güne dair “özgün” bir değer sunabiliyordu. “Hardwired... to Self-Destruct” bu açıdan hayal kırıklığı. Evet, sound çok güçlü (Hatta duyum açısından grubun en iyi albümü.) ama besteler sizinle konuşmuyor, kendi dertleriyle meşgulken sizin onlarla ilgilenmenizi bekliyorlar. Lars Ulrich ve James Hetfield’ın son 2 yılda bir araya getirdiği riflerden ortaya çıkmış, sonik bir “derdi” olmayan, bu anlamda (grubun da kabul ettiği üzere) çok düşünülmemiş bir albüm bu. “İçinden geleni kasmadan yapmak” ile, “belli bir yaştan sonra yaratıcı süreç dinamikleriyle uğraşacak yeterli motivasyonu bulamamak” arasında bir fark vardır. Bu albüm ikinci şıkkın ürünü işte.
Evet, “Death Magnetic” özgündü. Ve fakat o albüm sonrasında Metallica’nın hâlâ geçmişe takılı kalmasını, grubun DNA’sına yakıştıramıyor ve bu tavrı biraz “rolanti” buluyorum. Bundan 12-13 yıl önce, birbirleriyle iyi geçinmenin hayati önemini fark etmiş ve grupla ilgili her şeyin temeline bu farkındalığı koymuş iki büyük egonun (Lars & James), yaratıcı süreçte “kavgayla” ortaya çıkacak kaliteden ziyade, “uzlaşıyla” ortaya çıkacak vasata razı olmasını anlıyor ama yine de bu durumun sonucuna üzülüyorum. Öte yandan, bu saatten sonra grubun “hareket edebilmesi”, kanıtlayacak bir şeyi kalmamış bu adamların birbirleriyle olan ilişkisine bağlı, ortaya çıkacak ürünün çığır açıp açmamasına değil. Dolayısıyla gelecek bana, Metallica hakkındaki beklentilerimi kısmam gerektiğini fısıldıyor. Bunu kabul etmekte zorlanıyorum.
Yaratım sürecini göz önüne aldığımızda, “St. Anger”dan büyük şeyler beklemek haksızlık olurdu. Peki ama şimdi? “Death Magnetic” sonrasında tarihinin en görkemli dönemini yaşayan Metallica’dan, üstelik de 8 yıl sonra “büyük” bir albüm beklemek hakkımızdı. İklim ve saha koşulları, “tarih yazmak için” belki de ilk defa bu kadar uygundu...
Metallica’nın ‘80’lerde yaptığı çoğu şey “ilk” veya “özel”di. Bu da grubun en güçlü silahlarından biriydi. ‘90’larda bu durum, yerini “ters köşeye” bıraktı. Bu da yepyeni dünyaların kapılarını gruba (ve bize) açtı. Günümüzde Metallica, beste dinamiklerinde “ilk olma”, “exclusive olma” gibi özelliklerinin üzerini karalamış durumda. Bu tavrını farklı alanlara (promosyon süreci, sahne prodüksiyonu vs.) yansıtıyor artık. Bu saatten sonra stüdyodaki Metallica’dan beklentimiz, dikiz aynası ne gösteriyorsa ona bağlı. Bu duruma alışmak biraz zaman alacak. “Hardwired... to Self-Destruct” bu manzaranın kalıcı olabileceğini hissettiren ilk iş olması bakımından cesur ve fakat bir süre, en azından benim için, cesaretinin kurbanı olacak.
(Sadece albümle ilgili “genel” görüşlerimi merak edenler için yazı burada sonlanabilir. Bundan sonraki kısımda, birtakım detaylardan bahsedecek ve şarkılarla tek tek ilgileneceğim. Sonuç itibariyle aşağıdaki satırlarda, şu ana kadar yazdıklarıma zıt bir şey bulamayacaksınız. Okumaya devam edip etmeme kararını buna göre verebilirsiniz.)
Detaya İnersek
Genellikle moda çekimleri yapan Dimitri Scheblanov-Jesper Carlsen (Herring & Herring) ikilisinin imzasını taşıyan kapak görseli ve beyaz zemin üzerine “dijital çağ” vurgusu yapan Metallica logosu ile (Ki logoyu bu tarz “elektrik efektiyle bozma” olayını çok grup yaptı. Mesela “A Thousand Suns” döneminde Linkin Park.) görsel olarak da orijinallik taşımayan albüm, genel olarak Türkiye’de ve dünyada beğenildi. Bunun sebebi, gruba ta “Black Album”de sırt çevirmiş köktenci metal’cileri ilgilendirecek bir sound ihtiva etmesi. Bu kitle, hatırı sayılır büyüklükte bir kitle ve Metallica’dan “oldschool” bir albüm gelmesine olumlu reaksiyon vermeleri (beste kaliteleriyle ilgilenmeden), gündemi bir süre ele geçirdi. Bana kalırsa bu şarkıların tamamını sevenler, Metallica’nın ilk 6 albümüyle nasıl bir fark yarattığını çözememiş olan insanlar. Metallica'yı Metallica yapan şey, grubun “herhangi bir metal grubu” tavrının ötesinde olmasıydı. Sound olarak, vizyon olarak, tavır olarak. “Hardwired... to Self-Destruct”, birkaç şarkı dışında, herhangi bir orta seviye metal grubunun ulaşabileceği kaliteyi içeriyor. Metallica’nın farkı, normalde metal dinlemeyen insanlara bile kendini sevdirebilmesiydi, “Hardwired... to Self-Destruct” müzik birikimi (ve dahası zevki) kısıtlı olan muhafazakâr çoğunluğa hitap ediyor.
Bu grup en başından beri “metal'den daha büyük” olmak istedi, neredeyse tüm adımlarını da ona göre attı. ‘Fade to Black’ten tutun “Black Album” sound’una, “Load & Reload” şokundan tutun Nick Cave & Bob Seger cover’larına, Lou Reed ile albüm yapmalarından tutun Wacken, Hellfest, Graspop gibi metal festivallerinde çalmamalarına kadar kadar tüm bu detaylarda bu tavrın rolü vardı. Bu albüm o tavrı çöpe atıyor. “Adı Metallica olan bir gruptan metal albümü beklenir zaten?” diyebilirsiniz, ama o zaman Metallica’yı diğer metal gruplarının yanına çekersiniz. NME dergisinden alıntılarsak; “Metallica, metal türünün kendisinden bile büyük bir grup.” Dolayısıyla, her albümlerinde bir “iddia” barındırması, grubun kimliğinin bir parçası. “Hardwired... to Self-Destruct” o kimliği yok sayıyor. Ve tam da bu açıdan, “St. Anger”dan bile geri kalıyor.
Bahsettiğim o eski vizyonlarına bağlı olarak Lars Ulrich, grubun ismiyle ilgili yıllar boyunca içsel sıkıntılar yaşadığını, kreatif anlamda “kısıtlanmış” hissettiğini açıklamıştı. Benim de bire bir hak verdiğim bir duygu bu. “Daha ne kadar büyüyeceklerdi ki?” diyebilirsiniz. Cevap olarak AC/DC, U2, Coldplay, Stones ve Springsteen ligini gösterebilirim. Metallica bu albümle, o ligde var olabilme savaşından vazgeçti. Zaten Lars da son yıllarda grubun ismiyle ilgili eskisi gibi olumsuz düşünmediğini, artık bu detayı boşverdiğini söyledi. “Hardwired... to Self-Destruct” işte bu “boşvermişlik” düsturunun eseri. Ve şu da unutulmasın ki; rock ve metal’in yeniden gerilemeye başladığı 2010’larda Metallica’nın yeni albümü 57 ülkede 1 numara olabiliyor, grup dünyanın en çok izlenen talk show’larına “hâlâ” çıkabiliyorsa, bunu “Hardwired... to Self-Destruct”ı ortaya çıkaran “boşvermiş” tavra değil, grubun etki sınırlarını genişletmeyi hedeflemiş “Black Album” ve az önce bahsettiğim “metal'den daha büyük” olma vizyonuna borçlu.
Prodüktörsüzlük Meselesi
Grubun efsane albümleri “Ride the Lightning” ve “Master of Puppets”tan bahsedilirken, prodüktör Flemming Rasmussen’e büyük pay biçilir genelde. Fakat aslına bakarsanız -Rasmussen’in de kabul ettiği üzere- o iki albümde (ve sonrasındaki “...And Justice for All”da) ağırlıklı olarak ses mühendisliği yapmıştır Danimarkalı müzik adamı. “Zaten öyle iyi demolarla bana geliyorlardı ki, direkt onları bile bassanız herkes beğenirdi. Ben sadece sound’larının kulağa daha iyi gelmesini sağlamaya çalışıyordum.” diyen Rasmussen, “Ride the Lightning” ve “Master of Puppets”ta kendi evinde olmanın avantajıyla, birkaç kritik dokunuşla bestelere müdahele etmişti fakat deplasmana, grubun yanına geldiği “...And Justice for All”da James ve Lars’ın söylediklerinin dışına çıkamamıştı. Sonuç? Grubun kendisine bile 6 ay sonra “garip” gelmeye başlayan bir sound, basgitarın hiç duyulmaması, prodüktör edit’i yemeyen bestelerin uzadıkça uzaması. (Seviyor muyuz? Hastasıyız. Ama sound ve beste trafikleri olarak yok sayılamaz sorunları.) “İyi Metallica”yı “kusursuz Metallica” yapan, Bob Rock oldu. Daha doğrusu Bob-James-Lars üçlüsü arasındaki ego savaşı, mükemmeliyeti doğurdu. Tam 25 yıl sonra, ufka bakarken tıkanmış hisseden grubun kilidini açan ise Rick Rubin oldu. Bakmaları gereken yerin ufuk değil, tam tersine dikiz aynası olduğunu gruba o aşıladı. Bu, o dönem için geçerli bir anahtardı. Bugünün problemi ise, 8 yıl sonra James ve Lars ikilisinin hâlâ bu anahtarı kullanıyor olması. Bu anahtarın, yeni bir albüm için hâlâ tek başına yeterli olacağını düşünmeleri, “Hardwired... to Self-Destruct” ile ilgili problemlerin temelini oluşturan en acıklı bakış açısı.
Profesyonel hayatının önemli bir kısmını (ve tabii ki “Death Magnetic” sürecini) Rick Rubin’in asistanı olarak geçiren Greg Fidelman, “Death Magnetic” sonrası birçok projede Metallica’nın “ses masası adamı” olmuştu. “Lulu”da, “Through the Never”da, ‘Lords of Summer’da, Dio ve Deep Purple cover’larında grup hep onu çağırdı. Kirk’ün, içinde yeni rif fikirlerinin de kayıtlı olduğu telefonunu kaybetmesini öne sürerek kendi isteğiyle katılmadığı beste sürecinde, zaten James’in elinde fazlasıyla rif vardı. Lars’la bu rifleri eleyip 15-16 şarkı çıkacak kadar iyi rife ulaştıkları anda, albümün yaratım sürcinin tamamına hâkim olan “üzerinde fazla düşünmeme” refleksi devreye girdi ve gerçek bir prodüktör ile beste yapma dinamiklerini “tartışacaklarına”, ne isterlerse onu yapan Greg ile devam etmek işlerine geldi. Yani kartonette ne yazarsa yazsın, albüm işte bu yüzden prodüktörsüz kaydedildi.
Ve bu prodüktörsüzlük, birtakım sorunları da beraberinde getirdi. Her şeyden önce, beste trafikleri tamamen Lars ve James’in keyfine kalınca, ikilinin içinde bulunduğu “uzlaşma” hissiyatı (ve aşırı özgüvenleri), birçok şarkının potansiyeline ulaşamadan ham kalmasını sağlamış. Albümde en az 4 şarkı, daha iyi işlenerek harika sonuç verecek kumaşa sahip ama grubun “rifleri arka arkaya dizme” işlemini beste yapmak sanması (“St. Anger”dan beri süregelen bir problem), bu şarkıları asıl değerinden mahrum bırakmış. Tam da bu noktada, Kirk Hammett’ın albüme katkısı olsa ne değişirdi diye düşünebiliriz. Ama zaten 700-800 rifi elemeye çalışarak bir buçuk yıl harcayan grup için bu, belki de ekstra bir çıkmaz olurmuş.
Prodüktörsüzlüğün bir başka cefası da, bestelerin objektif şekilde makas yememesi. Son iki albümde olduğu gibi, bu albümde de gereksiz taramalar kulağa çarpıyor. Hadi “Death Magnetic”te Rick Rubin, duyduğu her yeni beste için “Bunu biraz daha bozun, şunu iyice ters yüz edin.” diyordu da, uzun şarkıların “makul” bir sebebi oluyordu. Bu albümde o da yok. Ve bu konuda “suçlarını” kabul ediyorlar. Hem James hem de Lars, besteleri kısaltmaya çalışsalar da genellikle başaramadıklarını itiraf ediyorlar. Tabii bu uzun beste işi aslen “Master of Puppets”tan beri devam ediyor. Arada “Black Album”de biraz çeki düzen verdiler (Teşekkürler Bob Rock.) ama temelde 6 dakikadan kısa şarkı yazmayı zaten pek beceremiyorlar. Üstelik Lars, uzun şarkı yazmanın kısa şarkı yazmaktan daha kolay olduğunu da kabul ediyor. “Hardwired... to Self-Destruct”, işte bu “kolaya kaçma” refleksi yüzünden de kaybediyor.
Şarkı Şarkı Analiz
Albümün toplam süresi 77 dakika olmasına rağmen ve hâlihazırda bir CD 80 dakika kayıt alabiliyorken, kendi açıklamalarına göre sound takıntıları sebebiyle (ama bence 8 yıl aradan sonra gelen yeni işin daha “hacimli” görünmesini istediklerinden) albümü 2 CD’ye bölen grup, 12 şarkının tamamına klip çekti ve bu kliplerin hepsini (albüm öncesi yayınlananlar dışında) aynı gün ikişer saat arayla yayınlayarak “piyasa normlarına” rest çekti. Ben de yazının bu son kısmında şarkılara tek tek bakacak, otopsiyi iyice derinleştireceğim. Müjde, yazının finish çizgisi ufukta belirdi...
Hardwired
Lars, mayıs ayında kayıtları bitirdiklerinde içine sinmeyen bir şey olduğunu ve albümün kısa, vurucu bir açılış şarkısına ihtiyaç duyduğunu hissediyor. Birkaç hafta sonra James’i tekrar stüdyoya çağırıyor ve bir hafta içinde bu şarkıyı yazıyorlar. Şarkının ilk hâli 2 dakikalık, “Misfits kafası” bir şey. Ama tabii bir şekilde yine uzatıyorlar. Her halükârda 3 dakikada tutabilmiş olmaları başarı. İlk dinlediğim anda vasat bir Death Angel şarkısını andıran ‘Hardwired’, albümün bütünlüğü içinde (o zorlayıcı trafikler arasında) değer kazandı gözümde. “Death Magnetic” turnesinden itibaren kurşunlu kemer, patch’li yelek gibi “oldschool metal’ci” üniformasına geri dönen James Hetfield’in, ‘80’lerde sık sık başvurduğu kötümser üslubun, günümüzdeki karşılığını içeriyor şarkı. Normalde ‘Am I Savage?’daki “miras” konseptinden hareketle (ve kelimenin tüm şarkıların sound’una uyması sebebiyle) albüme “Inheritance” (“Miras”) adını koymayı düşünen James, bir sohbet sırasında arkadaşından duyduğu “hardwired to self-destruct” kalıbını çok beğenip, yazdıkları son şarkının sözlerini bu kalıbın üzerine kuruyor. Sonrasında da, insanoğlunun günümüzdeki “çöküş” tablosunu irdeleyen bu sözlerin, albümün genel temasını çok iyi özetlediğini düşünüp albümün adına karar veriyor. Teknik açıdan metal’in A ligindeki en kötü davulculardan biri olan Lars, albümde -kusursuza ulaşana kadar baştan çalma imkânı sayesinde- sırıtmıyor. Ve özellikle de bu şarkıyı adeta sırtlıyor.
Atlas, Rise!
Metallica’nın mitolojiden bu kadar açık ilham aldığı ilk şarkı. Kısaca özetlemek gerekirse; Atlas, Yunan mitolojisinde Iapetos ile Klymene'nin 13 çocuğundan en güçlü olanı. Olympos’a saldırdığı için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalandırılıyor. (Hatta bu mitolojik dayanakla, kafatasını taşıyan ilk omura da tıpta “Atlas” adı verilmiştir.) Yer yer klasik heavy metal, yer yer thrash metal sound’lu ‘Atlas, Rise!’, iyi rifleri peş peşe dizmenin iyi beste yapmaya yetmeyeceğinin bir kanıtı. Albümde rif dizilimi ve trafiği sorunlu olan ilk şarkı. Bazı rifleri çok iyi, hele o sondaki Iron Maiden / Thin Lizzy öykünmeli çift gitar coşkusu şahane, ama işte bu unsurlar bir araya “doğru” şekilde getirilmeyince, kulak tırlamayan bir sonuç ortaya çıkıyor. Elbette beste yapmanın bir “kuralı” yok, ama bu işin akıcılık sağlayan bazı matematik hamlelerine ihtiyaç duyduğu da bir sır değil. James’in bu şarkı özelinde köprü ve nakaratlardaki vokal ilerleyişi, neredeyse “St. Anger” vasatlığında. Gelelim sözlere... James, 35 yıldır zaman zaman “dünyanın yükünü omuzlarda taşıma” konseptine değiniyor. Bu şarkıda ise ters açıdan bakıyor ve “Belki de buna gerek yoktur?” noktasına ulaşıyor. Bu albümün ‘Cyanide’ı bu şarkı.
Now That We're Dead
Lars’ın altyapıyı sinsice ele geçiren davul yürüyüşü ile adrenalin yükselten şarkı, albümün “Load”a göz kırpan ilk işi. Ve “Reload” sonrasında bunu yapan ilk şarkı olması sebebiyle de bir hayli özel. (Özellikle de benim gibi “Load” fanatikleri için.) Kirk’ün solosunun ikinci yarısı sizi alıp 1996’ya götürüyor, “Load”un orta yerine bırakıyor. Nispeten sakin trafiğiyle, albümün pek çok şarkısına göre daha eli yüzü düzgün bir kurguya sahip olan ‘Now That We’re Dead’ James Hetfield’ın sözlerinde modern “Romeo & Juliet” tınısı yakaladığı, ölümle problemini “varoluşsal” bir açıyla dile getirdiği bir eser. Şarkıyla ilgili en ilginç perde arkası detayı ise; kaydettikleri iki versiyondan, kulağa daha “dağınık” geleni tercih etmiş olmaları. Lars’ın söylediğine göre diğer versiyon fazla “kurallı” çalınmış. İlk 20 yılında mükemmel çalım seviyesiyle kafayı bozmuş grubun, gelinen noktada, bir şarkının daha “kasmadan” çalınan versiyonunu tercih etmesi, albümün ruhuna dair önemli bir detay olarak göz kırpıyor.
Moth Into Flame
James Hetfield’ın “Amy” belgeselini izledikten sonra sözlerini yazdığı ve şöhret illüzyonunun laneti ile ilgilendiği şarkı, sound olarak enteresan bir şekilde yeni dönem Testament sularına yaklaşıyor. Kirk’ün melodik hareketleri ile yükselen ‘Moth Into Flame’, “...And Justice for All” ruhu taşıyan çift gitar koşularında asıl potansiyeline yaklaşıyor. ‘Halo on Fire’ın ikinci yarısı, ‘Spit Out the Bone’un son kısmı ve bu şarkının nakaratı; albümün en “Metallica gibi Metallica” anları. Ve ‘Moth Into Flame’, grubun en nakarat sorunlu albümündeki, tek iyi nakaratı barındırıyor.
Dream No More
Merhaba 1991 model Metallica. Biz de seni bekliyorduk. Albümde ara ara göz kırpılan “Black Album” sound’u, ilk olarak bu şarkıda karşımıza çıkıyor. ‘Dream No More’; grubun 1984’te ‘The Call of Ktulu’ ile başladığı, 1986’da ‘The Thing That Should Not Be’ ile kelimelere döktüğü, 2008’de ise ‘All Nightmare Long’ ile zirveye ulaştırdığı Cthulhu Mitosu (H.P. Lovecraft’in meşhur kurgusal evreni) referanslarının devamını temsil ediyor. Orta seviye temposu ile, ikinci CD’nin çoğuna hâkim olacak “groovy” anlara sizi hazırlayan ‘Dream No More’, grubun albümde sık sık faydalandığı Black Sabbath / Tony Iommi etkileşimini fazlasıyla ihtiva ediyor. (Demo versiyonunun ilk ismi direkt ‘Black Sabbath’ zaten.) İkinci yarısında giren melodik rifler ve Kirk’ün “Black Album” yadigârı solosu ile tekdüze gidişatını yenen ‘Dream No More’, Lars’ın sık kullandığı trampetinin kulak tırmalayacak seviyeye ulaştığı ilk şarkı. Ve ‘Dream No More’ -‘Am I Savage?’ ile birlikte- albümde James Hetfield’ın en sevdiği şarkı.
Halo on Fire
Daha ilk dinleyişte beni çarpan ‘Halo on Fire’, dalgalı ilerleyişinin iyi akıtıldığı ve grubun kısaltmaya kıyamamasının işe yaradığı tek şarkı. İnsan ırkının özündeki çatışmaları ve bu çatışmaların yarattığı çıkmazları sorgulayan sözleriyle ‘Halo on Fire’, James Hetfield’ın “yakınma” ve “isyan” üslubundan “gözlem” üslubuna geçişinin bir sonucu. 53 yaşındaki frontman, bu sözleri “Fifty Shades of Grey” filminden ilhamla yazmış. Üstelik filmi izlememesine, sadece konusunun ne olduğunu okumasına rağmen. İkinci yarısında giderek Thin Lizzy yapısına bürünen, meşhur solo kısmında ise James’ın son 5 yıldaki en büyük takıntısı Kvelertak’a öykünen (Bizim buralarda o kısım Pentagram’a benzetildi.) şarkı, “Hello darkness, say goodbye!” bölümü ile zirve yapıyor, bağımlılık yaratıyor, göz yaşartıyor, meşale yaktırıyor.
Confusion
Metallica’nın yıllar yılı cover’laya cover’laya kendi şarkısı yaptığı ‘Am I Evil?’dan ödünç bir açılışla start alan şarkı, yarım saat sürecek heavy / doom / groove molasının ilk adımı. Sözlerinde (ve hatta klibinde) PTSD’yi (Post Traumatic Stress Disorder - Post Travmatik Stres Bozukluğu) işleyen ‘Confussion’; size kapılarını tamamen açabilmek için biraz Mercyful Fate, biraz da NWOBHM temeli istiyor. Ve fakat bir kez daha, kötü nakarattan kaybediyor. James Hetfield’ın “American Sniper”ı (Başrolünde grubun yakın dostu Bradley Cooper’ın oynadığı film.) izledikten sonra sözlerini yazdığı ve Lars’ın trampet takıntısıyla sinir bozma noktasına yaklaştığı şarkı, ‘Murder One’ ile birlikte albümün en “ıkınan” trafiklerini barındırıyor.
ManUNkind
Başından sonuna dek Hetfield & Ulrich A.Ş. olan albümde, Trujillo’ya künye verilen tek şarkı. Girişindeki bas intro’su onun imzasını taşıyor. Rob her ne kadar “O kısmı yazarken aklımda Cliff vardı.” deyip tribünlere oynasa da, bence en çok, geçtiğimiz yıl belgeselini de çektiği Jaco’dan ilham alıyor. Bu kısmın şarkıyla ilişkisi düşünüldüğünde ise, ortaya şöyle bir manzara çıkıyor: Besteler bitmiş, Rob’un elinde böyle bir solo kalmış, adama ayıp olmasın diye kullanmak istiyorlar ve fakat şarkıların “içinde” uygun yer yok, bula bula bu şarkının girişini buluyorlar ve soloyu alıp oraya “yapıştırıyorlar”. Muazzam bestecilik(!) Şarkıyı 2 kere dinleyen herhangi bir kulak, bu intro’nun bu şarkıya “özel” yazıldığı söylemini yemez. James Hetfield’ın insan ırkıyla ilgili karamsar bakış açısının içten içe umuda evrildiği sözlere sahip şarkının belki de tek artısı, yine James’in şarkının tam ortasındaki vokallerde yankı denemeleri kullanması ve tam da bu sırada alttan klas Tony Iommi rifleri sıralaması. Belki nakarat(ımsı) kısımdaki vokal ilerleyişi de bir artı sayılabilir. Ama o kadar.
Here Comes Revenge
Birkaç hafta boyunca bana bir şey ifade etmeyen ama kalemine güvendiğim bazı İngiliz yazarların dikkat çekmeleri üzerine farklı bir “mindset” ile yeniden dinlemeye başladığım, en nihayetinde beni de ağına düşüren bir şarkı. Yine yer yer “Load”, yer yer “Garage Inc.”, yer yer NWOBHM içeriğine rastlıyoruz. ‘Here Comes Revenge’, sözleri itibariyle hüzünlü bir arka plana sahip. Hatırlayanlar olacaktır; Metallica 2009 yılında web sitesinden bir duyuru yayınlamış ve Morgan Harrington adlı genç kızın kayıp olduğunu, ailesinin onu aradığını, görenlerin haber vermelerini istemişti. Morgan, bir Metallica konserine giderken ortadan kaybolmuş ve aylar sonra öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Bu olay yetmezmiş gibi, yıllar içinde birkaç yakın arkadaşının da çocuklarının ölümlerine tanık olan James, en sonunda bir olay daha öğrenince bu şarkıyı yazıyor. O olay ise şu: Yıllarca anne-babasıyla birlikte Metallica’yı turnelerde takip eden bir genç kız (James isim vermek istemiyor.) bir gün markete giderken sarhoş bir sürücünün çarpması sonucunda ölüyor. Tabii ailesi paramparça oluyor. Ve fakat anne-baba, birkaç yıl sonra Metallica konserlerine gelmeye devam ediyor. Bunun sebebi, kızlarının “hatıralarını yaşamak” istemeleri. Metallica konserleri, bu acılı anne-babanın bir bakıma kızlarına saygı ve özlem seramonisi oluyor. Kızlarının en mutlu olduğu anların Metallica konserleri olduğunu hatırlayan aile, bu olay ile James’i duygusal açıdan adeta mıhlıyor. Ve işte ortaya ‘Here Comes Revenge’in sözleri çıkıyor. İntikam duygusunun ateşi, o ateşin tüm benliğinizi yakması ve alev alan benliğiniz ile, sağduyunuzun savaşı...
Am I Savage?
“St. Anger”ı iyi dinleyenler bilirler, o albümdeki birçok rifte (mesela ‘Invisible Kid’in sonlarında) James bir şeyler deniyordu. Temelindeki Black Sabbath sevgisinden kaynaklanan ve ‘90’lardaki Pepper Keenan kankalığıyla filizlenen doom (ve sludge) metal sevgisi James’i bir noktada, bu albüm özelinde ele geçirmiş durumda. Bunun yoğun olarak hissedildiği şarkılardan biri ‘Am I Savage?’. Yine bir miktar “Load” esintilerine, bir miktar “Black Album” “ağırlığına” selam çakılan şarkıda James, miras kavramını ele alıyor. Ama en geniş açıdan. Yani akla gelen yaygın anlamına kısıtlı kalmadan. Yine Lars’ın gereksiz trampet taramalarının yer yer usandırdığı şarkıyı uçuran ise James’in bu sefer Crowbar’dan ödünç aldığı groovy rif atakları oluyor. Orta tempo olmasından dolayı, lezzetine tam varabilmek için biraz zaman isteyen ‘Am I Savage?’, olaya groove sevgisiyle yaklaştığınızda, bir noktada sizi esir alabiliyor.
Murder One
Şarkı sözleri Lemmy’ye ithafen yazıldığı için, albümün belki de dinleyiciyle en hızlı iletişim kuran şarkısı. Fakat ne ilginçtir ki, bestesi düşünüldüğünde albümün en zayıf halkası. Bir kere Lemmy’ye ithafen yazılan şarkının baştan sona “Black Sabbath saygı duruşu” gibi tınlamasının mantığı nedir? Ben size ne olduğunu, albüme dair tüm röportajları okumuş biri olarak açıklayayım: 2015 sonlarında besteler hazırdı ve geriye sadece kayıtlar kalmıştı. Ama bir şarkının sözleri hâlâ yazılmamıştı. Lemmy’nin tam o sıradaki ölümü, birçoğumuzda olduğu gibi James Hetfield’da da duygusal bir çöküntüye sebep oldu ve sözleri olmayan o şarkıya, Lemmy’ye ithafen bir şeyler yazdı. Bestesi çok önceden hazır olan, yani Motörhead ve Lemmy ile bir alakası olmayan o şarkının sözleri artık hazırdı. Nasıl ama? Keşke en azından sözleri yazıldıktan sonra şarkının bestesini biraz Motörhead sularına çekselerdi! Ha pardon, “üzerinde fazla düşünmemek” tribi vardı... Neyse... ‘Spit Out the Bone’u saymazsak, ikinci CD; ancak ve ancak ileride Metallica sadece doom / groove sularında boy gösterecekse, “fitili yakmış olma” özelliğiyle bir anlam kazanabilir. Şu an benim için başka bir “önem” arz etmiyor.
Spit Out the Bone
10 yıl sonra bu albümü düşündüğümde aklıma ilk olarak ‘Halo on Fire’ gelecek. Sonra da ‘Spit Out the Bone’. İnsanoğlunun dijital çağda ruhunu kaybetmeye başlamasına değinen bu şarkı, “Madem köklere dönüş yapacaktınız, bari biraz ruhlu, kaliteli bir şeyler yapsaydınız.” şeklinde özetleyebileceğim haletiruhiyemi gülümseten ikinci şarkı. Bir yandan da grubun “Nasılsa 10 sene sonra böyle hızlı şeyler yapamayacağız, bari hâlâ yapabiliyorken yapalım.” şeklinde özetleyebileceğim bakış açısının belki de tek faydası. “Kill’em All” ruhu ile başlayan albümü, bir saat sonra yine “Kill’em All” ruhu ile sonlandıran şarkı, başından sonuna bir thrash metal saldırısı. Ortasındaki bas bonus’u, Kirk’ün 3.43’te başlayan amok koşusu ve çift gitar coşkusuna bağlanan solosu muazzam. Albüm hem ilk CD hem de ikinci CD biterken “meşale yaktırıyor”, bu da enteresan.
Paylaş