Paylaş
Şu bilgi kesin: Sağlıklı kalabilmek için D vitamini yaşamsal bir besin unsuru...
Sağlığın pek çok süreci D vitamini eksikliğinde işlemez hale geliyor. Kısacası bedeninizde yeteri kadar D vitamininiz yoksa sağlığınız tehlikeye giriyor.
Şu bilgiden de hiçbirimizin en ufak bir kuşkusu yok: D vitamini noksanlığı evrensel bir problem. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin şehirlerde yaşayanların en az üçte birinde D vitamini eksikliği belirleniyor ve zaten bu nedenle de D vitamini takviyeleri çok yaygın bir kullanım alanı buluyor.
Peki “fazla kullanım” yani “bedene aşırı D3 vitamini yüklenmesi” durumunda ne oluyor?
“Doğru kullanım yöntemi” ve “doz”lar ne olmalı? D vitamini fazlası bizi zehirler mi? Fazlalığın belirtileri neler?
Merak ediyorsanız buyurun...
MAKUL MiKTAR NE KADAR?
D vitamini optimum seviyesi için laboratuvar kağıtlarında yazan değerler (benim kanaatime göre de) pek doğru ve geçerli değil. Optimum D vitamini aralığı için de evrensel bir değere sahip değiliz.
Genel kabul 30 ng/ml’lik bir D vitamini seviyesinin normal kabul edilebileceği yönünde... Ama ben ve benim gibi düşünen pek çok hekim optimal seviyelerin 40-80 aralığında olduğunda hemfikir.
100’ün üzerindeki değerlerin ise zararlı olabileceği kabul ediliyor.
Günlük doz konusunda da ortak bir fikir yok. Yaşa bağlı olarak çocuklar ve hamileler için 800, sağlıklı yetişkinler için 400 ünite civarında D vitaminine ihtiyaç olduğu belirtilse de bu rakamı 1000-3000 arasında değiştirenler var.
Bana göre “kişiye özel” ayarlamalar yapmak ve güvenli üst sınırın günlük 4000 üniteyi geçmemesine dikkat etmek gerekiyor. Analiz sonucunda kan seviyesi 40-80 aralığında olan bir yetişkine günlük 1000 ünite takviyenin yeterli olabileceği söylenebilir.
D3’ÜN FAZLASI NE YAPIYOR?
Fazla D3 her şeyden önce kanda kalsiyum seviyelerinin aşırı yükselmesine yol açıyor. Bu durum da kendini mide bulantısı, yorgunluk, susuzluk, sık idrara çıkma, baş dönmesi gibi belirtilerle gösteriyor.
İştahsızlık, karın ağrısı, kabızlık da yine yüksek dozda D vitamini kullanımına bağlı kalsiyum artışının
işaretleri...
KEMİKLER VE BÖBREKLER DE ETKİLENİYOR
D3 toksikozunun kemik sağlığını da olumsuz etkileyebileceği aklınızda olsun. Yüksek dozlarda D vitamini alanlarda K2 vitamini aktivitesi düşüyor.
K2 aktivitesi azalınca da kemiklerden kalsiyum kaybı başlıyor. Kemikler zayıflıyor, güçsüz düşüyor. Zaten bu nedenle de yüksek doz D3 vitamini aldığı tespit edilenlere mutlaka K2 takviyesi yapılıyor.
Aşırı dozda D vitamininin böbrek hastalığına yol açabileceği de aklınızda olsun.
Özellikle tekrarlanan D vitamini enjeksiyonları böbrek hasarı ihtimalini yükseltiyor.
D3 TOKSİKOZU NASIL TEDAVİ EDİLİYOR?
D vitamini kullanımı hemen sonlandırılıyor. Kalsiyum seviyeleri takibe alınıyor.
Yüksek bulunursa kalsiyum dengeleyici tedaviler düzenleniyor. K2 takviyesi öne çıkarılıyor.
D vitamini seviyeleri 100’ün altına inene kadar da yakın takip sürdürülüyor.
MiTOKONDRiLERiMiZ NEDEN ANNELERiMiZDEN GELiR?
Bir dostun gönderdiği WhatsApp mesajı bugün yine mitokondrileri gündeme getirmemize sebep oldu. WhatsApp mesajı Chicago’da (ABD) yaşayan bir genetikçi Türk meslektaşımızdan... Kendisi bunu annesinin ölümü üzerine yazmış. Mesajın özeti şu: “Annem öldü ama mitokondrisi bende kaldı, bende yaşamaya devam edecek.”
Daha önce de yazdım, mitokondriler hücrelerimizin enerji santralleri. Son derece mühim işler başaran ama özellikle enerji üretimi ile görevli minik organcıkları. Bu organcıklar da bize babalarımızın değil, analarımızın hediyesi.
Mitokondrideki DNA babalardan değil, annelerimizden bize kalıtımla geçen gerçek bir hazine. Peki mitokondrileri neden annelerimizden alırız?
Biliyorsunuz, annelerin yumurtaları erkeklerin spermiyle birleştiğinde “döllenme” olarak özetlenen süreç başlıyor. Bu süreci embriyonun oluşması ve bebeğin dünyaya gelmesi izliyor.
Spermlerin de tıpkı yumurtalar (ovum) gibi mitokondrileri var ve zaten mitokondrilerinin ürettikleri enerji sayesinde uzunca bir yol kat ederek rahimde yerleşik yumurtaya ulaşabiliyorlar.
Ancak bu yolculuk sırasında spermlerin kuyruk kısımlarında bulunan mitokondriler yorgun ve bitkin düşüyor. Ayrıca mitokondriler spermlerin sadece kuyruk kısmında bulunuyor, yumurtaya giren ön bölümü sperm içermiyor.
Bu nedenle de yeni doğan her çocuğa mitokondrilerini babalar değil, anneler hediye ediyor. Yaşam boyu enerjimizi üreten mitokondriler de işte o mitokondriler oluyor.
BAĞIŞIKLIĞIN KAFASI KARIŞINCA NE OLUR?
Bağışıklık sistemimizin olağanüstü yetenekleri var ve biz o yetenekler sayesinde mikrobik hastalıklardan korunuyor, kanserden uzak kalıyoruz. Bizi iç ve dış düşmanlarımızdan koruyan bu sistemin önemli bir özelliği de kendinden olanı tanımak...
Eğer iyi işleyen bir bağışıklık sisteminiz varsa, o sistem sadece dıştan gelen düşmanlara (mikroplar) ve içinizde gelişen sapık, anormal hücrelere (kanserler) karşı savaş açar. Ama “kendinden olanı” mutlaka tanır. Kendinden olana saldırmaz. Kendinden olana savaş açmaz. Kendinden olanı tahrip etmeye kalkmaz.
Ama bu mühim biyolojik kuralın değiştiği durumlar olabiliyor. Bu durumlar sistemin kafasının karıştığı, kısa ya da uzun süreli şaşkınlıklar yaşadığı dönemler oluyor. İşte bu kafa karışıklığı ya da şaşkınlık periyotlarında sistem kendi hücrelerine karşı da saldırıya geçiyor.
Mesela tiroit hücrelerine savaş açıyor, Haşimato hastalığı gelişiyor. Mesela karaciğer hücrelerine saldırıyor, hepatit süreci devreye giriyor. Mesela eklemleri tahrip edici antikorlar üretiyor, romatizmal hastalıklar (romatoid artrit) baş gösteriyor.
Kısacası bağışıklık sisteminin kafasının karışması mühim, hem de çok mühim bir sorun.
Paylaş