Paylaş
Herhangi bir içeriğe ortalama 20 saniye “şans tanınan” bir dönemde, akıntıya karşı yüzecek bir yazı ile karşınızdayım. Konu Metallica (ve genel olarak müzik) olunca Lars Ulrich ve ben konuşmaya, anlatmaya bayılıyoruz... O sebeple baştan anlaşalım, biraz vaktinizi alacağım.
2014 yılında Erdem Tatar ile birlikte yazdığımız “Metallica: Mahşerin Dört Atlısı” kitabında, bu grubun karakterimizin oluşmasında bile payı olduğundan bahsetmiştik. Kısaca özetlemem gerekirse; sıradan bir “en sevdiğim grup” vakası değil bu, yaşantımı belirleyen birkaç temel unsurdan biri. Aile, okul, çevre, arkadaşlar vs. gibi. Bayağı temel yapıtaşı. Bazıları için gönül verdikleri bir futbol takımıdır bu, bazıları için inandıkları din, bazıları için oy verdikleri siyasi parti, bazıları için âşık oldukları insan... Benim için de Metallica.
Aslında bu yazının yazılma sebebi, grubun 8 yıl aradan sonra çıkardığı yeni albüm hakkında düşüncelerimi aktarmaktı. Fakat albümün çıkışından sonra gündemde oluşan bilgi kirliliği, bende bir sorumluluk hissi uyandırdı. Belki de üzerime vazife değil, bilemiyorum, ama hazır el atmışken şöyle kapsamlı bir Metallica yakın tarih röntgeni çekeyim istedim. Bu konuda online bir Türkçe referans kaynağı olmadığını fark ettim.
Fonda “Hardwired... To Self-Destruct” yükseliyorsa, gelin biraz geçmişe gidelim...
‘90’ların İkinci Yarısı
‘80’li yılları kan, ter, gözyaşı, ölüm ve heavy metal zaferiyle geçiren grubun müzikte çağ değiştiren ‘90’lara ilk cevabı “Black Album” olmuştu ve bu da sonu gelmeyen bir turneyi işaret ediyordu. Satış rakamı birkaç milyonu geçen her grup gibi Metallica da devler ligine yükselmiş, arenalara sığmaz olmuştu. Yeni fikstür özetle “stadyum ertesi stadyum ertesi stadyum ertesi stadyum” şeklindeydi... Rollercoaster durduğunda takvimler 1995 yılını gösteriyordu. İlk defa iki albüm arasını bu kadar açmışlardı ama neredeyse her gün başka bir şehirde çaldıkları için, enstrümanları ellerinden hiç düşmemişti. Bir şeye uzun süre “bağımlı” kaldığınızda bünyenin ondan uzaklaşmak istemesinin psikolojide bir adı var. Metallica dünyasında bunun karşılığı imaj ve sound değişikliği oldu. “Load” (1996) ve “Reload”da (1997) bakış açısı, besteler, rifler, saçlar, kıyafetler... Her şey başkaydı. Bu artık “yeni Metallica”ydı. Ve durmaya da hiç niyeti yoktu.
4 yılda 4 albüm yaptılar. “Load”ların ardından 1998’de garaja döndüler, arada “Cunning Stunts” patlattılar, 1999’da senfoni ve gitar müziği flörtünde yeni bir çıta aştılar. Gelinen nokta, sound olarak grubu ilginç bir kulvara sokmuştu. Blues rock etkileşimli, stoner rock temelli, karanlık bir hard rock’tı aynada görünen. ‘Minus Human’, ‘No Leaf Clover’ ve ‘I Disappear’ işte bu kulvarın meyveleriydi.
Sanal Fırtına
2000’ler, ‘90’lar gibi olmayacaktı. Aslında yeni milenyum grup için iyi başlamıştı. Stadyum şovlarında yıllar sonra Snake Pit’i yeniden kurduran M2K Mini Tour, ‘Whiskey in the Jar’ cover’ı ile gelen -toplamda beşinci- Grammy, Tom Cruise’un başrolünde oynadığı “Mission Impossible 2” için yazılan ‘I Disappear’... Gidişat iyiydi. Ama planda olmayan bir olay, grubun internet çağıyla ilişkisini sancılı başlattı.
Evet, Napster davası... Kısaca hatırlayalım... ‘I Disappear’, 19 Nisan 2000 tarihinde anlaşmalı radyolarda aynı saatte çalınarak tanıtılacaktı. Ancak henüz miks ve mastering’i bile bitmemiş versiyonu, haftalar öncesinden radyo istasyonlarında duyuldu. Olayın peşine düşen Metallica ekibi, bu kaydın Napster adlı online dosya paylaşım programı üzerinden zaten uzun zamandır paylaşıma açık olduğunu öğrendi. Mevzu bu kadarla da kalmıyordu; Metallica’nın tüm diskografisi, hatta gayri resmi konser kayıtları bile Napster üzerinden paylaşılmaktaydı. Lars Ulrich gibi bir kontrol delisinin bunları öğrendiğindeki psikolojisini tahmin edersiniz. Hem Q Prime (grubun menajerlik firması) hem Metallica hem de “Mission Impossible 2” yapımcı şirketinin ortak başvurusuyla Napster’ın sahiplerine dava açıldı. Dava süreci çok büyük bir gündem oluşturdu ve müzik dünyası aylarca bu olay ile yatıp kalktı. Sonucunda Metallica haklı bulunsa da, medya tüm bu süreç boyunca Metallica’yı “açgözlü” kılmıştı. Ve grubun sıkı takipçileri dışında, grup elemanlarını iyi tanımayan milyonlar o “sıfatı” kabul etmişlerdi. ‘80’lerde konseri amatör kamerasıyla çekmek isteyen bootleg’ciler için ses masasının yanında özel yer ayıracak kadar cömert tavrın sahipleri, gelinen noktada medya yaftasıyla “açgözlü milyonerler”e dönüşmüştü. Bu elbette adil değildi. Zaten konu para meselesi de değil, kontrol meselesiydi. Zaman Lars’ın haklı olduğunu gösterdi. “Herhangi bir konuda haklı ‘bulunduğum’ için zafer yaşayacak biri değilim.” dese de; herhangi bir eseri -paralı ya da parasız- paylaşma kararının sanatçı tarafından verilmesi gerektiğini, üzerine basa basa vurguladı. Zaten Metallica en başından beri, hayranlarıyla bedava içerik paylaşma konusunda hiç sıkıntı yaşamamıştı.
Jason’ın Masayı Devirmesi
Napster fırtınası diniyor gibi görünüyorken, grup bu sefer hiç beklemediği yerden, kendi içinden vuruldu. Oldukça baskın bir karakteri olmasına rağmen, Lars Ulrich ve James Hetfield gibi iki devasa egonun arasında sıkışıp kalan Jason Newsted, 14 yılın sonunda fişi çekti. Bunu yaparken grubu uçurumun kenarına iteceğinin farkında mıydı bilinmez ama yeni milenyum, Metallica tarihinin en sancılını gelişmeleriyle devam ediyordu. Düşünün, 2001’de ortada bir Metallica bile yoktu. “Some Kind of Monster”ı izlediyseniz bilirsiniz; dünyanın en büyük metal grubu, kadroya sonradan dâhil olmuş bir elemanı ayrıldıktan sonra resmen dağılmanın eşiğine gelmişti. Bunu kimse tahmin edemezdi. Jason çekip giderken James ve Lars’ı cevabından korktukları sorularla baş başa bırakmıştı. Bu girdaptan çıkmanın tek bir yolu vardı. Ve bu yol, devrilen masayı kaldırmaya çalışmak değil, her şeye baştan başlamaktı.
HQ Dönemi
Kuzey Kaliforniya’da, San Rafael’de iki katlı bir hangar kiraladılar. İçine dev bir stüdyo kurdular. Adına da “headquarter”ın (karargâh) kısaltması olarak HQ dediler. Grup, 20’nci yılında, nihayet bir ev yaratmaya başlamıştı kendine. Bir başka deyişle, Metallica adlı holdingin artık bir merkez binası vardı. 5-6 kişi dışında tüm sahne ve turne ekibini yenilediler. Bir zamanlar “İçki içmezsem yaşadığımı hissetmiyorum.” diyen James Hetfield, içkiyi bırakmak için rehabilitasyona bile girdi. Evet, her şeye baştan başlıyorlardı. Aralarındaki iletişim problemini çözmeye yardım etmesi için psikolog bile tuttular. 10 sene önce dünyanın en sert adamı imajıyla stadyumlara kükreyen “Papa Het”; ayağında terliği, gözünde gözlüğü, elinde poşet çayıyla psikoloğun anlattıklarını dinliyordu. Nereden nereye...
Bir yanda Bob Rock, bir yanda James-Lars-Kirk üçlüsü (ve bir yanda o ilginç psikolog) yeni bir albüm yapmaya çalışıyorlardı. Can çekişerek yazılan o şarkılar, bir tavrın yansıması olarak ele alınınca anlam kazanıyordu. Yoksa sound ve beste yapıları, Metallica standartları için çok alttaydı. Evet; “St. Anger” sıfırdan başlamanın, intikam hırsının, hayata karşı yeniden bir şeyler hissetmenin ve bu hissin yeniden nefret olmasının ürünüydü. “Kafamıza çat çat vuran bu şey”, uçurumun kenarından dönüşün sesiydi. “St. Anger” bir bakıma, küllerinden doğuşun simgesiydi.
Geçmişle Barışma
Yeni basçı Rob Trujillo’nun pozitif enerjisi ve diğer üçlünün birbirleri için ne kadar önemli olduklarını hatırlamalarıyla, yeni bir rüzgâr yakaladı Metallica. “Biz bu yola baş koyduk...” edebiyatı yapılacaksa, tam sırasıydı. Yaptılar da... Yanlarında bu sefer Rick Rubin vardı. 10 küsur yıllık yol arkadaşları Bob Rock, “St. Anger”da hayat kurtarıcı bir rol üstlenmiş olsa da, “yenilenme” sürecinin son kurbanıydı. Etrafta “St. Anger”ın sancılı sürecini hatırlatacak birilerini istememeleri de aslında biraz doğaldı.
“Madly in Anger with the World Tour” bittiğinde bir yıl nefes aldılar, 2006’da yeniden HQ’da toplandılar. Bir yanda tüm zamanların en iyi prodüktörlerinden Rick Rubin, diğer yanda küllerinden doğan Metallica... Bir araya gelmeleri, müzik dünyasının ıslak rüyasıydı adeta. Rubin, birlikte çalıştığı çoğu kişi ve gruba yazdığı reçeteyi aynen Metallica’ya da uzattı: “En iyi olduğunuz döneme geri dönün, o dönemden ilham alın.” Bu, Metallica için sıra dışı ve bir noktada korkutucu bir deneyimdi. Zira James ve Lars hep bir sonraki adıma odaklanan, hiç geriye dönüp bakmayan bir ikiliydi ve “Load” ile “Reload”u tek proje olarak ele alırsak, grubun hiçbir albümü, bir öncekine benzemiyordu. Yine de -birkaç yıl önce dibi görmüş olmanın da verdiği rahatlıkla- Rubin’e güvendiler. Öyle ki, 2006’da çıktıkları turnede kariyerlerinde ilk defa, eski bir albümlerini baştan sona çaldılar. Tam 20 yıl önce çıkan “Master of Puppets”tı söz konusu o albüm, Rubin’in de reçetesinde yazan.
Bu nostalji havası, yeni şarkıların yakıtı oldu. “Death Magnetic”, baştan sona grubun geçmişinden esinlenerek yazılan ilk Metallica albümüydü. Hetfield’ın yeniden hızlı riflerle ördüğü bestelerin içinde Kirk ve Lars’ın adeta alev aldıkları anlar, gruba ta “Black Album”de sırt çevirmiş “patch yeleklileri” bile yeniden mosh-pit’e çağırıyordu. Albümün tartışmalı (cızırtılı) sound’u; küresel çapta bir “loudness wars” gündemi oluştursa da, çok da üstesinden gelinmeyen bir detay olmadı, “St. Anger” tecrübesinden sonra. Zira ortada, 1-2 şarkı dışında özlenen Metallica fırtınası vardı. Efsane yeniden aramızdaydı.
Yeniden Parlak Yıllar
“Death Magnetic” sonrası fikstürün çoğu konserlerden oluştu. Bu kısmı hızlı kayıtta akıtırsak; üç yıl süren (toplam 187 konserlik) “World Magnetic” turnesi, Meksika ve Fransa DVD’leri, Jason’ın yeniden grupla çaldığı ve baştan sona bir gövde gösterisine dönüşen Rock and Roll Hall of Fame ödül töreni, fitili o törenden önceki gece grubun verdiği özel partide yakılan “Big Four” kıyameti, 2010’da Avrupa’da, 2011’de yeni kıtada Big Four’un metal bayrağını göndere çekmesi ve... Burada biraz duracağız.
Lou Reed Deneyi
Sizce Metallica tarihinin en tartışmalı olayı neydi? Dave Mustaine’i kovmaları mı? Thrash metal’in yaratıcıları olarak henüz ikinci albümlerine “balat” koymaları mı? Basçıları Cliff Burton öldükten 1,5 ay sonra turneye devam etmeleri mi? “Black Album”deki sound açılımı mı? “Load & Reload” dönemi mi? Komple “St. Anger” mı? “Death Magnetic”in sound’u mu? O mu, şu mu, bu mu... Liste uzar... Peki buna “Lulu” dâhil mi? Bence değil. Çünkü tüm bu saydıklarım bir tartışmanın konusuydu, “Lulu”yu kimse tartışmadı. Herkes kararını verdi; albüm berbat. Konu kapandı.
Peki gerçekten öyle miydi? Ve en azından bir yakın bakışı hak etmiyor muydu? Ben “Lulu”nun üzerine biraz ışık tutma yanlısıyım...
Öncelikle Metallica’nın DNA’sını ele alalım. En başından beri ne isterlerse onu yaptılar. İlk albümlerine düşündükleri ismi koyamamaları dışında, sadece kendi kurallarına göre oynadılar, bu sebeple de kimseye hesap vermeyen tavrın heavy metal’deki en büyük karşılığı oldular. Kerry King’in daha iyi gitar çalmayı öğrenebilmek için bir dönem grubuna dâhil olduğu Dave Mustaine gibi bir yeteneği kadrodan şutlayabilecek, inandıkları amaç uğruna yaşadıkları şehri değiştirecek, herkes sürat peşindeyken, daha thrash metal’in emekleme yıllarında ‘Fade to Black’ ile vites küçültmeye cesaret edebilecek bir asilikten bahsediyorum... Başlarda herkese “garip” ve “yanlış” gelen prodüksiyonuyla anılan “...And Justice for All” ile ekstrem metal’in doğumunda rol alacak, “Black Album” ile heavy metal’i milyonlara taşıyacak ve stadyumlar dolusu yeni fan’ı bile hemen ertesi albümde şoke edecek bir asilikten bahsediyorum... Dünyanın tepesindeyken “Garajımızı özledik.” diyerek cover albüm yapacak, bu albümde Nick Cave ve Bob Seger’dan şarkılar seçip metal dünyası ile aralarındaki keskin anlayış farkını belli edecek bir aykırılıktan bahsediyorum... İşte resmin bütününe bu açıdan bakınca; Metallica’nın neden “Lulu” gibi bir aykırılığa imza attığını daha iyi anlarız gibi geliyor bana. Sanatın ortaya çıkış amacının ne olduğu, sanat eserinin kim veya ne için yapıldığı gibi temel soruların cevabıyla ilgiliydi çünkü bu ortaklık biraz da. Basit bir düet mevzusu değildi. Sanat; insanları rahatsız etmek için de, herhangi bir formda aykırılık için de yapılabilirdi...
“Lulu”; 1864-1918 yılları arasında yaşamış Alman tiyatrocu / oyun yazarı Frank Wedekind’ın yarattığı hikâyenin (ve baş karakterinin) adı. Almanya’da büyümüş çekici bir kadının fahişeliğe varan ve sonunda Jack the Ripper tarafından öldürülmesiyle sonlanan çarpıcı hayatını konu alıyor. Kilit nokta; Lulu’nun kendi iradesiyle fahişelik yapması. “Femme fatale” kavramının 20. Yüzyıl sanatında vücut bulduğu en tartışmalı örneklerden biri. 1900’lerin başından beri birçok tiyatro oyununa, operaya ve filme konu olmuş bir “fevri”. James Hetfield’dan alıntılarsak; “Büyüleyici ve cezbedici bir kadın... Ve kimseye saygısı yok. Erkeklerin hayatını mahvediyor. Sadece kalp kırmak için yaşıyor. Ne isterse onu yapıyor. Âşık olmak zaten kendini kaybetmekken, bir de size karşı hiçbir merhameti ve saygısı olmayan bu kadına kalbinizi kaptırdığınızı düşünün... Çok derin bir mevzu. Fazlaca ‘yetişkin’ tarzı bir konsept.” Lou Reed’in yaptığı, işte bu tiyatro oyununa bir soundtrack oluşturmaktı. 2009’da, Rock and Roll Hall of Fame’in 25. yıl organizasyonunda tanıştığı Metallica elememanlarını da bu projedeki orkestrası olarak seçmişti. Lars Ulrich’ten alıntılarsak; “Siz hiç Lou Reed’e hayır diyen birini gördünüz mü?”
Karanlık bir tiyatro oyununu seslendiren Lou Reed’in arkasında gürültü yapan birkaç adam... Çok uçuk, çok çılgınca... Ve kabul edin ya da etmeyin; “tarihi” aynı zamanda. “Tekerleği yeniden keşfediyormuşuz gibiydi. Hakiki, sezgisel ve pek düşünmeden hareket ettiğimiz bir deneyimdi. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk ama yolda olmayı sevmiştik. Lou Reed bence Metallica’nın bir bakıma solo versiyonu. Her zaman kendi bildiğini yaptı, kendini keşfetmeye devam etti ve sadece kendine değil, hayranlarına da meydan okudu.” Lars Ulrich projeyi daha iyi okuyamazdı.
“Lulu”nun yankıları uzun sürdü. Her iki tarafın da hayranları albümü lanetledi, çoğunluk “fiyasko” olarak yorumladı, bazıları bunun bir şaka olduğunu savundu. 2 CD’den ve toplam 10 şarkıdan oluşan albüm için Metallica cephesi “Sanatsal açıdan kendimizi tatmin edebilmek için böyle sıra dışı bir deneye ihtiyacımız vardı.” minvalinden hiç çıkmadı.
Yeni Albüm Öncesi Diğer Projeler
2011, grubun 30. yılıydı. Ve yıl sonuna gelindiğinde öyle bir kutlama yapıldı ki, şu an gezegenin bir yerlerinde hâlâ o 4 gecenin DVD’si neden çıkmadı diye kafasını duvarlara vuran birileri olduğuna eminim. Metallica’nın “ikinci ev”i The Fillmore’da 4 gece boyunca farklı ön gruplar, farklı fan etkinlikleri, farklı setlist’ler vardı... Ve Metallica ile sahne alan inanılmaz bir kadro, olayı “tarihi” boyuta taşımıştı: İlk basçıları Ron McGovney, ilk gitaristleri Lloyd Grant, Dave Mustaine, Jason Newsted, Bob Rock, Apocalyptica, Marianne Faithfull, Kid Rock, Glenn Danzig, Ozzy Osbourne, King Diamond, Rob Halford... Ardından, grubun ilk kez bu konserlerde canlı çaldığı 4 “yeni” şarkıdan oluşan bir EP geldi: “Beyond Magnetic”. “Death Magnetic” sürecinde kaydedilmiş ve fakat albüme girememiş 4 şarkıdan oluşan bu mini albüm o kadar iyiydi ki, herkes aynı şeyi sordu: “Bu şarkılar niye albüme girememiş ki?”
2012’yi en çok, “Black Album”u “sondan başa” çaldıkları muhteşem turne ile hatırlıyoruz. Tabii bir de Orion Festival var. Kurulduğu yıllardan beri yaz festivallerinin gediklisi olan Metallica, özellikle yeni milenyumda bu işi istikrarlı bir fikstüre oturtmuş ve her yaz Avrupa’daki büyük festivallerde boy göstermeyi bir rutin hâline getirmişti. Bir noktadan sonra, “Artık kendi festivalimizi yapalım.” dediler. Orion Music + More Festival işte böyle doğdu. 2012’de New Jersey’de gerçekleşen ve her iki geceyi de Metallica’nın kapattığı festival, 2013’te bir gece Metallica, bir gece Red Hot Chili Peppers headliner’lığında, Detroit’te düzenlendi. İşin sanatsal kısmı doyurucuydu, ama grup bu atılımdan ticari anlamda zarar ederek ayrıldı.
O yıllarda başka neler oldu? Kirk’ten bahsedelim mesela... Korku filmlerine düşkünlüğüyle tanıdığımız Filipin kökenli gitarist, arşivindeki tüm korku filmi ürünlerini (afişler, filmlerde giyilmiş kıyafetler, filmlerde kullanılmış maketler, oyuncaklar vs.) 2012’de çıkardığı “Too Much Horror Business - The Kirk Hammett Collection” adlı kitapta topladı. Yetmedi, bu konsepti sahneye de taşıdı ve 2014, 2015 yıllarında Kirk Von Hammett’s Fear FestEvil adında iki festival düzenledi. Çeşitli metal grupları sahne aldı, Kirk’ün kişisel arşivi müze olarak sergilendi.
Devam edelim... 2012’de bir de “Quebec Magnetic” DVD’si çıktı. Bir bakıma “Death Magnetic” sürecini noktalayan bu ürün, grubun söz konusu albüm sonrasındaki 360 derecelik sahne şovuna tanık olamayan insanlara, bu güzelliği izleme fırsatı sunmuştu. 2012’nin son büyük detayı ise grubun uzun yıllardır bağlı olduğu Universal Müzik ile -dağıtım dışında- bağını kesmesi ve tüm katalog haklarını kendi firması Blackened Records çatısı altında toplamasıydı.
2013’ün özeti, grubun tüm kıtalarda konser vermiş ilk ve tek müzikal oluşum olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesiydi. (Evet, Antarktika’da bile çaldılar.) Ha unutmadan; bir de sinema macerası vardı...
En Görkemli Metallica İşi
Metallica’yı büyük grup yapan pek çok unsur var elbette ama bunların arasında, görselliğe en başından beri verdikleri önemin yeri ayrı. Metallica sadece müzikal açıdan değil, görsel açıdan da hep zirveyi hedefledi. Tamam, James Hetfield fevri çıkışıyla ‘80’lerin ortasında “asla klip çekmeyeceklerini” söylemiş olsa da, grubun “patronu” her zaman Lars’tı, günün sonunda o ne derse o olacaktı. Oldu da... Büyük bir sinema âşığı olan Lars Ulrich önderliğinde Metallica, sadece müthiş kliplere sebep olmakla kalmadı, ta ‘80’lerden beri belgesel ve video albümler konusunda istikrarlı bir grafik yakaladı. 1987’de “Cliff’em All” ile başlayan görsel içerik sevdası, 2013’te “Through the Never” filmine kadar vardı.
Peki neydi bu film hikâyesi? Gelin yakından bakalım...
Eğer Metallica’nın kariyerini iyi takip edenlerdenseniz, grup elemanlarının kameralarla iç içe olduklarını bilirsiniz. Dönemdaşları pek çok grup, sahne dışındaki hayatlarını mistik bir çerçeveye çekerken, Metallica tam tersine, neredeyse her saniyesini gözler önüne serdi. ‘80’lerde konserlerini kaydeden bootleg’ciler için konser alanlarında özel yer ayırdıklarından bahsetmiştim, ‘90’larla birlikte sahnelerine dev ekranlar ekleyip her konserlerini bizzat kendi ekipleriyle kaydettiler. Sahne üzerinde kameramanların olmadığı herhangi Metallica konseri göremezsiniz. Zaten dünya üzerinde kaç grup, web sitesi üzerinden “her konserinin” bir kısmını video olarak bedava paylaşıyor ki? Sadece konserlerin bir kısmı da değil üstelik; her konser öncesi fan’larla buluşma (meet & greet) anlarının ve provaların da bir kısmı metallica.com’un nimetleri olarak birkaç tık uzağınızda.
Metallica’nın film dünyasındaki ilk büyük denemesi grubun en kritik dönemlerinden birine denk gelmişti. “St. Anger”ın yapım aşaması, “Some Kind of Monster” filmiyle sinemalara servis edilmişti. Müzik dünyasının filme tepkisi “Bu kadar da detaya girilmemeliydi!” şeklinde olsa da, sinema dünyası mevzuyu “gelmiş geçmiş en cesur müzik içeriği” olarak nitelendirdi. Ne de olsa müzik dünyası ikon yaratmayı severdi, sinema dünyası onların çöküşünü izlemeyi...
Gelelim “Through the Never”a... Grubun bağlı olduğu menajerlik firması Q Prime’ın sahipleri ve aynı zamanda Metallica’nın 30 yıla yakın süredir menajerleri olan Peter Mensch ve Cliff Burnstein, IMAX tarafından yıllardır markaj altındaydı. IMAX, grubun “Some Kind of Monster”dan sonraki sinema adımı için sık aralıklarla Mensch & Burnstein ikilisini sıkıştırıyor, proje teklifleri sunuyordu. Başlarda bir konser filmi olarak sundukları (U2’nun 3 boyutlu filmine benzeyen) teklife Mensch razı olmadı. O fikri aldı, geliştirdi ve grubun karşısına öyle çıktı. Sorusu açıktı: “Kariyerinizin en büyük işine hazır mısınız?” Mensch, grubun herhangi bir konserini kaydedip sinemalara yollamak istemiyordu. Planı şuydu: Metallica’nın ‘90’lı yıllardan beri kullandığı kapalı alan sahnesini (sahanın tam ortasında olan ve seyirciyi 360 derece görebilen) en üst düzey prodüksiyon numaralarıyla geliştirecek ve bu sahnede verilecek konser 3 boyutlu olarak kaydedilecekti. Plan bununla da sınırlı değildi; bu konser aynı zamanda bir hikâye içerecekti ve o hikâye bir Metallica roadie’sinin başından geçecekti. Metallica elemanları planı duyar duymaz kabul ettiler ama nasıl bir yükün altına girdiklerinden o sıralarda pek haberleri yoktu.
Peter Mensch’in daha sonra grup elemanlarıyla fikir alışverişi yaparak geliştirdiği sahne ideası oldukça yüksek (hatta astronomik) bir prodüksiyon maliyeti gerektiriyordu. (10 milyon dolarcık.) Temel konsept, Metallica tarihinde önemli yeri olan belli başlı sembollerin sahnede yer almasıydı. Bu semboller; grubun ilk albümünün ismi olarak düşündüğü ama plak firmasınca kabul edilmeyen “Metal up Your Ass”i sembolize eden klozet ve o klozetten çıkarak kılıç tutan yumruk, “Ride the Lightning” kapağındaki elektrikli sandalye, “Master of Puppets” kapağındaki asker mezarlarını sembolize eden haçlar, “...And Justice for All” kapağında olan ve o albümün turnesinde de sahne dekoru olarak kullanılan gözü bağlı adalet heykeli (Lady Justice), “Death Magnetic” turnesinde kullanılan ve grup elemanlarının neredeyse kafalarının üzerine kadar inebilen tabut şeklindeki ışıklandırma düzenekleri ve çok daha fazlasıydı... Kısacası, tıpkı Lars’ın da dediği gibi; bu filmin asıl yıldızının sahnenin ta kendisi olması planlanmıştı.
Oldu da. İlk olarak Meksika’da 8 konser üst üste denenen ve ardından çekimler için Kanada’da kurulan sahne, harika sonuç vermişti. Tabii işin bir de “hikâye” kısmı vardı. Bu kısımda ise yeni neslin dikkat çekici aktörlerinden Dane DeHaan başroldeydi. Kendisi Metallica konserinde çalışma fırsatı elde etmiş bir roadie’yi canlandırdı. Sahne amirlerinden biri, Trip adındaki bu Metallica hayranı roadie’ye konserin başında bir görev veriyordu ve işin “yarı Metallica konseri - yarı film” noktası tam da burada başlıyordu.
Daha önce “Kontroll, “Vacancy”, “Armored” ve “Predators” filmlerini çeken Nimród Antal’ın yönettiği “Through the Never”; işin hikâye kısmındaki senaryo cılızlığıyla eleştirilip, gişede fiyasko olarak sonuçlansa da, tüm zamanların en iyi Metallica konserini içermesi bakımından, önemli bir proje olarak tarihteki yerini aldı.
“By Request” Turnesi, Glastonbury Zaferi Ve Spor Takımları Flörtü
Geldik 2014’e... Grammy töreninde Lang Lang düeti ile başlayan yıl, “By Request” turnesi ile geçti genelde. Seyircilerin oy verdikleri şarkılara göre oluşan setlist’lerle çalan grup, bir de yeni şarkı eklemişti diskografisine: ‘Lords of Summer’. Şarkı, grubun yaz konserleri sevdasını “karikatürize” ediyordu. Sound ise “Death Magnetic” periyodunu andırıyordu.
Metallica açısından yılın en büyük olayı ise Glastonbury zaferiydi. Bu konser de detaylı bir anmayı hak ediyor...
Dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury; kadrosunda metal gruplarına yer vermemesiyle dikkat çeken, “hippi konseptli” bir organizasyondu ve Metallica’nın burada headliner olması olay yaratmıştı. İngiltere’nin güneyindeki Somerset bölgesinde bulunan Glastonbury kasabasında ‘70’li yıllardan beri düzenlenen, sanatın hemen her dalında sayısız etkinliğe ve sanatçıya kapılarını açan 250 bin kişilik bu devasa festivalin kitlesi 68 kuşağındaki “çiçek çocukların” günümüzdeki izdüşümüydü. Ve genel kanıya göre, festivalde bir metal grubunun yer alması (üstelik de ana sahne headliner’ı olması) kitle ile ters düşecek bir hareketti. Hem festivalin gediklisi gruplar hem de bazı medya mensupları; metal gruplarının bu festivale çıkarılmaması gerektiğini, festivalin sahibi Micheal Eavis’in yanlış bir tercih yaptığını yazdılar, çizdiler, tartıştılar. Hatta bir noktada; “Ayı avlayan James Hetfield, Glastonbury’ye gelmesin!” başlıklı imza kampanyaları bile başlatıldı. Peki tüm bunlara karşı Metallica ne yaptı? Arka tarafında eleştirilerin aynen yazılı olduğu bir tişört yaptılar mesela. Ön tarafına da “Peace, Love & Metal” yazıp festivalde çaldıkları gün satışa çıkardılar. Yetmedi, sahne almadan hemen önce dev ekranlara yansıttıkları kısa filmle “elitleri” yerin dibine soktular. Tarihe “Metallica’nın Glastonbury’yi nakavt ettiği an” olarak geçen bu filmi çeken kişi ise, 2006’da bizzat Glastonbury filmini çekmiş ünlü yönetmen Julien Temple’dan başkası değildi. Performans mı? Pyramid Stage’in önündeki 100 bin kişi kendinden geçmişti. Kimse bunu beklemiyordu. Metallica başarmıştı. “Kıçları tekmelemiş, isimleri almış”tı.
2015’teyiz... Yıl genel olarak elde biriken rifleri (kendi deyimleriyle 700-800 adet) dinleyip, en iyilerini bir kenara ayırıp onlardan beste yapmaya çalışmak, konserler vermeye devam etmek ve bir yandan da spor dünyasıyla flörtleşmekle geçti. Bu spor dünyası flörtü ilginç. Buna da biraz eğilelim...
Lars Ulrich, grubun yeni albümünde nasıl bir promosyon kampanyası yürüteceğini daha albüm ortada yokken bile düşünmeye başlamıştı ve aklında U2, Jay Z, Radiohead modelleri vardı. Yine de aslen, Metallica’ya özgü bir konsept peşindeydi. Günümüzün “internet ve müzik sektörü” ilişkisi onu korkutuyor ve nereye varacağını bilmedikleri bir yolun yolcusu olduklarını hissediyordu. En başından beri en büyük kitleleri hedefleyen Metallica, müzik dünyasının içinde olduğu karmakarışık manzaranın dışına çıkıp, dünyanın diğer büyük kitlesel eğlenceleriyle flört etmeyi denedi. Lars’ın aklındaki tilki; Amerika’da trilyonların döndüğü, milyonların ilgilendiği spor dünyasında Metallica markasını var edip, oradan kazanacağı kitleler sayesinde müzik dünyası dinamiklerine mahkum olmamaktı. San Jose Sharks & San Francisco Giants müsabakalarında yılda birkaç etkinlikle görünmek ve bu takımlara özel Metallica ürünleri satışa çıkarmak, işte bu planın bir parçasıydı. Şimdilik bu flört, evliliğe evrilmiş değil, ama temel atıldı. Bu kanattan bir gol haberi gelmesi hâlâ olası.
2015 biterken, grubun 2016 için hiç konser açıklamamış olması, kafalarda soru işaretleri doğurmuştu. Böyle bir şey 11 yıldır ilk defa oluyordu. Yoksa 2016, yeni albümün çıkacağı yıl mıydı?
Nihayet Yeni Albüm
Milyonlarca albüm satışı, altın ve platin plak koleksiyonu, Grammy üstüne Grammy, devasa turneler, Rock and Roll Hall of Fame üyeliği, Big Four süksesi, Glastonbury dâhil tüm büyük festivallerde headliner olma, üç boyutlu sinema filmi ve tüm kıtalarda konser verebilme derken atılacak yeni bir “dev” adım kalmamış gibiydi. Ama vardı. Dünyanın en çok izlenen müzik etkinliğinde çalmamışlardı. Evet, Super Bowl meselesi... Yıllardır kulaktan kulağa konuşulan mevzuyu Brian Slagel (Grubun eski dostu, Metal Blade Records’un kurucusu) kamuoyuna taşıdı: “Super Bowl devre arasında Metallica çalsın!” kampanyası başlattı ve sadece birkaç ayda on binlerce online imza topladı. Hype yaratılmıştı yaratılmasına ama Super Bowl yetkilileri grubun kapısını çalmadı. Hal böyle olunca, mevzu da bu kadar dillendirilmişken, Ulrich-Mensch ikilisi çareyi yine bir “cinlikte” buldu. Peter Mensch’in yeni oyuncağı; heavy metal tarihinin en büyük açık hava sahne prodüksiyonuydu. Grup hemen imzayı attı. Geriye bir tek, bu sahneyi hangi konserle tanıtacakları sorusu kalmıştı.
6 Şubat 2016 tarihini ve San Francisco AT&T Park Stadyumu’nu seçtiler. Lars’ın kankası Marc Benioff (Salesforce) sponsor oldu, o sahne kuruldu. 6 Şubat tarihinin şöyle bir esprisi vardı, Super Bowl maçından bir gün öncesiydi bu. “Madem devre arasında çalmıyoruz, o zaman bir gün öncesinde kendi şovumuzu yaparız” tribi. Başardılar mı? “Too Heavy For Halftime” (“Devre Arası İçin Çok Sert”) konseptiyle, 50 bin kişiye çaldılar. Çatısız, sadece devasa led ekranlardan oluşan olağanüstü sahne ile dudak uçuklattılar. Biletleri 6 dakikada biten konser, YouTube’dan canlı yayınlandı ve yaklaşık 400 bin kişiye ulaştı. Metallica, yeni sahne prodüksiyonu dönemini, “Super Bowl’a nanik” konseriyle başlatmıştı.
Yeni albüm detaylarının açıklandığı güne kadar, yine hızlı kayıtta akıtırsak; Bağımsız Müzik Dükkânları Günü’nde Rasputin adlı plakçıda verdikleri (yine internetten canlı yayınlanan) konser ve o konserin ardından, ‘80’li yılların ortalarında James ve Lars’ın beraber yaşadığı, Metallica’nın pek çok şarkısının yazıldığı El Cerrito’daki evde verilen özel parti önemli detaylardı. Tabii “Kill’em All” ve “Ride the Lightning”in yeni mastering’le tekrar satışa çıkarılması ve sadece “Master of Puppets” dönemini konu alan özel bir kitabın yayımlanması gibi şık hareketleri de unutmayalım.
Grubun 20 Ağustos 2016’da, Minneapolis'teki U.S. Bank Stadium’un açılış konserini vermek için geri sayımda olduğu günlerde ise olan oldu, kıyamet koptu... Konserden iki gün önce Lars’ın HQ’da misafir ettiği bir radyocuya verdiği canlı yayın röportajında, yeni albüme adını veren şarkıyı bir anda cebindeki telefonu sisteme bağlayıp çalmasıyla, resmi olarak “Hardwired... To Self-Destruct” dönemi başladı.
‘90’ların ikinci yarısından başlattığım Metallica yakın tarih özeti de işte tam burada sonlandı. İnişler, çıkışlar, virajlar, duraklar... Bu dönemde pek çok şey yaşandı... Amacım, Metallica’dan bahsedildiği zaman referans alınacak bir yakın tarih belgesi oluşturmaktı. Daha geniş çaplı, grubun tüm tarihini mercek altına alan bir özet için adres zaten “Metallica: Mahşerin Dört Atlısı”.
“Hardwired... To Self-Destruct” hakkındaki görüşlerimi aktaracağım bir sonraki yazıya kadar, bana şimdilik müsaade...
Başa dönüp noktayı koyayım... Popüler olmanın, hakkınızda herkesin bir fikre sahip olmaya başlaması gibi bir laneti var. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak çağımızın vebası. Kişisel olarak, bu bulaşıcı hastalıkla mücadele etmeye çalışıyorum. İşbu yazı da, bu mücadelenin bir parçası. Konu Metallica olunca cümleler cümleleri, paragraflar paragrafları kovaladı. En nihayetinde, Metallica son 20 yılda bunları yaşadı.
Paylaş