KUŞKUSUZ kusur bendedir: Beni hayal kırıklığına uğratmayan "Büyük" ressam ve heykeltıraş olmadı. Belki de "Büyük" sayılan sanatçıları röprodüksiyon kitaplarından öğrendiğim içindir. Louvre’da, Prado’da, Roma’da, Vatikan’da hep aynı boşluğu yaşadım. Çünkü hep gizemli, mucizeli bir şeyler bekledim.
Ama bunun tam tersi, Palermo’daki Monreale Katedrali’nde oldu. Kafamda, gözümde hiçbir bilgi yoktu. Savurmasız yakalandım. Güzelliği beklememek, hayal etmemek gerekiyor demek ki... Birden çıkacak karşımıza. "Öylesine çok düşledim ki seni yitirdin gerçekliğini" diyen Fransız şair Robert Desnos kesinlikle haklı.
Monreale Katedrali’nde karşınıza birden "Pantocrator" İsa çizimi çıkıyor, elinde kitap, kitapta "Dünyanın ışığıyım ben, peşimden gelen karanlıkta yürümez" yazıyor.
* * *
Bundan büyük şaşkınlığı 1980’de Olympia’da yaşadım. Antik Olimpiyatların yapıldığı kutsal yerdeki küçük müzede. Galiba ekimdi aylardan. Aliki ve Yannis Goumas gecikmiş balaylarına çıkarken beni de Mora’ya (Peloponessos) götürmüşlerdi. Bu süre içinde "Aliki ve Yannis Goumas İçin Peloponez Notları"nı yazmıştım.
Olympia Arkeoloji Müzesi’nden içeri girdim, sağa gördüm ve donup kaldım. Praxiteles’in "Hermes" heykeli karşımda duruyordu. Kaskatı kesildim. Büyülendim ve heykele daha fazla yaklaşamadım. 1989’da Ülker’le birlikte gittiğimde, ancak o zaman yaklaşabildim.
* * *
Marais’deki (Paris) Picasso Müzesi’ne 1986’da Ülker’le birlikte gitmiştik. Kocaman bir konak (Hotel particulier)... Picasso’nun elinden çıkma ne kadar deneme, ne kadar ıvır zıvır varsa tıka basa doldurmuşlar. Adam neredeyse "davul tozu" ve "minare gölgesi" ile çalışmış: Kibrit çöpleri, kutular, teller, kumaş parçaları, vb. Denemedik malzeme ve form bırakmamış, ama çoğunu da sürdürmemiş. Ama patent onun, Picasso’nun. Yüzlerce, binlerce...
Bir ara Ülker’e "İyi ki ressam değilim!" dedim. "Adam ırzına geçmedik hiçbir şey bırakmamış!"
* * *
Uzun zamandır müzelere, resim sergilerine gidemiyordum, gidemiyorduk. Bu ekimde, Ülker’in bastırmasıyla Brüksel’deki Belçika Kraliyet Müzesi’ne gittik. Gene eski bir konak ve saray. Otel yapacaklarına müze yapmış salaklar.
Charles Hermans’ın (1839-1924) "Dageraad Şafağında" (A l’Aube du Dageraad, 1875) tablosundan söz etmek istiyorum. Burjuvazinin çöküşü ile proletaryanın tevekkülünü yansıtıyor: Bir gazinonun önünde bir sarhoş burjuvanın koluna girmiş iki kadın. Arkada bir başka burjuva güzeli. Tablonun sol tarafında bir proleter grubu: Yaşlı bir işçi, tahta ayakkabı (sabot) giymiş bir çocuk ve bir kadın. Yaşlı adam yere, çocuk burjuva kadınlara bakıyor. Arkada iki hamal. Burjuvalar, proleterlere göz ucuyla bile bakmıyorlar. Kaldırımın üzerinde kokuşmuş çöpler ve taze bir çiçek demeti.
Tablo sergilendiği zaman toplumsal göndermeleriyle büyük yankılar uyandırmış; muhafazakár resmin sonu olmuş. Belçika resim tarihinde bir köşe taşı.
Tablonun karşısına geçtim ve yaptıkları toplumsal içerikli resimler yüzünden hapse atılan ressamlarımızı düşündüm. Bir de "mesaj"dan nefret eden "masaj" severleri...