Pakize Suda

Gitmek... Yeniden

24 Temmuz 2008
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.<br><br>Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara... Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey... Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok. Bir kendisi.

Bu yeter zaten. Her şeyi, herkesi götürdün demektir. Keşke kendini bırakıp gidebilse insan. Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor. Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınamıyor. Böyle gidiyor işte. Bir yanımız "kalk gidelim", öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor. O yan kalabalık zira. İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu... En kötüsü alışkanlık.

Alışkanlığın verdiği rahatlık monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor. Kalıyoruz.

Kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler... Bir çocuk daha doğurmalar...

Borçlara girmeler... İşi büyütmeler...

Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...

Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum. Değil bu şehirde gitmek, iki sokak öteye taşınamıyorum. Alıp götürsem gelmez ki... Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında. Herkes onu, o herkesi seviyor. Hangi birimizle gitsin.

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır; evet sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin. Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada. Ölüme inat tutunmak lazım. İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek...

Var tabii yapanlar. Ama az. Sadece kaymak tabakası.

Hepimiz kaçabilsek... Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.

Gün içinde mesela... Küçücük gitmeler yapabilsek. Ne mümkün.

Sabah 09.00, akşam 18.00. Sonra başka mecburiyetler. Sıkışıp kaldık.

Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.

Bir ömür karşılığı bir ömür yani.

Ne saçma.

Bahar mıdır bizi bu hale getiren?

Galiba.

Ben her bahar áşık olmam ama her bahar gitmek isterim.

Gittiğim olmadı hiç.

Ama olsun... İstemek de güzel.

* * *

Yukarıdaki yazı 10.04.2002 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde ve Ocak 2003’te basımı yapılan "Ağız Tadıyla Sevişemedik" adlı kitabımda "Gitmek" başlığıyla yayımlanan benim kalemimden çıkma bir yazıdır.

"Ne bu böyle mahkeme dilekçesi gibi" diyeceksiniz. E, bir nevi öyle. Çünkü yazı 6.5 senedir internette Can Yücel imzasıyla dolanıp duruyor.

Daha önce birkaç defa yine bu köşeden seslendim yanlışı yapanlara... Fakat nafile!

En son kardeşimin karşısına çıkmış... Kuaförde Alem dergisine bakarken, A. Berna Erten’in köşesinde (16 Temmuz tarihli). Hemen aradı. "Saint Michel yahoo grubumdan sevgili Mert Polatay’dan tüm mezunlara gelince dayanamadım sizlere yazdım" diyor Erten.

Kimsenin suçu yok. Ne bilsinler. Bir deli kuyuya bir taş attı zamanında. Şimdi kırk akıllı... Yok, çıkarmaya çalışmıyorlar. Bilmiyorlar ki gerçeği. Onlar da taş atmaya devam ediyorlar.

Bir ben çıkarmaya çalışıyorum ama başaramıyorum.

Neye şaşıyorum en çok biliyor musunuz...

Madem birbirinize yollayacak kadar şiir aşığısınız ve de Can Yücel hayranısınız, "Can Yücel’in bu şiirini daha önce hiç duymamıştım" diye bir tereddüt oluşmaz mı birinizde bile?

Ve Can Yücel’in ailesi... Hiç mi karşılarına çıkmadı? Neden babamızın, kocamın böyle bir şiiri yok demezler?

Önemsemiyorlar belki de. Bir eksik bir fazla... Ama benim için önemli. Kedi olalı bir fare tutmuşum!

Yok, aslında bugünkü aklımla okuyunca tutamamışım. Yeniden yazsam bir sürü yerini değiştiririm yazının. Yani benim için bile pek de ahım şahım olmayan şey nasıl Can Yücel gibi bir ustaya mal ediliyor anlamış değilim, bu da ayrı bir konu.

Son olarak, benim bu memlekette hiçbir bilgiye, belgeye güvenim kalmadı. En fenası bu.

Bir de diyorum ki, başıma bu iş geldikten sonra, yazıların sonuna "mahlas beyti" mi eklesem acaba!

* * *

NOT: Meraklısı için, ben Rex’i bırakamadım ama Rex beni o yazıdan bir süre sonra bırakıp gitti. Bir meçhule götürüldü daha doğrusu.
Yazının Devamını Oku

Zeká

22 Temmuz 2008
MİLLİYET Pazar’da Elif Berköz Ünyay’ın bu yıl ÖSS’de birinci ve yedinci olan kardeşlerle ve de esas olarak onların babalarıyla yaptığı söyleşiyi okuyunca zeká üzerine tekrar düşünme isteği belirdi bende. Hani "azı karar çoğu zarar" mıdır falan gibi...

Çağrı Berk’i tanımayan kalmadı Türkiye’de. Geçen yılki ÖSS’de ikinci olan, ancak dershanenin ödül olarak verdiği laptopu az bulup bu yıl tekrar sınava giren ve birinci olan, halen Princeton Üniversitesi’ne devam etmekte olan genç.

Ağabeyi Fatih Berk de Boğaziçi Üniversitesi’nde işletme okuduğu halde (oraya da Koç Üniversitesi’nde üç yıl elektrik-elektronik eğitimi aldıktan sonra gelmiş) bu yıl yeniden katılmış sınava ve yedinci olmuş.

Çocukların ikisi de dáhi.

Baba Dr. Berk Onuk’un anlattığına göre Fatih Berk daha sekiz aylıkken gazetede Mehmet Ali Birand’ın fotoğrafını görünce televizyonu göstermiş. 1.5 yaşında sayı saymaya başlamış, falan filan.

Yazının Devamını Oku

Yorgan gitti kavga bitti

20 Temmuz 2008
ERKEK mahkemeye gidiyor, "Boşanmak istiyorum" diyor. Sebep?

Şiddetli geçimsizlik.

Kadın itiraz ediyor: "Hayır! Sebep bu değil; kocamın kusurlu davranışları var, beni sürekli aldatıyor."

İyi ya!

Geçimsizlikten beter... Bir dakika durmamak lazım.

Ama ı-ıh.

Kadın "Boşanmam" diyor.

Kim bu kadınla adam?

Siz, ben, o, hepimiz.

Neden böyle yapıyoruz peki?

Para yüzünden.

Aldatan erkeğin, geçimsize oranla, daha çok para çıkıyor cebinden; kadın bu durumda aldatılmış olmayı geçimsizliğe tercih ediyor.

Mücadele başlıyor.

Kadın "kaybolan yıllar"ını hiç değilse paraya çevirmek istiyor; erkek "iş"i en az maddi kayıpla bitirmek istiyor.

Kadın aldatıldığını, erkek geçinemediklerini ispata çalışıyorlar.

Yıllar sürüyor bazen.

Ne oluyor?

"Kaybolan yıllar"ın üstüne birkaç yıl daha ekleniyor.

Yasalar yenileniyor, ama olmuyor. Mahkeme süreci hep sancılı.

"İnsan" faktörü var elbet. Yasalar değişiyor ama "insan" değişmiyor.

Zaman geçiyor...

İki sevgili...

O eski şarkıdaki gibi, bütün aşklar tatlı başlıyor.

"Meleğim, nonoşum, aşkınla sarhoşum."

Sonra...

Sonra bir gün kadının içine "evlilik ateşi" düşüyor.

Sevgililik yetmiyor.

Erkeğin karısı olmak istiyor.

Erkek de istiyorsa mesele yok.

Ama mesela yeni boşanmışsa, biraz ara vermek istiyorsa...

Yahut önceki hikáyedeki gibi henüz bitiremediği bir evliliği varsa...

Veya tercihi evlilik değilse...

Mücadele başlıyor.

Kadınlar için evlilik bir ölçü galiba.

Sevginin ölçüsü.

"Evlenmek istemeyen erkek sevmiyor demektir!"

Bu kadar basit!

İş artık "Beni sevmiyorsun" kavgasına dönüyor.

Döve döve sevmesi sağlanır mı peki?

Hiç duymadık.

Belki de doğru dürüst bir ilişki yaşayacaklarken, kadının evlilik saplantısı yüzünden her şey berbat oluyor.

Kadın bunu hayatında birkaç defa yaşatıyor kendisine üstelik.

Zaman geçiyor...

* * *

Bir haber vardı gazetede... Kadınlar yaşlanınca daha mutlu oluyorlarmış.

"Yorgan gitti kavga bitti" diyorum ben buna.



MIŞ-MUŞ

ABD’de yapılan bir araştırmada, güzel ve seksi olanların sesleri güzel olmasa da insanlara güzel geldiği belirlenmiş.Bizim kızlarınki cahil cesareti değilmiş meğer, bir bildikleri varmış!

İki yıl sonra 41 kent susuz kalacakmış.İyi ki il sayısını 67’den 80’e çıkarmışız!
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

19 Temmuz 2008
Aşk şarkıları... Eskisiyle, yenisiyle... Hani misal "İçimde kim vardır bir bilebilsen, kendini bulursun kalbime girsen"den tutun da "Cenneti değişmem saçının teline, ömrümün yettiği kadar seni severim"e kadar...

Bu gibi şarkıların hepsinin, ilişkinin kaçıncı ayında yazıldığına bir bakılsa diyorum... Aşk konusunda bayağı kapsamlı bir araştırma yapılmış olur.

Laga luga konuşup duruyoruz, elimizde "bilimsel" bir araştırma olur hiç olmazsa!

*

Şu Cennet şarkısına değinmişken...

Sevgili Hakkı Devrim’e sormak istiyorum, doğrusu "Cennet(e) değişmem saçının telin(i)" değil midir?

"Cennet(i)" deyince aşığın söylemek istediğinin tam tersi bir anlam çıkmış olmuyor mu ortaya?

Bir yandan da "Bir tek ben miyim Türkçe bilen" düşüncesiyle, doğrusunun şarkının dillerdeki hali olduğuna ikna olasım gelmiyor değil.

Son umudum Hakkı Devrim.

*

Madem şarkılardan açıldı söz... Ve de aşktan...

Aslında Demet Akalın’ın şarkısını gelecek kuşaklara, yüzlerce yıl sonraya aktarmak üzere korumaya almak lazım!

Artık TRT mi saklar bir kopyasını... Yahut bu yönde çalışan müzeler mi vardır...

"Sevgilimi koluma takarım

Bebek’te üç-beş tur atarım

Olmadı bi de sinema yaparım

Gördüğün gibi çok unutkanım"

Hani "Aşkın Tarihi"ni araştırmaya falan kalkarlarsa 2008 yılına denk gelen hali budur, bilgileri olsun.

Demet Akalın’ın şarkısı hakikaten durumun özetidir.

*

Eda Taşpınar

Süreyya Yalçın

Bakıyorum, ikisini birbirinin alternatifi gibi görenler var. Aynı kefeye koyanlar...

Yapmayın arkadaşlar!

Birini, hemen öylece, üstündekilerle dünyanın moda merkezlerinden birine, en ünlü modacıların defilesine götürüp podyuma koyabilirsiniz. Ötekiniyse Katar Emiri’nin sarayına!..

*

Kim, nerede, ne yaparken görüldü!

Hani gazetelerin böyle köşeleri var... Oradan esinlenerek...

TAYYİP ERDOĞAN: Her ihtimale karşı kendisine bir CV hazırlarken.

ABDÜLLATİF ŞENER: Kısa dönem hapis yatmasını sağlayacak sakıncalı bir şiir ararken.

HİLMİ ÖZKÖK: "Gizli Kalmış Deyimler Sözlüğü" hazırlarken.

TOLON ve ERUYGUR PAŞALAR: Önlerindeki deftere 100’er kere ’Darbe kötü bir şeydir’ yazarken.

AHMET ALTAN: Tişörtüne "Yaşasın Ergenekon" yazdırırken.

RAHMİ KOÇ: Sinekkaydı tıraş olurken.

FOK BADEM: Bir televizyon kanalıyla jüri üyeliği ve bir sabah programı için anlaşma imzalarken.

GÜLBEN ERGEN: Aynanın karşısında Atlas bebeği nasıl tutarsa daha iyi fotoğraf vereceğinin provasını yaparken.

TUBA ÜNSAL: Ha bire aşka yelken aça aça Yelken Kulübü’nden onur ödülü alırken.

ANGELINA JOLIE-BRAD PITT: Yeni bir çocuk yapmak için döşek ararken.

HINCAL ULUÇ: Hıncal Uluç’a hayranlığını belirtip, tebriklerini iletirken.

HERHANGİ BİR TÜRK: "Ergenekon’u Anlamak" adlı kitabı okurken.

SEREN SERENGİL: Tütüsünü giymiş piyano çalarken ve "Bana dadımı çağırın" diye bağırırken.

KAYAHAN: Nilüfer için bir Ergenekon planlarken.

MIŞ MUŞ

ÆZamanın her şeyin ilacı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış.Bilim için de ilaç; bakın cümle álemin bildiği şeyi zamanla kanıtladılar çok şükür!

ÆKüresel ısınma böbrek taşı yapıyormuş.Bu da Ergenekon gibi bir şey demek, her şeyin müsebbibi!

ÆTuba Ünsal ile sörfçü Bora Kozanoğlu’nun ilişkisi aşk değil yakınlaşmaymış.Anladık! "Bedenlerin yakınlaşması" yani di mi?
Yazının Devamını Oku

Ebeveyn durumundan aseksüel

17 Temmuz 2008
GAZETEDE okudum...<br><br>450 kişiye inmişler.

Sadece 450 kişi.

Hadi bir o kadar da kendini ortaya koymayan var diyelim... Olsun olsun 900 kişi, bilemediniz 1000.

Kim bunlar?

Aseksüeller.

Yazının Devamını Oku

’Yaşlanma’ belirtileri

15 Temmuz 2008
"YAŞLANMA" deyince, illa dünyaya gelişinizin üzerinden 70-80 yıl geçmesi şart değil...<br><br>35 yaşında da "yaşlanmış" olabilirsiniz. Şu aşağıda sayacağım durumlardan birkaç tanesi sizde de mevcutsa eğer...

Ki şu satırları kaleme almama neden olan kişi 36 yaşında bir "yaşlı"dır.

Ne yapmıştır?

14 yaşındaki oğlunun haftalık mizah dergilerindeki esprilerin nesine güldüğünü anlamadığını ifade etmiş ve bu yazı için bana ilham vermiştir.

Sahi önce mizahla ilişkisi kesiliyor galiba "yaşlanan"ın.

Başka neler olabilir belirtileri...

Devamlı hareket halinde olan çocuklara bakıp "Nereden buluyorlar bu enerjiyi" diye düşünmek mesela...

* * *

Aynı volümdeki müziğin sesini her gün biraz daha yüksek bulmak...

* * *

Aşk diye bir şeyin olmadığına hükmetmek...

* * *

Kadınsanız, erkeklerden bahsetmez olmak; erkekseniz, her lafın sonunu kadınlara bağlamak...

* * *

Gittikçe canı kıymetli olmak...

* * *

En son gidilen konserin Barış Manço-Kurtalan Ekspres mi, Cem Karaca-Moğollar mı olduğunu hatırlamamak...

* * *

Sorana artık bastığın değil bitirdiğin yaşı söylemek; insanın doğar doğmaz 1 yaşında olamayacağı gerçeğine sımsıkı sarılmak...

* * *

Cep telefonunun mesaj mönüsüne hiç uğramamak...

* * *

Allah’ın adını daha sık anmak; "İnşallah"ı, "Maşallah"ı dilden düşürmemek...

* * *

Serin yaz akşamlarında yarı çıplak kızlara bakıp "Üşümüyor mu bunlar" demek...

* * *

Son kozu kullanmak...

Gömlekten bir düğme daha açmak mesela. Bir başka deyişle "görünen kısımlar"ı yetersiz bulup "görünmeyen güzellikler"i takviye olarak devreye sokmak...

* * *

Nasıl göründüğünle ya çok ilgilenmek, ya hiç ilgilenmemek...

* * *

Kendimden hareketle, daha önce buna benzer bir yazı yazdığın konusunda şüpheye düşmek fakat doğruluğunu asla hatırlamamak...

* * *

Bunlardan birkaçı sizde de varsa "Geçmiş olsun" diyeceğim ama bunun geçeni yok!

MIŞ-MUŞ

Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcılığı’na bir kadın getirilmiş.Kimse o getiren, cep telefonunu kurcalayan karısına baktı baktı, kadındaki Allah vergisi istihbarat yeteneğini gördü demek!

Bilge, "Tarkan’la değil işimle anılmak istiyorum" demiş.Halbuki gerçeği kabul edip kartvizitine bile yazdırsa paşa paşa...

2007’de ikinci olan öğrenciler, bu sene tekrar ÖSS’ye girip birinci olmuşlar.Seneye yaldızlı takdirname bekliyoruz!
Yazının Devamını Oku

Bir Türk’ün günlüğü

13 Temmuz 2008
6 Temmuz...<br><br>Sevgili günlük, Çok geç uyandım. Malum, bütün gece ayaktaydım. Çay demledim, bekledim fakat gelen giden olmadı.

"Senin ne korkun var?" diyeceksin...

Sorma! Bir eşeklik yaptım, Niyazi’ye "Piyasa bombok" dedim. Bunun ne demek olduğunu sen bilmezsin, direkt olarak hükümetin icraatını hedef almış oluyorum.

Gerçi Niyazi kimseye söylemez fakat "yerin kulağı var."

Sen bu tabiri de bilmezsin tabii. Annem iyi bilir. Zaten yıllardır tekrarlaya tekrarlaya nihayet can bulmasına sebep olanın da annem olduğu kanaatindeyim.

* * *

7 Temmuz...

Sevgili günlük,

Kafam çok karışık.

Bizimki "Bütün gazeteleri okursan karışır tabii" diyor.

Bilmiyorum... Öğleye kadar demokrasi yolunda dev adımlar atıldığını, öğleden sonra teokrasiye doğru yol aldığımızı düşünüyorum.

Bu med-cezire hangi bünye dayanır, sorarım sana?

Gözaltına değil ama Balıklı Rum’da müşahede altına alınabilirim.

* * *

8 Temmuz...

Sevgili günlük,

Hiçbir şeyle ilgilenmemeye karar verdim.

Evdekilere de söyledim, olanlardan beni haberdar etmeyecekler.

Hayır, bir insana bu kadar yüklenilmez ki!

Doğdum, bir kulağıma hoca ismimi üflerken öteki kulağıma memleketin meselelerini üflediler! O gün bu gündür yediğim içtiğim içime sinmiyor. Şöyle televizyon karşısında kaykılamıyorum bile. Tam kaykılırken "memleket batıyor" deyip doğruluyorum.

En boktan rejime bile razıyım artık. Bilirim hiç olmazsa, "budur" derim.

Utanıyorum vallahi!

Bir yabancı gelse "Sizde ne var?" diye sorsa... Yani laiklik, demokrasi, şu bu olarak... Ne desem yalan olacak.

"Biz bakıyoruz daha" mı diyeceğim?

"Hatta turnuvamsı bir şey tertipledik, bakalım, arkadaşlar kıran kırana mücadele ediyorlar"!

* * *

9 Temmuz...

Sevgili günlük,

- M.Y.X.T.V.N.Y.Y.

- Ş.Ş.T.

- K.K.T.M

Anlayamadın tabii ne dediğimi.

Niyazi’yle aramızda şifreli konuşuyoruz artık. Gördüğün gibi "Demokrasilerde çare tükenmez!"

Şuna karar verdim, bir insanın kıçı tutuşunca zihni açılıyor!

* * *

12 Temmuz...

Sevgili günlük,

Sonunda korktuğum başıma geldi.

İki gündür sorgudaydım. Bir şekilde senden haberleri olmuş. "Demokrasilerde çare tükenmez" lafına takmışlar.

"Darbe mi yapacaktınız?" diye sordular.

"Demokraside çareyle ’darbe’nin ne ilgisi var?" diye bir karşı soruyla ben de bir nevi soruşturmaya katkıda bulundum.

"Çok ilgisi var, kaç defa gördük" dediler.

İki gün dil döktüm. Bunun Türkler arasında bir espri olduğunu, misal Viagra içen adamın, sevgilisine "Gördüğün gibi demokrasilerde çare tükenmez" dediğini anlattım; bunu bilmediklerine göre uzaydan gelmiş olabileceklerini düşündüğümü söyledim.

Sonunda ikna oldular.

Ancak bir daha böyle şakalar yapmayacağıma dair bir belge imzalattılar.

MIŞ-MUŞ

Obez erkeğin sperm kalitesi düşükmüş.Literatüre, "O... çocuğu"nun yanına ekleyin, "Obez çocuğu!"

Fransa Cumhurbaşkanı, "Türkler çok büyük bir millet" demiş.Baktı demek, "Bu kadar çok bölünebildiklerine göre..." dedi!
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

12 Temmuz 2008
Sayın Başbakan’ımızın, Rahmi Koç’un sakal-bıyıklı adamı işe almamasından hareketle "ayrımcılık" üzerine yapmış olduğu konuşmadan cesaret alarak... Sayın Başbakan’ım!

Bu memlekette vücudu "fit" olmayan kadınlar bazı mekánlara kabul edilmiyorlar, haberiniz var mı?

Yemin ederim, doğru söylüyorum.

Ha, kapıdan çevrilmiyorlar fakat içerideki ahali tarafından sınava tabi tutuluyorlar. Göz ucuyla şöyle bir bakılıyor kapıdan giren kadına... Göbek varsa kadın yok!

Yok farz ediliyor yani.

Personel bile sipariş almaya beş defa çağrıldıktan sonra geliyor.

Diyeceğim, türbanlı kadından ziyade göbekli kadına "zulüm" vardır, bilesiniz!

Bir başka deyişle "Bu topraklarda herkese göre bir ’kamusal alan’ mevcuttur."

*

Suçluların, içeri atıldıklarında sahiden de "içeride" olmaları, dışarıyı görememeleri yani, amaca uygun mudur acaba?

Penceresizlik, kapatılmış olmayı daha da mı ağırlaştırır?

Yoksa insan derhal iç dünyasını mı çıkarır koyar ortaya alternatif olarak?

Eldeki malzemeyle yeni bir hayat mı kurar, belki daha mutlu mesut?

Esas ağır olanı, dışarıyı görmemektir belki de.

Elinde karpuzla eve giden adamı...

Birbirine sarılmış iki sevgiliyi...

Simitçiyi...

Hayatı yani...

Görmek ama katılamamak!

Bence bu daha acı.

O zaman kendi dünyasını da tam kuramaz insan. İki arada bir derede...

Öteki türlüsü oysa... Hani ne derler "Göz görmeyince gönül katlanır."

Diyeceğim, mahkûmlar açısından bakınca, "kapalı" olmaları "iyi hal"idir hapishanelerin.

Yok, sıcak başıma vurmadı... Avusturya’da bir erkek hapishanesinin fotoğrafını gördüm gazetede. Dış cephesi tamamen cam. Ama hücreler iç kısımda yine.

Oradan geldi aklıma.

*

Hepimiz üzgün, şaşkın, endişeliyiz.

Korkuyoruz olup bitenlerden, olacaklardan.

Fakat durumu en kötü olanlar, kendisi "bu taraf"tayken savunduğu bazı değerlerin "karşı taraf"ta kaldığını görenlerdir herhalde.

Tıpkı köyün ortasından sınırın geçmesiyle bir gecede akrabalarıyla "yabancı" olanlar gibi.

Evet, var böyleleri... Bu defa aradaki çizgi o kadar kalın ve net değil gördüğüm kadarıyla.

*

Tarih tekerrürden ibarettir!

Evet, gazeteler eski haline dönüyor.

Yani çocukluğumdaki haline.

"O gazete bizim", "Bu gazete sizin" hali yani.

Epeydir hepsi herkesindi oysa. Birkaç fanatik olanı hariç...

Şimdi yine "gazeteni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim" devri başladı.

Gazetecinin önünde birbirine ters ters bakmalar, "zararlı""zararsız"ların arasına gizlemeler falan...

*

Daha öğrenecek ne çok şey var...

Şu karşımdaki, parmaklığın üstüne tünemiş olan kuş mesela... Kendi minik, kuyruğu uzun.

Adını bilmiyorum.

Hep buralarda mıdır, göç eder mi...

Türkiye’ye ilk gelişi olmadığı kesin ama.

Bugün ortaya çıkmış yeni bir tür olmadığı da.

Ama ben ilk defa görüyorum.

Başımı kaldırıp bakmamışım...

Gördüysem bile fark etmemişim...

Fark ettiysem bile hakkında bir şeyler öğrenmek için kitap karıştırmamışım, kimseyle üstüne konuşmamışım...

Ki ben doğa ve hayvanlar konusunda "kör" olanlardan değilim.

Daha öğrenecek ne çok şey var...

Bildiklerimizi tekrardan, vakit yok.

MIŞ MUŞ

Æ"Dink iyi ki gebermiş" diyen öğrencisine "Böyle konuşamazsın" diyen öğretmen TRABZON’a tayin edilmiş.Tayin süsü verilmiş idam cezası!

ÆTarkan’la Bilge ağlaya ağlaya ayrılmışlar.Zorla ayıran mı oldu? Sevinç gözyaşlarıdır onlar!

ÆAydan Şener "Aşka inancımı yitirmedim" demiş.Yani, daha hormonları hız kesmemiş!
Yazının Devamını Oku