Paylaş
Filmlere konu olacak, gençlere örnek olacak türden.
Düşünün, film şöyle başlıyor:
Anne, tabanca parası kazansın diye oğlunu Ankara’ya yolluyor.
Neden? O tabancayla babasını vursun diye!
Film bu şekilde dramatik bir başlangıç yapıyor ama sonrası bambaşka gelişiyor.
O çocuk Ankara’dan sonra bir şekilde kapağı Londra’ya atıyor. Önce bir dönercide çalışıyor, orayı adam ediyor.
Ardından herkesin konuşacağı restoranı Sofra’yı açıyor, kapının önünde kuyruklar oluşmaya başlıyor.
Kraliyet Ailesi mensuplarından dönemin birçok ünlüsüne kadar herkes Sofra’nın yemeklerini tadıyor.
Türkiye’den Londra’ya ayak basan Türklerin de ilk işi Sofra’ya uğramak oluyor.
Kısacası Hüseyin Özer yoktan kendini var ediyor.
Muhteşem bir iş başarıyor.
BİR TIK ÖTESİ DÜĞÜN SALONU
Ve bu hafta içinde Sofra’nın İstanbul ayağı resmen açılıyor.
Karaköy’de, tam da Maya’yla Karaköy Lokantası’nın olduğu hat üzerine konuşlanan mekânı gittim gördüm.
Ve açıkçası hayal kırıklığına uğradım.
Öyle şatafatlı bir mekân yapmışlar ki, bu görkemin bir tık ötesi düğün salonu. Hani ortada sadece oynanacak pist eksik...
Nerede o Londra Mayfair’deki mütevazı, kendi halindeki dükkan?
Nerede Karaköy’ün ortasına bomba gibi düşmüş bu görgüsüz koca mekân?
Her şey bir yana Karaköy’ün şu anki ruh iklimiyle feci uyumsuz olmuş Sofra.
LONDRA’DA GÜZEL AMA...
Dahası, Türk müşterinin Londra’daki Sofra’da ızgara köfte/tavuk yemeyi çekici bulması çok doğal.
Ama burada köfte/tavuk ve benzerlerini yemek için binbir seçenek var.
Elbette sadece köfte yok Sofra mönüsünde. İyi bir meyhanede bulabileceğiniz mezeleri de var.
Ama yine aynı dert: O kadar çok modern meyhane var ki civarda, neden Sofra’nın kasıntı ortamına girip meze yenilsin?
SORUMLULUK ONDA
Buradaki mekânın esas sorumlusu ise pırlanta gibi bir adam.
Bir süre önce Colonie’den ayrılan, kalburüstü yemek müşterisini çok iyi tanıyan, yıllar içinde onların sevgi ve saygısını kazanmış Deniz Zengin.
Eminim onun sayesinde Sofra kısa sürede toparlanacak, vizyonunu değiştirecektir.
Mecburen.
Niye böyle diyorum?
Çünkü İstanbul mekân müşterisinin vizyonu, yemek anlayışı uçtu gitti. En iyisini, en yenisini talep ediyor artık.
Parlak başarı hikâyesine bakmıyor, önüne gelen yemeği ve ambiyansı önemsiyor.
Bir tek duyduğum: Ayşegül
Hani derler ya, “O benim kısa pantolonlu halimi bilir” diye.
Ayşegül Aldinç de aynen öyle.
Kısa pantolonlu çocuklum halim olmasa bile (o kadar da değil tabii!) gazetecilikteki tıfıl hallerimi bilir.
Kaç röportaj kaç çekim yapmışımdır onunla. Bir kere çok matraktır.
Bazen konuşurken öyle ilginç, daha önce hiç duymadığın kelimeler kullanır ki, “Dur şunu bir not edeyim” dersin, o derece...
Ve şimdi Ayşegül, ona yakışan bir şarkıyla yeniden aramıza döndü: Bir Tek Gördüğüm (Mabel Matiz’e ait bir şarkı).
Günlerdir şarkıyı dinliyorum, nefis...
Ayşegül’ün beş yıl önce çıkardığı Lil Lal Lal La La adlı şarkıdan hiç hazzetmemiş, hatta o dönem olumsuz yazmıştım.
Ama Bir Tek Gördüğüm olmuş işte.
Hem de cuk.
Tek temennim şimdi şu: Bu şarkıdan sonra şöyle 10 şarkılık tadına doyulmaz bir Ayşegül Aldinç albümü...
Paylaş