Paylaş
Çünkü yan yana sıralanmış ihtişamlı tarihi binaların altında irili ufaklı aydınlatma dükkanları var.
O dükkanlarda yanıp sönen led’lerin de burayla pek uyumlu olmayan sakil bir hali, sahte bir neşesi...
Neyse ki Bankalar Caddesi’ni canlandıracak, buraya iyi gelecek bir sanat kurumu var artık: Salt Galata.
Eski Osmanlı Bankası binasının içinde açılan Salt Galata’yı cumartesi günü gezdim ve içinden hiç çıkmak istemedim diyebilirim!
Bir kere bina görkemli bir şekilde yenilenmiş.
Kapısından girer girmez etkileniyor, kendinizi Paris’teki müzelerden birinde gibi hissediyorsunuz.
Dahası, Salt Araştırma adlı iki katlı kütüphane hem tasarımı hem de kaynaklarıyla göz alıcı bir yer.
İster buradaki sanat, tasarım ağırlıklı kitaplardan/dergilerden yararlan, araştırmanı yap.
İster laptop’unu al ve kafana göre otur, çalış...
Salt Araştırma kütüphanesi gerçekten nefis bir yer olmuş, hiç abartmıyorum.
Salt Galata’nın gözde yerlerden birisi de, adını Venedik’in en güzel saraylarından birinden alan restoran Ca’d’Oro...
Doors grubunun işletmesini üstlendiği Ca’d’Oro’nun manzarası ilginç: Bir yanda tarihi yarımada silueti diğer yanda o silueti bozan metruk Karaköy binaları...
Çalışanlar özellikle, “Mutlaka gece gelin, mekanın loş aydınlatması nedeniyle harika görünüyor manzara” dediler. Unutmadan, Ca’d’Oro gece 02.00’ye kadar açık bir restoran bar.
Kısa zamanda popüler olacağı aşikar buranın.
Zaten Bankalar Caddesi en başta da dediğim gibi Salt Galata sayesinde pek yakında bambaşka bir yer olacak.
Çünkü bazı girişimciler cadde üzerinde butik otel ve restoran açmak için bina yenileme işlemlerine başlamışlar bile.
Kısacası, geçen yıl Şişhane’de başlayan eğlence ve sanat hareketlenmesi ve dolayısıyla semtlerin önlenemez evrimi Karaköy’e doğru hızla genişliyor.
Beklenmedik bir anda: PiPa
Cuma günü Nişantaşı’nın en yeni restoranı PiPa’nın açılışına gidenler şaşkındı. Çünkü böyle bir yer beklemiyorlardı.
“Böyle bir yer”den kasıt: Bu kadar büyük bir yer, bu kadar kimlikli bir yer, bu kadar hem spor hem de şık olan bir yer ve bu kadar büyük barı olan bir yer.
PiPa bir İtalyan restoranı.
Aslında Mahmut Anlar imzalı siyah ağırlıklı şahane dekorasyona bakıp Uzakdoğu restoranı sanmak ya da girişteki uzun masaya kanıp tapas bar zannetmek de olası PiPa’yı.
Ama PiPa’cılar net, “Burası makarna ve pizza odaklı bir yer.”
Pizzalar şu kenarı kalın olanlardan, has Napoli pizzası yani. Mekanın şefi de yine oralardan, Enzo Carbone.
PiPa’nın bence en güzel yanı barı.
Ortaya konuşlanan geniş barın etrafındaki kalabalık muhabbetler, kısa sürede en gözde şeylerden biri olacak, orası kesin.
Unutmadan, PiPa ne Abdi İpekçi ne de Mim Kemal Öke’de. Umulmadık bir yerde: Nişantaşı girişindeki Yekta’nın yanındaki sokakta.
Bir ‘geride kalan’ olarak Ali Taran
Herkesin gözü onun üzerinde.
Herkes ondan nefret ediyor.
Sürekli, “Keşke şöyle yapsaydı, aslında şöyle yapmalıydı” deniliyor.
Kendisini tanımam etmem, ama bu kadarı da bünyeye fazla geliyor.
Zaten vefat eden eşi onu yeterince cezalandırmış.
“Cenazeme gelme” demiş.
Ve Ali Taran yıllarca beraber vakit geçirdiği insanın cenazesinde en arka sıralarda kendine ancak yer bulabilmiş.
Yani olup bitende baştan sona bir bahtsızlık zaten mevcut.
Daha fazla üstelemek, Ali Taran üstünden duygusal linci abartmak yersiz. Tamam, tüm okların ona yönelmesinde hata yine kendisinde.
Son altı ayı pembe dizi kıvamında göstere göstere yaşadığı için...
Ama bu onun tercihiydi:
Ölümü beklemekten vazgeçti ve sanırım dibine kadar yaşadığını ispat etmek için bünyesine, başka sularda -etrafına bolca su sıçratarak- kulaç atmak hoşuna gitti.
Paylaş