Oktay Ekşi

Gerçek ortaya çıkmalı

29 Ağustos 2010
BU son Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS) olayı ilk değil. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin yaptığı sınavlara özellikle son yıllarda kirli eller giriyor. Sınav sorularını, bakıyorsunuz birileri çalıp kendi camiasının mensuplarına iletiyor. Nitekim önceki yılların “polis” okullarına giriş sınavında da bu yaşandı. Önce onları anımsatalım:
Gerçi “Polis teşkilatının” Fethullah Gülen Cemaati tarafından ele geçirildiği iddiası en az 15 yıl öncesine kadar gidiyor ama son zamanlarda bunu duymayan kalmadı.
Hatta bir aşamada Fethullah Gülen cemaati adına “Bize yakın insanların polis olma hakkı yok mu?” türü bir de açıklama yapıldı.
Ama soru o değildi. Soru, “Polis teşkilatında başkalarının hakkını yiyerek yani yasa veya ahlakdışı metotlarla gerçekleştirilen bir yapılanma var mı, yok mu?” idi.
Nitekim 13 Eylül 2009’da yapılan Polis Akademisi Meslek Yüksekokulları sınavında adaylara sorulan 120 sorudan 88’inin, Fethullah Gülen cemaatine ait Pendik’teki FEM Dershanesi’ne mensup öğretmenler tarafından belli öğrencilere, “KPSS Deneme Sınavı soruları” numarası altında, önceden verildiği ortaya çıktı. Neticede sınav iptal edildi ve 60 bin kadar öğrenci yeniden sınava sokuldu.
Bu örnek henüz -en azından konuyu izleyenlerin zihninde- taze iken, 10 Temmuz 2010 günü yapılan ve 800 bin kadar adayın katıldığı Kamu Personel Seçme Sınavı’nda da, -bazıları karı koca; bazıları yakın komşu olan- 500 adayın eşi görülmedik bir performansla “en yüksek puan” aldığı ortaya çıktı.
Siz burada “örgütlü bir kopyacılık olayı” olduğunu düşünmez misiniz?
Tam da Hanefi Avcı’nın “Haliç’teki Simonlar” isimli kitabında, “Fethullah Gülen cemaatinin, devletin tüm kurumlarını ele geçirmek için akla gelebilecek her metodu uyguladığını” kamuoyuna duyurduğu günlerde...
Gerçi Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan’ın hiç de kendisini hedef almayan iddialar karşısında önce “Biz kopya yapıldığını gösterecek bir veriye ulaşamadık” demesi, sonra da “Bu meselenin yanıtını verdikten sonra bırakıp ayrılacağım” diye tepki göstermesi “Acaba iddialar temelsiz mi?” kuşkusuna yol açtı.
Ama bizzat Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da, “ortada örgütlü bir kopya olduğu” iddiasını ciddiye aldığını söyledi.
Dahası Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bile iddiaları Devlet Denetleme Kurulu’na inceleteceği kamuoyuna yansıdı.
Son olarak Türk Eğitim-Sen isimli sendika Genel Başkanı İsmail Koncuk, soruların ham halinin sınavdan önce Uludağ Üniversitesi mezunu bir adayın e-posta adresine gönderildiğine ilişkin kanıtları ortaya koydu. “Soruların sadece 50-100 kişiye değil binlerce kişiye ulaşmış olacağını” ileri sürdü.
Bu olayın “cemaat” işi olup olmadığını elbet bilmiyoruz. Ama inceleyip gerçeği ortaya çıkarmaya değeceğini söylüyoruz.
Yazının Devamını Oku

Af’fı konuşmayalım

28 Ağustos 2010
BİZİM siyasi liderlere,partinin “yetkili kuruluna” saygı göstermeyi öğretmek galiba pek de mümkün olmayacak. Saygınız olmayınca o kurulun yetkisini de yok sayarsınız. Yok sayınca onun yetkilerini siz kullanırsınız. Ve “parti politikalarını”, örneğin Parti Meclisi yahut Merkez Yürütme Kurulu yerine siz belirlersiniz.

Biz Deniz Baykal’ın bu tabiatını çok eleştirdik, ama dinletemedik.

Şimdi bakıyoruz aynı şey CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nda da başladı. Örneğin tuttu Tunceli’de “12 Eylül’de ‘Hayır’ deyin, Türkiye’nin önü açılsın. ‘Hayır’ deyin Doğu’dan, Batı’dan toplumsal mutabakatla, kardeşlikle genel affın yolu açılsın” dedi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Süha Okay, bu sözlerle ilgili bir soruyu yanıtlarken dün, “Bu yeni bir açıklama değil. 2009 Mayıs ayında Deniz Baykal’ın açıklamalarıyla paralel. Kılıçdaroğlu’nun Grup Başkan Vekili iken yaptığı açıklamalarla (da) paralel. Kılıçdaroğlu’nun söylediği, toplumsal mutabakatı şart olarak öne süren bir ‘af’ söylemidir” demiş.

Gerçekten Deniz Baykal da -aynen Kılıçdaroğlu gibi- bir Güneydoğu Anadolu gezisinde gazetecilere, “Siyaseti silahla yapmayacağım, silahı tamamen elimden bırakacağım dendiği anda af projesi başlar” demişti.

Tamam, Kılıçdaroğlu’nun “af”fı birtakım koşullara bağladığı doğru ama öteki doğru da şu ki, “genel af” gibi, ağza bir kere alınca geri çekemediğiniz bir kavram, bu sözler nedeniyle gündeme girmiş oldu.

Biz de o yüzden, bu “hassas” konunun önce partinin “yetkili” organlarında tartışılması şart değil mi diyoruz.

Nitekim Hakkı Süha Okay, Deniz Baykal’ın o tarihteki sözünü anımsatırken, parti adına bu politikanın izlenmesi, -örneğin- “Parti Meclisi’nin şu tarihli toplantısında kararlaştırılmıştı” deseydi -diyebilseydi- mesele kalmazdı. Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin bağlayıcılığı ve inandırıcılığı da o derecede artardı.
Şimdi bir “genel af”tan söz eden Kılıçdaroğlu’nun, daha önce bu “af”lar yüzünden Türkiye’nin ne büyük bedeller ödediğini bildiğine eminiz.

Ama bilmeyenler için söyleyelim.

Rahmetli Bülent Ecevit, 1973 Seçim Kampanyası sırasında Kars’ta “İktidara gelirsek genel af ilan edeceğiz” dedi. Sonra kurulan CHP-MSP Koalisyon hükümeti döneminde sözünü tutup “af” yasası çıkarttı. Hapishaneler boşaldı.

Ama bir sene geçmeden her şey daha kötü oldu. Çünkü hapisten çıkan “aşırı solcu”larla “ülkücü”ler hızla silahlanıp, yarıda kalmış intikam kavgasını sokağa taşıdılar.

Ülkemizin 12 Eylül 1980’den önce günde ortalama 15-20 kişinin öldürüldüğü anarşi ortamına sürüklenmesinde 1973-74 af yasasının payı büyüktür.
İkinci örneği yine merhum Ecevit’in çıkardığı son “genel af”la yaşadık. O yüzden gazetelerimizde bol bol “Aftan yararlanıp hapisten çıkar çıkmaz eşini (düşmanını, rakibini vb.) öldürdü” başlıklı haberler okuduk.

Şimdi kime bayram sevinci yaşatacağız? Hapisteki kriminallere mi?
Yazının Devamını Oku

25 kuruşa simit yok

26 Ağustos 2010
ÇOK eski yıllarda gazetelerin birinci sayfasında, “Milli Şef -veya Başvekil hazretleri- şehrimizi teşrif ettiler” yani “şehrimizi onurlandırdılar” başlıklı haberler çıkardı.<br><br>Altında da o devlet büyüğünün trenle mi, otomobille mi geldiği, nerede kim tarafından törenle karşılandığı anlatılırdı. Abdullah Öcalan’ın avukatları ona döndü:
Dünkü haberde bildirildiğine göre:
“İmralı Adası’ndaki yüksek güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasını çeken Abdullah Öcalan’ın avukatları (...) dün sabah 09.20’de Adalet Bakanlığı’nın Mudanya’dan kiraladığı tekne ile Gemport Limanı’ndan İmralı’ya hareket etmiş”ler.
Öcalan’ın avukatları meğer, Tuzla Vapuru ile “İmralı 9” adlı teknenin arızalanması nedeniyle ay başından beri görüşmelere kiralık tekneyle gidiyorlarmış.
Öcalan, her çarşamba avukatları, her ayın 2 ve 4’üncü pazartesi günleri 1’inci dereceden yakınlarıyla görüşüyormuş.
Ne fedakâr bir Adalet Bakanlığımız var! Bizden aldığı vergiyle Öcalan’ın avukatlarına tekne kiralıyor.
İyi de hangi gerekçeyle?
Öcalan’ı görmek isteyen avukat verir parasını, tutar teknesini... 
Gerçi bugün “avukatların” yaptığı görüşmeyi tartışmıyoruz. Çünkü nedense bu görüşme herkese pek normal geliyor. Çünkü “Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuru var. Avukatlarının kendisini orada savunabilmesi için bu görüşmeye izin verilmesi zorunlu” deniyor.
İyi de... Adamın tutuklandığı günden beri geçen yaklaşık 4 bin hafta boyunca gerçekleşen 4 bin kadar görüşmeden eğer sadece 5’inde veya 50’sinde o davalardan söz edildi de kalan 3950’sinde “Öcalan’ın PKK’ya talimatları” alındı ve terör örgütüne aktarıldıysa, buna engel olmak gerekmez mi?
Haa... Diyorsanız ki, “Bu devletin de, hükümetin de bildiği ve sürmesinde yarar gördüğü bir durumdur.”
Amenna! Yani “Diyecek bir şey yok” demek gerekir.
Ama o zaman “Öcalan’la görüşen de şerefsizdir, görüşmediğimiz halde bize görüştünüz diyen de!” türü horozlanmalara kalkamazsınız.
Keza “Biz görüşmedik ama devlet adına görüşme elbet yapılır. Nitekim Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit dönemlerinde de Öcalan’la görüşme yapılmıştır” demek geçerli bir savunma mıdır, sormak gerekir.
Biz söyleyelim:
Öcalan’la elbet Başbakan veya bir Bakan görüşmez. Görüşmesi de gerekmez. Ama “devlet görevlisi” birileri görüştüyse “görüşme yapmadık” da denmez. Çünkü siyasi otoritenin izni olmadan hiç kimse Öcalan’la konuşmaz, konuşamaz. Bu ister “MİT Müsteşarı”, ister görevli bir “albay” olsun, fark etmez. Çünkü Öcalan karşısındakiyle belli konuda mutabık kalınca, orada aldığı sözün devlet tarafından uygulanıp uygulanmadığına bakar. Uygulanıyorsa, “Tamam bu mutabakatın altında hükümetin imzası var” diye düşünür.
Kimse “25 kuruşa simit” aramasın... İçinde bulunduğumuz durum budur.
Yazının Devamını Oku

Kartlar açılıyor

25 Ağustos 2010
LAFIN doğrusunu son sıfatı Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı olan Ahmet Türk söylemiş. “Artık Türkiye kırılma noktasına geldi” demiş.Gerçi oradaki “Türkiye” sözü yerine “Başbakan Tayyip Erdoğan” dese daha doğru olurdu. Çünkü gerçekten bir “kırılma noktasına gelmişlik” belirtisi onda var. Önce bir noktaya değinelim:

Bu Demokratik Toplum Kongresi ne mene bir şeydir anlamış değiliz. Gerçi bu kardeşlerimiz iki ayda bir “parti” kurmaya, istedikleri yerde “parlamento” toplamaya, üç kişiyi yan yana bulunca “konferans” düzenlemeye meraklılar.

Son olarak da Mesud Barzani ile görüşmüşler ve Türkiye, İran, Suriye, Irak dahil dünyanın neresinde “Kürt” varsa hepsinin temsil edileceği bir “Kürt Konferansı” düzenlenmesini istemişlerdi. Lakin Barzani daha gerçekçi biri olduğu için “Altyapısı hazır olmadan böyle bir konferans yersizdir” gerekçesiyle öneriyi reddetmişti.

“O olmazsa bu olur” diyerek Diyarbakır’da topladıkları -yapısı belirsiz, kuralı belirsiz, yetkisi belirsiz, etkisi belirsiz- Demokratik Toplum Kongresi bitince, sanki orada alınan kararların, o kararlar için el kaldıranları bile bağlamadığını bilmeyen yokmuş gibi Ahmet Türk bir açıklama yaparak yukarıdaki sözleri söyledi.
Tabii onunla kalmadı. Şimdi Başbakan Erdoğan’ın “referandumdan hayır çıkabilir” korkusuyla ne isteseler vereceğini düşünerek başka talepler de sıraladı:

* Askeri ve siyasi operasyonlar (bununla bazı Belediye Başkanlarının görevden alınmasını kastediyor olabilir) fiilen dursun;

* Abdullah Öcalan’ın çözüm süresinde rol oynaması için müzakere koşulları sağlansın (yani devlet, Öcalan’la karşılıklı müzakere yapabilsin);

* Yeni bir demokratik Anayasa sözü verilsin (yani Kürt kökenli insanlara hangi ayrıcalıklar tanınacaksa söylensin);

* Siyasi nedenlerle tutuklu bulunan Barış Grubu üyeleri (PKK’nın gönderdiği terör örgütü üyeleriyle tutuklu Belediye Başkanları ve diğerleri) serbest bırakılsın;

* Milletvekili seçimindeki yüzde 10 barajı kaldırılsın;

* Terörle Mücadele Yasası yürürlükten kaldırılsın.

Unuttu mu yoksa sözcülüğünü yaptığı Kongre’de uygun görülmediği için mi değinmedi bilmiyoruz ama, “Türkiye’yi 25 özerk bölgeye ayıralım; bizimkine Kürdistan diyelim; bizim bölgenin dış ülkelerle ilişkilerini kendisinin sürdürmesini sağlayalım (Bu Öcalan’ın önerisidir); Kürtçeyi resmi eğitim dili yapalım” dememiş.

Hoş dert edinmeyi gerektiren bir durum yok. Yeni bir “kongre” düzenler, bu talepleri de onun adına ilan edersiniz, olur biter.

Nasıl olsa artık “katiyyen muhatap almadığımız” ve “hiçbir zaman da muhatap almayacağımız” Abdullah Öcalan’la doğruca temas ettiğimiz ortaya çıktığına göre, belki de yeni kongreye gerek kalmaz.

Öyle ya... “Evet” oyunun hatırına verilmeyecek ne var ki?
Yazının Devamını Oku

Demek ki neymiş?

24 Ağustos 2010
HÜKÜMET ile PKK arasında bir diyalog kurulması iyi midir, değil midir ayrı mesele. Siz “iyidir” dersiniz, örneğin biz “değildir” görüşünü savunuruz. Ama “Bir diyalog kurulmuş mudur, kurulmamış mıdır?” sorusuna yanıt arıyorsak, “gerçeği”
konuşmamız lazım.

Şimdi mesele bu!

İsterseniz önce PKK’nın Kandil lideri Murat Karayılan’ın 18 Ağustos 2010 günü PKK’ya yakın bilinen Fırat Haber Ajansı’na verdiği demeci okuyalım:
“(...) Açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de; devletin, önderliğimizle (Abdullah Öcalan) geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır.

Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti, ancak talep üzerine yeniden devreye girerek, hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi.

Değerlendirme sonucunda, hareketimiz barışa bir şans verilmesini yerinde buldu.”

Görüyorsunuz bu sözlerde “ama”, “mama” yok. Gayet net.

Lakin bunları Başbakan Tayyip Erdoğan da gayet açık bir dille, bir değil belki beş kere yalanladı. Kendisinin veya hükümetin “Terör örgütü ile müzakere yaptığını iddia edenleri” müfterilikle suçlamakla kalmadı. “Bugüne kadar böyle bir müzakere olmamıştır, olmayacaktır” dedi.

O da iyi...

İyi ama Başbakan Erdoğan’ın Yalçın Akdoğan isimli Danışmanı’nın Star Gazetesi tarafından yayınlanan “Açık Görüş” ekindeki yazısındaki:

“Hükümetin, PKK gibi bir terör örgütü ile müzakere etmesi söz konusu değildir. Elbette devletin kuruluşlarının cezaevinde kalan bir mahkûmla ister istemez diyaloğu olacaktır. Bunu pazarlık diye yorumlamak yanlış. Eylemsizlik kararı, PKK’nın veya BDP’nin iradesiyle ortaya çıkmadı. Kilit rolü oynayan Öcalan’dır. Örgütün yanlış gidişatını görmüş ve bu sürece müdahale etmiştir” cümlelerine ne diyeceğiz?

Gördüğünüz gibi Akdoğan da -Başbakan gibi- “Müzakere olmadı” diyor ama “Diyalog olmadı” demiyor veya diyemiyor.

Nitekim dünkü Haber Türk Gazetesi’nde, PKK’nın önde gelen isimlerinden eski Van milletvekili Remzi Kartal’ın, Erbil merkezli “Kürdistan Haber Ajanjı”na atfen yayınlanan sözleri bize bu konuda ışık tutuyor.

Buna göre Kartal:

“Çok yoğun bir düzeyde, giderek artan çatışma ortamının referandum sürecini AKP aleyhine olumsuz etkileyeceği açıkça görülmekteydi. Bu olumsuz (...) gelişmeler karşısında AKP’nin yeni bir arayış içine girdiği söylenebilir. Bu temelde Önderliğimiz de (...) yeni bir durum değerlendirmesi yapmıştır” demiş. Bununla da kalmamış:

“Önderliğimizle yapılan diyaloglar elbette ki devletin ve hükümetin bilgisi dahilinde, ilgili kurum ve yetkililer tarafından yapılmaktadır. Ancak bu konunun hassasiyeti nedeniyle detayların kamuoyuna yansıtılmaması da anlaşılır bir durumdur” diye ilave etmiş.

Siz hâlâ “Heron”ları PKK’nın üstünden kimin çektiğini arayın.
Yazının Devamını Oku

Her fırsatta bir adım

22 Ağustos 2010
İMRALI hükümdarının, özel itina ile huzuruna getirilen avukatları aracılığıyla son olarak, “İspanya’daki Katalan bölgesi gibi Meclisimiz olmalı, diplomasiyi biz yürütmeliyiz” talimatı verdiği bildiriliyor. Son bir kere daha soruyoruz: Bu adam “Ateşkes ilan edilsin” diyor, PKK bir bahane bulup “eylemsizlik” kararı alıyor.

Bu adam “1 Haziran’dan itibaren kan gövdeyi götürürse bana kimse gelmesin” diyor, PKK her fırsatta saldırıya geçiyor.
Her şey ortada... Bu adam talimat veriyor, PKK uyguluyor.
Polise taş atan çocuğu “Terör örgütü üyesi” diye tutuklayan, 15 sene hapis cezası isteyen bu devlet değil mi?
Gerçekte örgütle ilgisi olmayanın geleceğini mahvet, ama örgütü yönettiği kendi beyanlarıyla sabit olana “kral” muamelesi yap.
Sizin aklınız bu çelişkiyi izaha yetiyor mu?
Neyse... Asıl konumuz İmralı hükümdarının kendisi değil...
Biz son talimatından söz etmek niyetindeyiz:

Yazının Devamını Oku

Yargıya saldırı

21 Ağustos 2010
HÂKİMLER ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) hedef olduğu türden saldırılar ancak “hukuk devleti” olamayan ülkelerde yaşanıyor. Nitekim bir örneği Ertuğrul Özkök dün VATAN Gazetesi’nden aktararak işlemişti: Venezüella’nın Devlet Başkanı Hugo Rafael Chávez, kendi istediği gibi karar vermeyen bir bayan yargıcı tutuklattırmış.

Özkök haklı olarak söz konusu bayan yargıcın “cesaretini” övüyordu.
Olayın temelinde “yargının bağımsızlığı” için göze alınan mücadele var.

Tıpkı önce 2009 yılında, sonra 2010’da Pakistan’da yaşananlar gibi:

Birincisinde Devlet Başkanı Müşerref’in Yüksek Mahkeme Başkanı İftihar Çaudri’yi, yetkisi yokken görevden alması yüzünden ülke nerdeyse ayağa kalkmıştı.

Binlerce avukat Müşerref’in yetkisiz tasarrufunu protesto amacıyla sokaklarda büyük nümayiş yapmıştı.

O kavga Müşerref’in sonunu getirdi. Çaudri ise görevine döndü.

Sonra Pakistan Cumhurbaşkanı seçilen Asıf Ali Zerdari de yargıya müdahale edince yine kriz çıktı:

Bu defa krizin nedeni, Zerdari’nin yetkisi olmadığı halde 3 yargıcı Yüksek Mahkeme üyeliğine tayin etmesiydi. Ama başta avukatlar olmak üzere hukuk dünyası ayağa kalkınca Zerdari geri adım atmaya mecbur kaldı.

Bizde son günlerde yaşananların özde Chavez’in, Müşerref’in veya Zerdari’nin yaptığından farkı yok:

Üç örnekte de ülkeyi “hukuk devleti” yerine “dikta devleti” kurallarıyla yönetmek isteyen zihniyet söz konusu.

Nitekim son HSYK toplantısı bu yüzden yarım kaldı. Bu kurulun Anayasa ve HSYK Kuruluş Yasası ile verilmiş olan hâkim ve savcıları atama ve tayin etme yetkisi, “kuruldan siyasi iktidarın isteğine uygun bir karar çıkmayacağı” görülünce bizzat Adalet Bakanı tarafından alenen ve resmen engellendi.

Gazetelerde okumuşsunuzdur:

Bakan, yasa gereğince HSYK’ya sunduğu “Atama ve tayin kararname taslağı”nı, -yasal yetkisi olmadığı halde- Kurulun önünden geri çekti.

Bakan bu tutumuyla “Ya siyasi iktidarın istediği yerlere istediği kişileri tayin edersiniz yahut sizi çalıştırmam” diyor.

Siz devletin anayasal bir organını bir bakanın “çalışmaktan” yani görevini yapmaktan alıkoyduğunun hiçbir örneğini gördünüz mü?

Bugünkü “hukukçu” Adalet Bakanı Sadullah Ergin işte böyle bir “hukukçu” ve işte böyle bir “bakan”dır.

Sadece o değil... Yasada, Bakanlığın getirdiği taslağı değiştirmek için üyelerin önerilerde bulunma hakkı tanındığı halde, malum yalaka medya bu yasal yetkinin kullanılmasını “korsan kararname sunma” şeklinde sunuyor. Bu yolla “yargıyı baskı altına alıp sindirmek” isteniyor. Hem de “hukuk devleti” ve “demokrasi” savunuculuğu adına...

Hiç uzatmayalım... Bu zihniyet amacına ulaşırsa önümüz karanlıktır.
Yazının Devamını Oku

Tehditle oy

20 Ağustos 2010
LAFA nereden başlamalı? Önce meşhur hikâyeyi mi anlatmalı yoksa önemini dikkate alıp: “Anayasa’nın 19’uncu maddesi, ‘Her ne sebeple olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz’ diyor” mu demeli? Bizi tereddüde Başbakan’ın, insanları “ikna” edemeyince baskı hatta tehdide başvurması düşürdü. Nitekim yaklaşık on gündür Başbakan Erdoğan giderek daha saldırgan bir üslup kullanıyor. Onunla kalmayıp hemen her kesimi:

“Ya EVET kampanyasında bizi desteklersiniz, yahut da referandumdan sonra başınıza geleceklere katlanırsınız” diye tehdit ediyor.

O bağlamda kişilere ve kuruluşlara demediğini bırakmadı.

Önce Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç’un, “Referandumun sırası mı?” türünden bir sözüne kızdı.
“Bunlar gerçekten siyaset acemisi... Böyle saçmalık mı olur” dedi.

Sonra daha da hızlandı. Odalar Birliği gibi, Meslek Odaları gibi, TÜSİAD gibi kuruluşları “görüşlerini açıklamaya” davet etti.  

Davetine -birkaç yalaka kuruluş dışında- yanıt alamayınca:

“Sendikalar çok garibime gidiyor, destekleyenler var, desteklemeyenler var. Ama hâlâ kanaatini açıklamayanlar var. 12 Eylül Anayasası’na hep karşı olduğunu söyleyen bazı odalar, hatta kaymak takım, bunlar şimdi sessiz kalıyor. Bizim yanımıza geldiklerinde farklı konuşuyorlar. Ama kalkıp da bu süreci desteklediklerini açıklayamıyorlar. Niye? Bugünlerde ortaya çıkmayacaksınız da ne zaman ortaya çıkacaksınız?” dedi.

O da yetmeyince tuttu, Çorum mitinginde ve ardından bir TV programında, TÜSİAD’ı sıvadı:

“Senin paran olduğu kadar benim de arkamda milletim var. Ben milletimin gücüyle buradayım. TÜSİAD kendini check etsin (kontrol etsin). (...) Çıksın Anayasa değişikliğine neden karşı olduğunu söylesin. Olmuyorsa çıkıp ‘Ben bu değişikliği destekliyorum’ desin. Bitaraf olan bertaraf olur” (Tarafını belli etmeyen ortadan kaldırılır) diyerek ne kadar “demokrat”(!) bir Başbakanımız olduğunu bir kere daha gösterdi.

Gördüğünüz gibi, tam bir Enver Paşa zihniyetiyle karşı karşıyayız.

Neyse ki TÜSİAD’ın şimdiki Başkanı da, bir önceki gibi “kişilikli” çıktı. Nitekim Ümit Boyner, Başbakan’a “Kanaatlerimizi açıklamaya bizi hiç kimse zorlayamaz” denebileceğini gösterdi.

Bütün bunlar bize en başta sözünü ettiğimiz pek demokratik(!) bir “referandum” hikâyesini anımsattı:

Bir tarihte bir askeri birlikte referandum yapılacakmış. Komutan biri “Evet”, öteki “Hayır” oyları için olmak üzere ortaya 2 oy sandığı koydurmuş.

Sonra birliğin karşısına geçip “Arkadaşlar, isteyen oyunu serbestçe kullansın” dedikten sonra şapkasını “Hayır” sandığındaki oy atılacak deliğin üstüne koymuş.

Ardından:

“Gel buraya teğmenim. Ben şimdi gidiyorum. Oylamaya nezaret edeceksin! Ama seni uyarıyorum. Şapkamı oradan kımıldatanı mahvederim” demiş.
Bizimki de oraya geldi dayandı.
Yazının Devamını Oku