Paylaş
İstanbul’un mekan olayı da biraz o hesap.
Atiye Sokak’taki bir apartman dairesine ilk The House Café’nin açılmasından (yıl 2002) sonra peş peşe kafe ve restoranlar açılmaya başladı.
Önce tüm açılanlar The House benzeri oldu.
Sonra herkes kendini bulmaya başladı.
Şimdi ise mekan patlamasına yetişmek mümkün değil. Sürekli yeni bir yer açılıyor. İşte en güncel, en yenilerin karnesi. Artısı eksisiyle...
- RAKILI LEVREK
Rakı ve ezine peynirli soslu levrek...
“Acaba nasıl bir şey ki?” diye denedim ve günlerdir unutamadığım yegane lezzetlerden biri oldu.
Nerede mi?
Beyoğlu’ndaki Kumbaracı Yokuşu’nun başında açılan Yeni Lokanta’da...
Mekanın sahibi ve aşçısı tanıdık. Changa’da ünlenmiş, yemek yazıları da yazmış Civan Er.
Yeni Lokanta yemekleriyle Nişantaşı’ndaki Kantin’i anımsatıyor. Ama tabii oradan bir tık daha pahalı...Mekan sürekli dolu. Neredeyse saatlik rezervasyon alıyorlar. Bu yüzden barda yedik içtik mesela.
Gel gör ki diğer masalara rezervasyon yaptıranlar biz kalkarken hâlâ gelmemişti. Malum, İstanbul trafiği. Bizi masaya geçici olarak oturtabilir, bu konuda daha pratik hareket edebilirlerdi diye düşünüyorum.
Tıpkı yemeklerin kendisi gibi, daha Türk işi pratik...
- ZİLİ ÇAL VE İÇERİ GİR
Zili çal, kapıyı açsınlar ve içeri buyur edil!
Yeni Lokanta gibi Kumbaracı’da konuşlanmış, aslında gizlenmiş desek daha doğru, Cochine’in olayı bu. İstanbul’da pek alışık olduğumuz bir durum değil. Tamam Paris’te, Berlin’de filan bu tarz “kapıyı çal, içeri gir” çok var, ama dış mekan İstanbul olunca haliyle bir çekiniyor, işkilleniyorsun...
İçeriden nasıl bir şey çıkacak, kapıyı açan kim olacak filan diye...
Bu arada Cochine aslında yeni bir yer değil.
İlk açıldığında adı Indochine idi. Şimdi ise değişmiş, Cochine olmuş. Ama konsept aynı: Vietnam mutfağı.
Yemeklerini yemedim ama Vietnam kahvesine kefilim. Şömine karşısında Vietnam’ı tanıtan fotoğraf kitabı karıştırırken kahve içmek her şeyi unutturan türdendi...
Bazı geceler canlı müzik, DJ olayı filan da oluyormuş, onu da yakalamak lazım.
Ve ne tuhaf, içerideki rutubet kokusuna da bir süre sonra alışıyor bünye...
- KARAKÖY’ÜN YENİLERİ
Karaköy’de sürekli yeni bir mekan açılmasına artık alıştık. Son yeniler, Baltazar ve Naif oldu.
Naif’i daha çok sevdiğimi söylemeliyim.
Bir kere adı Türkçe. Neden hâlâ yabancı isim sevdalısı mekan sahipleri anlamak zor.
İstenirse şahane Türkçe isimler bulunabiliyor işte.
Naif’in yemekleri Türk mutfağından. Ve şaşırtıcı derecede ucuz. Mekanın sahibesi Seray Öztürk bu durumu şöyle açıklıyor:
“İnan herkes bıktı bir yemeğe onlarca lira para vermekten. Bu yüzden burada olabildiğince makul tuttuk fiyatları.”
Öztürk yeme-içme piyasasına yabancı biri değil.
Hatta kendisi über deneyimli diyebiliriz.
Başta Otto olmak üzere Culinary ve Doors Akademi geçmişi var. Naif’in iki adım ötesindeki Baltazar ise ilk başta New York’taki Balthazar’ı anımsatıyor.
Ama dikkat, bizimkinin farkı h’sinin olmaması.
Yani NY’daki Balthazar’ın şubesi filan değil burası... Sadece: Onbeş adım ötesindeki Karabatak misali bir Karaköy kafesi Baltazar. Şimdiden müdavimleri oluşmuş ama: Ağırlıklı yabancı.
- VE BİR TESPİTLEME
Daha denenecek bir sürü yeni mekan var. Ama yakın geleceğin olayı şudur diyebilirim: Artık birbirinin aynısı kafelerden, restoranlardan sıkıldık.
Gerçekten farklı, kimlikli, fabrikasyon ve zincir olmayan (yani şubeleşmeyen) mekanların zamanı.
Çünkü mekanların müşterisi artık akıllandı.
Herkes kendi çapında birer gurme.
İyi yemeğin, lezzetin peşinde. Ve artık kazıklanmak, parasını sokağa dökmek istemiyor.
Bu yüzden farklı olan kazanacak mekan aleminde...
Paylaş