2 Nisan 2012
HER veda buruktur, üzücü ve sıkıcı olur.
Fakat ben böyle bir şey hissetmiyorum. İçimde burukluk filan yok. Tam tersine özgür olmanın rahatlığı var.
Çünkü sıkılmıştım.
İçinde bulunduğumuz ortam bana huzursuzluk veriyordu.
Sağ olsun Enis Bey beni bu sıkıntıdan kurtardı.
Beni en çok, 20 yıl beraber çalıştığım Aydın Doğan Bey’den ayrılmak üzerdi. Çeşitli kuruluşlardan teklif almama rağmen Aydın Bey’e ayrılacağımı söyleyemiyor ve bir türlü veda edemiyordum.
Enis Bey, beni bu sıkıntıdan da kurtardı. Teşekkür ediyorum.
Enis Bey’i 1989 yılının sonlarında Hürriyet’in Ankara bürosuna ben almıştım.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2012
YALNIZ Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, tüm dünya tarihinde suikast ve ayaklanmalar eksik olmamıştır.
Kardeş kardeşi, evlat babayı, baba evladı öldürmüştür.
Televizyonlardaki “Muhteşem Yüzyıl” ve “Bir zamanlar Osmanlı-Kıyam” dizilerini (hatalarla dolu olmalarına rağmen) halkımızın, Osmanlı tarihine ilgisini artırdıkları için yararlı buluyorum.
Dizileri sevsek de sevmesek de, insanlarımızın tarih bilincini geliştirdiğini kabul etmeliyiz.
TRT-1’de pazartesi günleri yayınlanan (Türkân Şoray’ın da rol aldığı) “Bir Zamanlar Osmanlı” dizisi, tarihimizin kanlı bir dönemini, “Patrona Halil İsyanı”nı anlatıyor.
Baldırıçıplak hamam tellağı Arnavut Halil, “Patrona Halil” adıyla isyancıların lideri oluyor.
Eskiden Osmanlı donanmasının “Patrona” adlı gemisinde leventlik yaptığı için “Patrona” lakabını alan hamam tellağı Halil, Padişah Üçüncü Ahmet’i tahtından indiriyor, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kellesini kestiriyor.
Patrona Halil’in elebaşılığındaki isyancılar, kellesi kesilip önlerine atılan “Lale Devri”nin ünlü sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa’nın ölüsünü köpeklere yediriyor.
17’nci yüzyıl, Osmanlı Devleti için yenilgiler ve felaketler dönemiydi.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2012
TÜRKİYE’nin bugünkü durumuyla, çöküş yıllarındaki Osmanlı İmparatorluğu arasında büyük benzerlikler var. O günlerde yaşanan sorunlar ve Avrupa ülkelerinin bize çeşitli konularda yaptığı baskılar neredeyse bugünküler gibi... “Tarih tekerrürden ibarettir” diyenler haklı mı dersiniz? * * *
Amerikan hükümeti, 1919 yılında, Türkiye’de incelemeler yapmak ve Doğu Anadolu’da kurulması planlanan Ermeni Devleti hakkında raporu hazırlamak üzere General James G. Harbord’u görevlendirir. General James G. Harbord, 2 Eylül 1919’da İstanbul’a gelir, 20 Eylül’de Anadolu’ya geçerek Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa ile görüşür.
Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’na hazırlandığını gören General Harbord der ki:
“Türk tarihini okudum. Ulusunuz büyük komutanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya müttefikinizle birlikte dört yıl harp ettiniz, yenildiniz, hep bir arada yapamadığınız şeyi, bu zayıf durumunuzda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Kişilerin intihar ettikleri zaman zaman görülür. Bir ulusun intihar ettiğini mi göreceğiz?”
Mustafa Kemal, generale “Teşekkür ederim” der, “Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterim ki, biz emperyalist pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş, aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.”
1866’da, Fransa’ya gider Fuat Paşa’ya, Girit’le birlikte Yenişehir Sancağı’nın da Yunanistan’a verilmesi gerektiği söylenir. Aksi halde bütün Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı ayağa kalkmasının kaçınılmaz oldu tehdidi savrulur!
Fuat Paşa Fransızlara şu cevabı verir:
“Siz, bizi öldürebilirsiniz, fakat intihara zorlayamazsınız!”
* * *
Müslüman Türk’ün erdem ve onur anıtı olarak doğan Osmanlı İmparatorluğu, her imparatorluk gibi doğuş, yükseliş, duraklama ve çöküş gibi evrelerden geçerek ortadan kalktı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı sorunlar benzerlik gösteriyor.
Osmanlı İmparatorluğu 1830’da Amerika ile bir “Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması” imzaladıktan sonra, İngilizlerle, bugünkü “Gümrük Birliği” benzeri olan “1838 Baltalimanı Antlaşması”nı imzalayarak yarı-sömürgeleşme sürecine girdi, bugünkü “Avrupa Birliği Uyum Yasaları” benzeri olan “1839 Tanzimat Fermanı” ile çürüme hızlandı.
1854 yılına kadar yabancılara hiç borcu olmayan ve o tarihte dış borç almaya başlayan Osmanlı Devleti, kısa sürede yabancı güdümünde, yarı-sömürge bir devlet konumuna düştü...
* * *
9 Ocak 1853 günü İngiltere’nin Rusya’daki Büyükelçisi Sir G. H. Seymour ile konuşan Rus Çarı 1. Nikola şöyle diyordu:
“Osmanlı Devleti’ni birlikte paylaşalım. Rusya ile İngiltere’nin anlaşması esastır. Biz anlaştıktan sonra diğer devletler umurumda değil. Osmanlı Devleti hasta... Evet hasta, hem de çok hasta bir adam var kollarımızda... Bir gün ölürse bu büyük felaket olur.”
Türkiye’nin paylaşılmasına karşı çıkan İngiliz Büyükelçisi’nin yanıtı kısaydı:
“Güçlü ve alicenap bir adama, zayıf ve hasta bir adamı korumak düşer.”
Politik konuşan Büyükelçi aslında “Osmanlı, sizin için hasta adam olabilir ama bizim için altın yumurtlayan bir tavuktur, Niçin kesip sizinle paylaşalım?” dese çok daha gerçekçi olurdu.
* * *
Günümüzün Türkiye’sini çok andıran çözülüş ve çöküş sürecini daha iyi kavrayabilmek için Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı” adlı 685 sayfalık kitabını okumak lazım (Otopsi Yayınları).
Zinciri kırmak, Batı’nın yeni tuzağından kurtulmak gerekiyor! Kitapta “Umarız ulusça ayılmak için çok geç değildir” deniliyor. Umarız değildir! Osmanlı hangi güçler tarafından, neden ve nasıl yıkıldıysa, Türkiye Cumhuriyeti de aynı güçler tarafından, aynı nedenlerle, aynı yöntemlerle ve aynı biçimde yıkılmak isteniyor. “Kör bile aynı çukura iki defa düşmez!” denir... Eğer biz bu tuzağa ikinci kez düşersek, ağlamaya hakkımız olmaz!
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2012
ÖYLE karmaşık günler yaşıyoruz ki, zaman zaman “Türkiye bu badireden nasıl kurtulacak?” diye düşünmeden edemiyorum. Hani “At izi, it izine karıştı” diye bir tabir vardır ya... İşte öyle bir dönemden geçiyoruz.
Medya yozlaştı, televizyonlar “İntikam aleti” haline geldi. Suçlamalar, ihbarlar, dedikodular birbirine karıştı.
Gündem yaratmak için Atatürk’ün adını bile karalamaya kalkışan densizler var. Ne yazık ki bazı televizyonlar, kendi çıkarları için bu tipleri ekrana çıkarıyor “Tartışma” adı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine dinamit koymak istiyorlar!
Kendilerini araştırmacı gazeteci olarak tanıtan, aslında gazetecilikle ilgisi olmayan birtakım karanlık kişiler de, tasmalarından kurtulup kendi aşağılık duygularını tatmin için ülkenin tüm kutsal değerlerine saldırıp duruyor!
Bu bulanık ortamdan faydalanmak, kendilerine çıkar sağlamak isteyenler, sevmedikleri kim varsa tutuklanması gerektiğini ortaya atıp yargısız infaz yaparak ortamı gerdikçe geriyorlar!
Yanlış yolda olanlara, efsane İngiliz Başbakanı Churchill’in şu sözlerini hatırlatmak gerekiyor:
“Hiçbir ulus, bugünü dünle kavga ettirerek yarına varamaz!”
* * *
Yaşanan olaylara bakınca, tamamen bir “rövanş” havası estiğini görüyoruz.
“İntikam tamtamları” çalan bazı tetikçiler, içlerindeki kini kusmaya ve bir kısım meslektaşları hedef göstermeye devam ediyorlar!
Bugünü dünle kavga ettirerek huzurlu bir yarına ulaşmak mümkün mü?
İhbar ediyorlar, jurnalcilik yapıyorlar, hoşlarına gitmeyen kim varsa karalayıp tutuklanmasını istiyorlar.
* * *
Ülkemizde yaşanan olaylar bana siyaset tarihindeki “McCarthyizm”i hatırlatıyor.
1950’lerin Amerika’sı da böyleydi!
McCarthy (1908-1957) Wisconsin Eyaleti Cumhuriyetçi Parti Senatörü idi.
Bu adam, güç ve iktidar arzusunun, bir insanı insanlıktan çıkarabildiği gerçeğinin en ünlü temsilcisidir!
Hayatı boyunca girdiği her seçimde yalanlara ve sahte belgelere başvurmuş, ülkesinde “cadı avı” başlatarak, “komünist” diye birçok dürüst Amerikalı’nın politik hayatlarını sona erdirmiş, sahte belgelerle bazı insanları idam ettirmişti.
* * *
Amerikan hükümeti, işine geldiği için, bu insan müsveddesinin başlattığı “cadı avı”nı desteklemiş, Amerikan Komünist Partisi liderlerinin mahvedilişini seyretmişti.
O dönemde Amerika’da komünizm büyük bir tehlike olarak kabul ediliyordu. McCarthy “komünist” oldukları bahanesiyle, ne kadar kafası çalışan, ilim-irfan sahibi, mantıklı ve insanca düşünen akademisyen varsa, hepsini üniversitelerden attırmıştı.
Ülkedeki komünist hareketleri araştırmak üzere kurulan Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi (HUAC) McCarthy’nin yalan suçlamalarıyla, sendikacılardan yazarlara, müzisyenlerden eğitimcilere kadar yüzlerce insanı sorguladı.
* * *
“Cadı avı” sırasında, birçok Hollywood sanatçısı ve yazar, ya hapse atıldı, ya da sürgüne yollandı. Bunların arasında Charlie Chaplin, Arthur Miller, Bertold Brecht, Orson Welles gibi dünya çapında ünlü isimler de vardı.
Amerika’da o yıllar tarihe “McCarthyizm” olarak geçen karanlık bir dönemdir.
İşlerinden atılan ve uzun yıllar işsiz kalan gazetecilerin, yazarların, sanatçıların haddi hesabı yoktu!
“Cadı avı” sonucu Julies Rosenberg ve Ethel Rosenberg adındaki bir karı-koca, komünistlere casusluk yaptıkları iddiasıyla elektrikli sandalyede idam edildi. Bu talihsizlerin son sözleri “Sosyalistiz ve suçsuzuz” olmuştu.
* * *
Eline güç geçince, fikir ve düşünce özgürlüğünü yok etmek için her türlü zulmü yapan bir politikacı olarak hatırlanan McCarthy, içki problemlerine yenik düşerek 1957 yılında siroz hastalığından öldüğünde 49 yaşındaydı.
İlginç olan, bu sadist ruhlu insanın yaptıkları değil, yapmasına milyonlarca kişinin seyirci kalınmasıdır!
“McCarthy” şimdi Amerika’da lanetle anılıyor ama ne yazık ki günümüzde bazı ülkelerde onun ruhu hâlâ devam ediyor!
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2012
MUHTEŞEM Yüzyıl adlı TV dizisinin en büyük faydası, halkımızın, tarihe olan ilgisini artırması oldu. Dizide fettanlıklarıyla ilgi çeken, türlü entrikalarla hasımlarını yok eden Hürrem Sultan, gerçek adı Roksalan olan bir Rus kızıydı... Babası bir papazdı. Onun doğurduğu erkek çocuklardan biri olan Sarı Selim, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra İkinci Selim adıyla 11’inci Osmanlı Padişahı olarak tahta çıktı. Yalnız İkinci Selim’in değil, padişahların neredeyse tamamının anaları yabancıydı. Sadrazam ve vezirlerin neredeyse üçte ikisinin yabancı kökenli (devşirme) olduğu düşünülürse, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk ırk ve soyundan olmayan yabancıların oluşturduğunu söylemek pek yanlış olmaz!
Birinci padişah Osman Bey’den başlayarak bütün padişahlarda Türk kadınlarına karşı bir ilgisizlik vardı. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının kanına sürekli olarak yabancı kanı girdi. 36’ncı padişaha gelindiğinde damarlardaki Türk kanı (hep yabancı kadınlarla evlenilme sonucu) yüzde 1’in altına inmişti.
1’inci Padişah Osman Gazi’nin karısı Moğol soylu Bâlâ Hatun.
2’nci Padişah Orhan Gazi’nin annesi Moğol Bâlâ Hatun.
3’üncü Padişah Birinci Murat’ın annesi Rum Horofira (Nilüfer Hatun).
4’üncü Padişah Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Maria (Gülçiçek Hatun).
5’inci Padişah Mehmet Çelebi’nin annesi Bulgar Prensesi Olga.
6’ncı Padişah İkinci Murat’ın annesi Veronika (bir iddiaya göre Dulkadir Beyi’nin kızı Emine).
7’nci Padişah Fatih Sultan Mehmet’in annesi, Çandaroğlu Tacettin Bey’in kızı Hüma Hatun. Bazı yabancı tarihçilerin iddiasına göre de Sırp Kralı Brankoviç’in kızı Prenses Despina (Mara Hatun).
8’inci Padişah İkinci Bayezid’ın annesi Rum Kornelya (Zağanos Paşa’nın kızı).
9’uncu Padişah Yavuz Sultan Selim’in annesi Beti adlı cariye (Bülbül Hatun).
10’uncu Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Polonya Yahudisi Helga (Hafsa Sultan).
11’inci Padişah İkinci Selim’in annesi Rus kızı Roksalan (Hürrem Sultan).
12’nci Padişah Üçüncü Murat’ın annesi Yahudi Raşel (Nurbanu Sultan).
13’üncü Padişah Üçüncü Mehmet’in annesi Venedikli Bafo (Safiye Sultan).
14’üncü Padişah Birinci Ahmet’in annesi Yunanlı Helen (Handan Sultan).
15’inci Padişah Birinci Mustafa’nın annesi İspanyol Violetta (Mahpeyker Sultan).
16’ncı Padişah Genç Osman’ın annesi Rum kızı Evdoksiya (Mahfiruz Sultan).
17’nci Padişah Dördüncü Murat’ın annesi Rum Anastasya (Kösem Sultan).
18’inci Padişah Deli İbrahim’in annesi Rum Anastasya (Kösem Sultan).
19’uncu Padişah Avcı Mehmet’in annesi Rus kızı Nadya (Turhan Sultan).
20’nci Padişah İkinci Süleyman’ın annesi Sırp kızı Katrin (Dilaşup Sultan).
21’inci Padişah İkinci Ahmet’in annesi Yahudi kızı Eva (Hatice Muazzez Sultan).
22’nci Padişah İkinci Mustafa’nın annesi Rum kızı Evemia (Emetullah Gülnuş Sultan).
23’üncü Padişah Üçüncü Ahmet’in annesi Rum Evemia (Gülnuş Sultan).
24’üncü Padişah Birinci Mahmut’un annesi Rum kızı Aleksandra (Saliha Sultan).
25’inci Padişah Üçüncü Osman’ın annesi Sırp kızı Mari (Şehsuvar Sultan).
26’ncı Padişah Üçüncü Mustafa’nın annesi Fransız kızı Janet (Mihrişah Sultan).
27’nci Padişah Birinci Abdülhamid’in annesi Fransız cariye İda (Rabia Sultan).
28’inci Padişah Üçüncü Selim’in annesi Cenevizli Agnes (II. Mihrişah Sultan).
29’uncu Padişah Dördüncü Mustafa’nın annesi Bulgar Sonya (Ayşe Sultan).
30’uncu Padişah İkinci Mahmud’un annesi Fransız Nache de la Bazari (Nakşidil Sultan).
31’inci Padişah Abdülmecid’in annesi Rus Yahudisi Suzi (Bezmialem Sultan).
32’nci Padişah Abdülaziz’in annesi Megrelli Gürcü Besime (Pertevniyal Sultan).
33’üncü Padişah Beşinci Murad’ın annesi Fransız Vilma (Sevkefza Sultan).
34’üncü Padişah İkinci Abdülhamid’in annesi Rusyalı Ermeni Virjin (Trimüjgan Sultan).
35’inci Padişah Mehmet Reşat’ın annesi Rum kızı Karolin (Gülcemal Hatun).
36’ncı ve son Padişah Vahdettin’in annesi İngiliz Henriet (Gülûstu Hatun).
Tarihi kaynakları inceleyerek çıkardığım yukarıdaki ilginç tablo, Türk ulusunu yüzyıllarca yabancı kökenli kadınların doğurduğu padişahların yönettiğini gösteriyor. 36’ncı padişaha gelindiğinde, bilgisayarla yapılan hesaplar, Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in damarlarındaki Türk kanının yüzde 0,6 olduğunu ortaya koydu.
Padişahlar neden Türk kızlarını değil de yabancı kızlarını tercih ediyordu, bu incelenmesi gereken bir konu...
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2012
40 yıl devlet bürokrasisinde çalışan, uzun yıllar yurtdışında ticaret ataşesi ve ticaret müşaviri olarak görev yapan Tarık Celâl Güven’den bir e-mail aldım. Tarık Bey, Sevan İnce adındaki bir Ermeni vatandaşın ilginç bir mektubundan söz ediyor ve “Herkesin okuması lazım” diyordu.
Bu mektubu okurlarımla paylaşmak istiyorum. Sevan İnce şöyle yazıyor:
* * *
“Biz, dört Ermeni arkadaş, geçen akşam dernekten çıkmış, Galatasaray’da nargile keyfi yapıyorduk...
Laf döndü dolaşıp malûm konuya geldi. Baktım herkes aynı hususta dertli:
Ermeni asıllı birer Türk ve sadece birer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak dünyaya sesimizi nasıl duyururuz?
Ünlü bir sanatçı, politikacı veya bir dernek başkanı değilsin ki, mikrofon uzatıp röportaj yapsınlar. Gazeteci değilsin ki, fikirlerini köşenden dünyaya duyurabilesin. İyi de, biz bu işten sıkıldık. Bizim yerimize bilir bilmez herkes konuşuyor.
Bir tarafta “Ermenilere soykırım yapılmıştır” diyenler, diğer yanda “Soykırım yoktur” diyenler... Şimdiki moda ise “Tarihçilere bırakalım” diyenler...
“Soykırım yapılmıştır” diyenlere bakıyorum, hepsi ya kindar Ermeni diasporası mensubu veya bunlardan çıkarı olan siyaset erbabı...
“Yoktur” diyenlere bakıyorum, bu konuda derin bir bilgileri yok ama “adettir” diye reddediyorlar!
* * *
Gerçeği benden ve benim gibilerden başkası bilemez.
Bizler, hadiseleri birinci ağızdan dinlemiş kişileriz. Bizler Türk Ermenileriyiz. Türk Ermenilerinin harici Ermenilerden çok ciddi bir farkı vardır.
Bizler tehcir (zorunlu göç) sırasında ya Türkiye’de kalmışların veya tehcir bitiminde Türkiye’ye geri dönmüşlerin torunlarıyız. Bizler tek tip hikâye dinlemedik.
Diaspora Ermenisi sadece ölüm hikâyesi bilir. Olaylardan sonra geri dönmemiş ve komşularının mahcup yüzlerine tanık olmamıştır. Onlar bu ölümler için bütün Türkleri suçlarlar. Olayları sadece ‘Soykırım’ olarak nitelerler. Türk Ermenisi’nde ise daha bol ve daha değişik hikâyeler vardır.
* * *
Mesela dedem, Erzincan’daki çiftliklerinden ağabeyinin alınıp götürülüşünü ve onu kurtarmak için başçavuşa bir eşek yükü altın fidye verdiğini anlatırdı...
Anneannem, köydeki Ermeni delikanlıların nasıl silahlandırılıp çeteci yapıldıklarını anlatırdı. Üniformalarını yabancı lisan konuşanlar getirmiş!
Büyükbabam, Kayseri’de tüm sülalesini kurtarmak için çırpınan Osmanlı Yüzbaşısı Sinan’ı ağlayarak anlatırdı. Sayesinde o sülaleden kimsenin kılına zarar gelmemiş...
Bizler, katliam hikâyelerini dinlediğimiz gibi, bir Ermeni arkadaşı tehcire giderken askerin önüne yatan Türklerin veya yurtlarına geri döndüklerinde onlara tekrar kucak açan Türk komşuların hikâyeleri ile de büyüdük.
Onun için “Bize sorulsun” diyorum. Kimse bizden daha objektif olamaz.
Bu hadisenin bir uzun anlatımı vardır, bir de kısa anlatımı... Kısası şudur:
* * *
Tebaanın bir kısmı emperyalist güçlerinin gazına gelip ayrılıkçılık yapmıştır. Buna kızan Osmanlı hükümeti bölgede “tehcir” kararı almıştır.
Günün şartlarına göre tehcir (zorunlu göç) çok zor koşullar altında gerçekleşmiştir. Çoluk çocuk muhtelif şekillerde kırılmış ve kıyıma uğramıştır. Bu kırılma hastalık ve açlık sebebiyledir. Kıyım ise Osmanlı askerleri tarafından organize bir şekilde yapılmamıştır
Hastalık dışındaki bu ölümler, münferit olaylardır ve sürgünlerin yanlarında götürdükleri altın paraları gasp etmeyi amaçlayan bölgenin eşkıyaları tarafından yapılmıştır.
* * *
Hal bu iken, o bölgede olaylar cereyan ettiği sırada, ülkenin Batı bölgelerinde yaşayan Ermenilerin aynı şekilde bir zulme uğramadığı göz önüne alınırsa, buna soykırım denilemez! Pek çok başka kelime söylenebilir, soykırım hariç!
Kaldı ki, söz konusu bir ya da bir buçuk milyon rakamı, ölen Ermeni sayısını değil kayıp sayısını ifade eder.
Biz Türk Ermenileri, iyi biliriz ki, Anadolu bu olaylar esnasında veya sonrasında Müslüman olmuş Ermenilerle doludur. Bu kişiler, daha sonra serbest olmalarına rağmen kendi dinlerine dönmemişler ve geçmişlerini gizledikleri için kayıp hanesine yazılmışlardır.
Konuşmak gerekirse biz konuşur, olayların uzun hikâyesini anlatırız. Bu konuda bizlerden daha iyi tarihçi de olamaz.” Sevan İNCE (Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı)
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2012
1879 yılında Anadolu’da kanlı oyunlar tezgâhlanıyor, “Doğu Anadolu’dan Türkler atılmalı, Ermenilere yer açılmalı, dışarıdan buraya Ermeni nüfus ithal edilmeli” diye yaygara koparılıyordu. Osmanlı Ermenileri Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmakta ısrarlıydı.
Bu oyunu tezgâhlamaya çalışanlar çoktu ama İngiliz Büyükelçisi Sör Henry Layard’a doğrudan bağlı İngiliz konsolosları arasında da bunu destekleyen entrikacı tipler çoktu.
Tabii ki, konsoloslar arasında aklı başında diplomatlar da vardı. Mesela Konsolos Trotter, “Ermenilerin kavgacı tutumları, kendilerine büyük zarar verebilir” diyordu.
* * *
Osmanlı Ermenileri, Doğu Anadolu’daki isyan hareketlerinde İngiltere’den umduklarını bulamayınca, yüzlerini Rusya’ya çevirdiler.
Aslında zavallılar, İngiliz-Rus nüfuz rekabetinde bir piyondu. İngiltere’nin de, Rusya’nın da Ermeni çıkarlarını düşündükleri yoktu. Her iki taraf Ermenileri maşa olarak kullanıp kendi çıkarlarını kolluyordu.
Ermenilere büyük umutlar verilmişti.
Kasten ve sürekli körüklenen bu aşırı umutların hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği biliniyordu.
Umutları gerçekleşmeyen Ermeniler, ileride daha aşırı hareketlere ve silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. Bu isyan hareketleri Ermeni umutlarını körükleyen Avrupalılar tarafından acımasızca sömürüldü!
Büyük devletler, kendi emperyalist yayılma emellerini doyurmak için Ermenileri maşa olarak kullanıyorlardı...
Ermeni ileri gelenleri de büyük devletlerin bu çirkin oyununa bilerek ya da bilmeyerek alet oldular ve Osmanlı Ermeni toplumunu ve onların Türk komşularını felakete doğru sürüklediler.
* * *
Batı’nın pompaladığı dar görüşlü bir milliyetçilik anlayışıyla Ermeni toplumu gittikçe fanatikleştirildi.
Yüzyıllarca bir arada, barış içinde yaşamış olan Ermeni ve Türk toplumlarının karşılıklı hoşgörüleri, ortak yaşam biçimleri, tarihleri, kültürleri, Batı kaynaklı dar milliyetçilik ve ırkçılığa kurban edildi.
Ermeniler bunun acısını hâlâ çekiyor.
* * *
Araştırmacı Bilal N. Şimşir’in, İngiliz arşivlerini inceleyerek o dönemde Anadolu’da görevli olan İngiliz konsoloslarının yazışmalarını içeren belgeleri toplayarak hazırladığı “Osmanlı Ermenileri” önemli bir eser. Bilgi Yayınevi tarafından basılan kitabın içinde 354 adet belge bulunuyor.
Erzurum Konsolosu Taylor’un raporundan bir bölüm:
“Bu yörenin her köşesinde Ermeniler Türk Hükümeti’nden acı acı yakınıyorlar. Aynı zamanda hiç sakınmadan Rusya’yı övüp göklere çıkarıyorlar. Daha önce de belirtildiği gibi, Ermenilerin bu tutumu, kiliselerinin düşmanlık öğretilerinden ileri geliyor.
1878’de Doğu Anadolu’da geziye çıkan İngiliz generali Baker Paşa’nın raporundan bir bölüm:
“Birçok Ermeni ileri gelenleriyle yaptığım konuşmalardan şunu anladım ki, Ermeniler gelecek için büyük emeller beslemektedirler. Bu emelleri uygulanabilir olmadıktan başka, kendileri için de tehlikelidir. ‘Ermeni Özerkliği Planı’nın ne kadar aptalca bir şey olduğunu anlayabilmek için bu ülkeyi tanımak gerek.”
İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sör Laylard’ın gözlemleri de ilginç:
“Babıâli (Osmanlı) Hükümeti akıllı ve ileri görüşlü davranmazsa yakında Anadolu’da Bulgar sorununa benzer bir Ermeni sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Bir Ermeni ulusu yaratmak için aynı entrikalar bu kez Anadolu’da çevriliyor. Hıristiyan Avrupa müdahalesine neden olabilecek bir durum yaratılmak isteniyor.”
* * *
Ermenilere tezgâhlanan çirkin oyunun benzeri günümüzde Kürtlere uygulanıyor. Onlar da Güneydoğu’da bağımsız bir devlet kurma hayali içindeler!
Ermenilere yapıldığı gibi, Kürtlerin hareketleri de yabancı devletler tarafından destekleniyor, fanatik milliyetçilik tahrik ediliyor.
Aslında Kürtlerin çıkarları o devletlerin umurunda bile değil ama bir kısım Kürtler, bilerek ya da bilmeyerek, onların piyonu olmaya devam ediyorlar!
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2012
522 yıllık Osmanlı Tarihi’nin her döneminde Ermeniler vardır. Bunlar Osmanlı topraklarında 470 yıl mutlu, zengin, müreffeh bir hayat sürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin son 50 yılında yabancı devletlerin kışkırtmasıyla Ermeni isyanlarının başladığı görülür.
Oysa, başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere Hıristiyan Osmanlılar, Türklerden çok daha iyi durumdaydı. Ermeniler dış tahriklerle bağımsızlığa özenip ayaklanarak huzurlarını bozdular!
Padişahın Türk-Müslüman tebaası ezilen bir zümre idi.
Osmanlı yönetiminin gözünde o “Kaba Türk” idi imparatorluğun bütün yükünü omuzlayan...
Askerlikse askerlik, gazilikse gazilik, şehitlikse şehitlik ve vergiyse vergi...
Hepsini Türkler yükleniyordu. Fakat kan kusup “Kızılcık şerbeti içtik. Kol kırılır, yen içinde kalır” diyorlardı.
Onlar için derdini dışa sergilemek ayıptı. Hükümeti yabancılara jurnal etmek yurtseverliğe, dindarlığa sığmazdı. Derdini anlatsa anlatsa yine Osmanlı’ya anlatabilirdi belki...
Ama sesine kulak veren olur muydu ki?
Osmanlı yöneticisinin derdi başından aşkındı. Rum ve Ermeni yakınmaları, yabancı konsolosların karşılarına gelip dikilmeleri yetmezmiş gibi, bir de kaba Türk’ü mü dinleyeceklerdi?
* * *
Osmanlı yöneticileri yerlerinden olmak kaygısıyla Hıristiyanların bir dediğini iki etmemek için çırpınıyorlardı.
Kaba Türk’e gelince, vur abalıya!
Adına ister “Kaba Türk” ister “Yoksul Türk” densin, isterse “Türk halkı”... Yazılsın onun da tarihi... Karşılaştırılsın Osmanlı Ermenisiyle... Kimmiş ezilen, kayrılan, o zaman görülür. İngiliz belgelerinde bu konuda bir hayli aydınlatıcı bilgi var.
O belgelerden anlaşılıyor ki, Osmanlı Ermenisi, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmıştır. Hatta Türk komşusunu sömürmüştür.
Ermeniler, yalnız esnaf, yalnız tüccar değildi. Aynı zamanda mültezimdi. (Devlet adına vergi toplamakla görevliydi)... Ermeni mültezimi Türk köylüsüne aman vermiyordu. Köylüden toplanan aşar vergisinin yarısı Osmanlı Hazinesi’ne giriyorsa, yarısı da Ermeni ve Rum mültezimlerin kesesine giriyordu.
* * *
Ermeniler, Rus ve İngiliz ajanların entrikaları ile bağımsız bir devlet kurmaya özendiler ve bunun gerçekleşeceğine inandılar.
İstanbul Ermeni Patriği Nerses, İngiliz Büyükelçisi’ne çıkıp:
“Cemaatim bağımsızlık için pek heyecanlıdır” dedi ve şunları ekledi:
“Avrupa devletlerinin sempatisini kazanmak için ayaklanma çıkartmak gerekiyorsa, Ermeniler arasında böyle bir hareket yaratmak hiç de güç olmayacaktır.”
1877-78 Osmanlı - Rus Savaşı, Türk Müslüman halkı için bir felâketti.
Osmanlı Ermenileri için ise felâket değil, fırsat oldu.
Anadolu’da Ermeni çeteleri, eli silah tutan Türklerin cepheye gitmiş olmalarını fırsat bildi, Türk-Müslüman köylerine saldırdı. Olaylarda binlerce Türk katledildi.
* * *
Rusların Doğu Anadolu’ya girişleriyle o bölgenin Ermenilerine gün doğdu.
Doğu Anadolu Ermenileri, işgalci Ruslarla ticaret yapmakla kalmayıp, Rus işgal kuvvetlerinin hizmetine de girdiler.
Ellerine biraz yetki ve silah verilen bu işbirlikçi Erzurum Ermenileri, ilk iş olarak Müslüman komşularına eziyet ettiler, Rus’tan fazla Rus kesildiler.
Böylece, Ermeni-Müslüman Türk sürtüşmesinin tohumları atılmıştır. Daha sonra yeni gelişmeler, kan dökmeler, katliamlar birbirini izlemiştir.
O dönemim Ermeni Patriği Nerses “Türklerle Ermeniler artık bir arada yaşayamaz” diyor, Doğu Anadolu topraklarında, Lübnan’da olduğu gibi, güvence altına alınmış bir Ermeni yönetimi istiyordu.
Bilgi Yayınevi tarafından basılan, Emekli Büyükelçi ve araştırmacı Bilâl N. Şimşir’in 354 adet belge ile desteklediği “Osmanlı Ermenileri” adlı eserinden topladığım bilgileri anlatmaya haftaya da devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku