Oktay Ekşi

7 mi 5 mi?

19 Ağustos 2010
YARIN öbür gün “Ben öyle demedim, böyle dedim” diye kamuoyuna açıklama yapar mı, bilmiyoruz. Ama arkadaşımız Nuray Babacan’ın Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün “Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresinin 5 değil 7 yıl olduğu” görüşünü savunduğuna ilişkin haberini okuyunca, aklımıza o ihtimal geldi. Nuray Babacan’ın yazdığında yanlışlık olduğundan değil.
Gül’ün görev süresinin 7 yıl olduğunu söyleyene Başbakan Erdoğan’ın çok kızdığını duyduğumuzdan.
Nitekim Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, daha önce “7 yıl”ı savunduğu halde son günlerde çark etti ve “Biz, nasıl 2007 Temmuz’unda 5 yıllığına seçildik ama 2007 Ekim’indeki referandumla görev süremiz 4 yıla indiyse, bunu Sayın Cumhurbaşkanı’nın durumuna da uygulayabiliriz. Yani o da 7 yıllığına seçildi fakat Anayasa değişikliği ile görev süresi 5 yıla inmiş oldu” dedi.
Bu tabii anlayana “mesaj”dır.
Hoş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Anayasa uzmanı Prof. Dr. Burhan Kuzu da “aslında 7 yıl olmak gerekir ama, Anayasa’ya bir geçici madde eklenirse süre 5 yıla inebilir” görüşünü savunuyor.
Ama öyle düşünmeyenler de var. Onların başında da tanınmış Anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Erdoğan Teziç geliyor.
Teziç hocaya görüşünün dayanağını sorduk. Özetle:
“Burada ‘kazanılmış hak’ değil, ‘statü hukuku’ söz konusudur. Statü hukuku bağlamında olaya şöyle bakmak lazım:
Cumhurbaşkanı Gül’ü bugünkü (2007 seçimiyle oluşan) TBMM, 7 yıl için seçti. Kısaca orada seçen TBMM’dir, seçilenin süresi 7 yıldır.
Oysa Anayasa Gül’ün seçilmesinden sonra değiştirilince cumhurbaşkanını seçme yetkisi halka verildi. Süre de iki kere 5 yıla indi.
Dikkat edilirse iki tür düzenleme de kendi içinde BÜTÜNLÜK taşımaktadır.
Şimdi TBMM’nin oyuyla oluşturulan statüyü, halkın oyuyla değiştirirseniz, hem o bütünlük bozulur, hem de o şekilde ‘Cumhurbaşkanını azletme’ yolu açılmış olur. Böyle bir yamalı bohça anlayışıyla hukuki yorum yapılmaz” dedi.
Teziç’e, “Peki öyleyse bu sorunu Yüksek Seçim Kurulu mu çözer, TBMM mi, yoksa bir başka merci var mı?” diye sorduk.
“Ne Yüksek Seçim Kurulu bu konuda karar verebilir ne de Meclis’in yeni bir yasal düzenleme yaparak yahut ‘karar’ alarak çözmesi mümkün (veya doğru) olur. Çünkü bir ‘Geçici Madde’ ile sürenin 5 yıl olduğunu söylemek Meclis’in ‘Cumhurbaşkanını azletme’ yetkisine sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
Tek çözüm mercii bence Cumhurbaşkanı’nın kendisidir. Görev süresiyle ilgili belirsizliğin giderilmesini başkasından beklemesine gerek yoktur. Fransa’da yaşanmış örnek var. Jacques Chirrac 1995’te Meclis tarafından 7 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. Ama 2000 yılında hem cumhurbaşkanını seçme yetkisi halka bırakıldı hem görev süresi 5 yıla indirildi. Kimse Chirrac’ın görev süresinin 5 yıla indiğini savunmadı. Karar ona bırakıldı. O da 7 yılı tamamladı, olay çözüldü. Türkiye’deki durumun ondan zerre kadar farkı yoktur” yanıtını verdi.
Yer kalmadı. Bu görüşün doğuracağı sonuçları bir başka yazıda tartışırız.
Yazının Devamını Oku

Sorun da görelim

18 Ağustos 2010
TESADÜF bu ya... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün beraberinde Azerbaycan’a götürdüğü gazetecilere, AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in “gerekli tedbirler alınmadığı için hayatını kaybettiğini” söylediği gün, Başbakan Erdoğan da Haber Türk TV’ye verdiği mülakatta, “Gerektiğinde, babası bile olsa, yanlışını sahiplenmeyeceğini” söylüyordu. Öyle ya... Her fırsatta “üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü” savunduğunu söyleyen bir Başbakan’ın, “Biz gerektiğinde suçun da suçlunun da üstünü örtmeyi biliriz” demesini herhalde beklemezsiniz.

Madem ki Cumhurbaşkanı, bir gazetecinin devletin belli görevlerdeki yetkililerinin “ihmali” nedeniyle öldürüldüğünden söz ediyor...

“Babası bile olsa yanlış yapanı sahiplenmeyeceğini” söyleyen Başbakan’ın, o kişiler hakkında ne yaptığını merak etmez misiniz?

Bu tür konuların “uzmanı” haline gelen meslektaşımız Nedim Şener’e sorduk. Bize şu bilgiyi verdi:

“Dink, 2004’te Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğuna dair yazdığı haberin Hürriyet’te yayınlanmasından sonra Orgeneral Hilmi Özkök’ün başkanı olduğu Genelkurmay’ın sert tepkisiyle karşılaştı. Genelkurmay’ın açıklamasının ertesi günü İstanbul Valiliği’ne davet edildi. Gittiğinde Vali Yardımcısı Erkan Güngör ile MİT Bölge Başkan Yardımcısı Özel Yılmaz ve bir istihbaratçıdan ‘uyarı’ aldı.

Celalettin Cerrah’ın başında olduğu İstanbul Emniyet’i, AGOS’un önüne kadar gelip onu tehdit edenleri seyretti.

Ramazan Akyürek’in başında olduğu Trabzon Emniyeti’nin gözü önünde cinayet planlanırken ‘Hrant Dink öldürülecek’ raporu, Ali Fuat Yılmazer’in başında olduğu Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı C Şube’ye gönderildi. Bu rapor hiçbir işlem yapılmadan arşive kaldırıldı.

Dink’in öldürüleceğini en yakından bilen Ramazan Akyürek daha sonra (Emniyet Genel Müdürlüğü) İstihbarat Dairesi Başkanı yapıldı ve olan biteni seyretmekle yetindi.

Raporu arşive kaldırtan Yılmazer de Türkiye’yi sarsan bu cinayette sorumluluğu yokmuşçasına İstanbul’a Emniyet Müdür Yardımcısı yapıldı.

Dink’i ‘Ne yapıyor?’ diye takip eden İstanbul Emniyeti’nin aklına onu korumak gelmedi.

‘Dink öldürülecek’ raporuna rağmen (MİT), Emniyet İstihbarat Dairesi, İstanbul Valiliği ve Emniyet’e ‘Dink’i koruyun’ yazısı göndermedi.

Trabzon Jandarma Komutanlığı, cinayetin planlanması aşamasında her şeyi seyretmekle yetindi.

Dink, tehlikenin en çok devletten geleceğini bildiğinden koruma istememişti ama yakınlarına ‘Bir gün sokakta biri karşıma çıkacak beni öldürtecekler’ demişti.”
Hepsi bu değil. Şener, görevini ihmal edenlerle ilgili bir raporun Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından hazırlandığını ve “gereğinin yapılması” için İçişleri Bakanlığı’na gönderildiğini ama İçişleri Bakanlığı’nca görevlendirilen iki müfettiş, birinci raporu çürüten bir rapor verince, dosyanın rafa kaldırıldığını söylüyor.
Şimdi biz de “babasını bile” affetmeyen Başbakan’ın, “hukukun üstünlüğünü” gerçekten istediğini ispat etmesini bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Sümela’da ayin

17 Ağustos 2010
Trabzon’daki Sümela Manastırı’nda önceki gün yapılan ayin nedeniyle Yunanistan’da yayınlanan Elefteros Tipos Gazetesi’nin dediği gibi, “Meryem Ana artıkgözyaşı dökmüyor” mu, bilemiyoruz. Ama söz konusu ayine katılan birçok insanın sevinç gözyaşı döktüğüne tanığız.<br><br>Biz de o duyguya saygı gösteriyoruz. İyi oldu. Başta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olmak üzere yetkililer geçen yılki gibi bir şirretliğin tekrar yaşanmasına fırsat bırakmadılar.

Böylece hem artık tarihe havale edilmesi gereken duyarlılıkları geride bıraktığımız gösterildi hem de Türkiye gibi “laiklik” ilkesini kendi tarihi gerçekleriyle bağdaştırarak uygulayan bir devletin tüm dinlere, tüm inançlara ve tüm inançsızlara eşit mesafede olduğunun örneği verildi.

Umarız Sümela’dan yola çıkıp Ayasofya’ya gelen olmaz.  

Sümela’daki ayin, Trabzon’da birtakım çevrelerin tahrikiyle yaratılmak istenen “fanatizm” izleniminin silinmesini de sağlarsa, sevineceğiz. Çünkü öyle bir izlenim zaten Trabzon’a yakışmıyordu.

Sümela’da yapılan ayin, Ortodokslar camiasında çok yankılanacak ve başta Trabzon olmak üzere o yöreye bu kiliseye bağlı çok sayıda turistin akın etmesine sebep olacaktır.

Bu insanlarda Türkiye için kötü niyet aramak, gereksiz ve yersiz bir vehimdir. Aralarında elbet öyleleri de olabilir ama dikkate alınmaya değer bir tehlike yahut tehdit oluşturmadıkları sürece, üzerlerinde durmaya bile değmez.

Ayini yöneten Fener Rum Patriği Bartholomeos hükümete teşekkür etmekle kalmayıp, Sümela Manastırı’nı destekledikleri gerekçesiyle Osmanlı Padişahlarından 9’unu isimleriyle anmış ve onlara dua etmiş.

Bu vesileyle bol bol sevgiden, hoşgörüden söz eden Bartholomeos’a sormaya değmez mi?

Mora’daki isyancılara yardım ettiği için Sultan İkinci Mahmut’un emriyle 1821’de idam edilen Patrik İkinci Gregorios’a verilen cezayı protesto için 189 senedir kapalı tutulan Patrikhane’deki “kin kapısı”nın açılmasını ve bu konunun tarihe bırakılmasını hiç düşünüyor mu?

Unutmak hep bize ait bir borç mu?

Yeri gelmişken belirtelim:

Bizim gibi Patrikhane’nin bazı talep ve tutumlarına karşı çıkan birinin, Sümela konusunda “olumlu” bir değerlendirme yapması, bazılarını şaşırtabilir:

Patrik Bartholomeos’un Türkiye’den “Ekümenik” yani “Evrensel” sayılmasını istemesine kesinlikle karşıyız. Patriğin hem bu konuda hem de Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nu yürürlükteki yasalarımıza tabi olmayan statüyle açma konusunda imtiyaz talebini sadece yersiz değil uzun vadede tehlikeli buluyoruz.

Kaldı ki “Ekümenik”lik iddiasında bulunan Patrikhane bu sıfata gerçekten layıksa, Ruhban Okulu’nu gider başka ülkede -örneğin Yunanistan’da- açar.

Heybeliada’da ısrarın sebebi ne? 

Ama Lozan Antlaşması’ndan sonra Patrikhane’nin elinden alınan taşınmaz mallarla ilgili hak taleplerini yerinde buluyor, destekliyoruz.

Biz sadece “imtiyaz” taleplerinin karşısındayız, Patrikhane’nin değil. 
Yazının Devamını Oku

Erbakan çözer

15 Ağustos 2010
ERBAKAN Hoca’ya güveniyoruz. Ne yapar bilemeyiz ama bu işin altından da çıkmanın yolunu bulur sanıyoruz. “Bu işin” derken neyi kastettiğimizi anlatalım: Biliyorsunuz -o tarihin para birimiyle- “Kayıp trilyon” diye bilinen dava yüzünden hazineye -sonuçta- 14 milyon TL ödemeye mahkûm edildi ya... Hazine, hükmün infazını geciktirmek için ne kadar ayak sürüse de, tüm bahaneler ve yasal yollar tükenince “E artık şu parayı ödeyin. Yoksa mal varlığınıza el koyup biz satacağız” demeye mecbur kaldı.
İşte o aşamada Erbakan, yeni bir “yasal delik” buldu ve damadının başında olduğu MİLDA isimli şirketin, “Her yıl 2 milyon 400 bin TL taksitle bu borcu 5 yılda kapatacağını” Maliye’ye taahhüt etmesiyle “belayı savuşturmuş gibi” oldu.
Hoca’nın “Altından kalkacağına eminiz” dediğimiz birinci konu bu. Onun ayrıntılarına girmeden değinelim:
Bir de ikinci konu var:
Biliyorsunuz Hoca’nın “demokrasi” anlayışının temel ilkesi, “onun verdiği karara itaat”tir.
Saadet Partisi’nin şimdiki Genel Başkanı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş bu ilkeye ihanet etti. Partinin son Kongresinde, Hoca’nın veliahtı olan oğlu Fatih Erbakan’la kızı Elif Hanım’ı Genel İdare Kurulu listesine almadı. Bu yüzden Hoca tarafından düpedüz aforoz edildi.
Ceza olarak Hoca, partinin Olağanüstü Kongre’ye çağrılmasını ve Kurtulmuş’a “haddinin bildirilmesini” emretti.
Lakin dünkü haberlerden öğreniyoruz ki yeni Genel Başkan işi sıkı tutmuş. Olağanüstü Kongre çağrısı altındaki imzalardan 150’sinin mükerrer olduğunu Notere tespit ettirmiş. İmzacılardan 33’ü de “Kongre toplamaktan vazgeçtik” deyince, imza sayısı “Kongre çağrısı” için gerekli 626’nın altına, 617’ye düşmüş.
O nedenle Hoca, umduğu gibi Numan Kurtulmuş’a haddini bildirmekte zorlanacak gibi görünüyor. Çünkü bu konudaki haberi veren arkadaşımız Turan Yılmaz’ın bildirdiğine göre Büyük Kongre tam da Kurtulmuş’un istediği gibi en erken gelecek kasım ayına ve hatta gelecek yıla kalmış oluyor.
Ama biz Hoca’nın yanındaki hukukçuları biliriz. Deveyi iğne deliğinden geçirecek kadar marifetlidirler. Nitekim şu yukarıda sözünü ettiğimiz “Kayıp trilyon” davasında da Hoca’nın taa 1999 yılında aldığı 2 yıl 4 ay hapis cezasının infazı, işte o sayede 2006 yılına kadar engellendi. O tarihte  çıkarılan özel bir yasayla da “Villada istirahat” cezasına çevrildi.
Bakın hepimizin unuttuğu bir ceza daha var. Hani 1994’te Bingöl’de “halkı birbirine düşman edici bir konuşma yaptığı” için 2000 yılında “Bir yıl hapse” mahkûm olmuştu. Onun sonunun ne olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz.
Şimdi o 14 milyonla ilgili haberler de iyi değil. Çünkü “Ben öderim” diyen ve 1 milyon TL’yi Maliye’ye yatıran damat beyin şirketinin de, işçilerinin ücretini ödemediği için gelirlerine ipotek konduğu ve zaten “tabelasının bile kâğıttan olduğu” bildiriliyor.
Ama biz Hoca’ya güveniyoruz. O kerametini gösterir bunu da çözer. 
Yazının Devamını Oku

Evet mi, hayır mı?

14 Ağustos 2010
ARADA bir, bize de soranlar oluyor, “Referandumdan ‘HAYIR’ mı çıkacak ‘EVET’ mi” diye. Oysa biz, Türkiye’de yapılan ne “kamuoyu” yoklamalarına güveniriz ne de kendi çevremizden edindiğimiz izlenimlere... Bu konuda sağlıklı bir tahmin yapmak için Anadolu’yu bizzat dolaşmak lazım. Yoksa aldanırsınız. Anadolu’yu liderler dolaşıyor. Elbet kendilerini güçlü göstermeye dikkat ediyorlar. Ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarından, sanki “Hayır” oyu çıkmasından korkuyormuş gibi bir izlenim alıyoruz. Çünkü artık “Meslek kuruluşları neden bizi desteklemiyor?” türü şeyler söylüyor.
“Bazı odalar var. Garibime gidiyor. 12 Eylül Anayasası’na karşı olduğunu söyleyenler -kaymak takımı onlar- sessiz kalıyor. Bizim yanımıza geldiklerinde farklı konuşuyorlar ama kalkıp da süreci desteklediklerini (yani EVET oyu verilmesini) açıklayamıyorlar” diyerek “iş dünyasına” da taş atıyor.
Nitekim el altından “Bizi desteklediğinizi açıklamazsanız, bunun hesabını sorarız” mesajının verildiği anlaşılıyor.
Erdoğan dün de Erzurum’da CHP’nin, MHP’nin, BDP’nin ve DP’nin “HAYIR’cılar cephesi” olarak bir araya geldiklerini tekrarladı.
Neyse ki bu defa listeye PKK’yı koymuş değildi.
Sadece Erdoğan’ın değil “yalaka” medyada kalem oynatanların da “Neden evet demeliyiz?” başlıklı vaazlarla okuyucularını aydınlattıkları -bu arada iman tazeledikleri- görülüyor.
Ehh... Bir zamanların “Vatan Cephesi” kampanyasında olduğu gibi “mezardakiler” dahi “EVET” cephesine destek vermeye çağrıldığına göre, durumdan endişe duyanların sayısı hayli yüksek demektir.
Dürüstçe söyleyelim:
Yazının başında belirttiğimiz nedenlerle biz bu konuda “yanlış” tahminde bulunmaya açığız. Ama “EVET” oyu fazla çıkarsa hayret etmeyeceğiz.
Ama yine de “Ya HAYIR çıkarsa?” diye korkanlara hak verdirecek gözlemlerimiz var:
Örneğin, Türkiye’de bölünmedik bir şey bırakmayan Başbakan Tayyip Erdoğan, demokrasi tarihimizin ilk yılı olan 1946’dan beri birbiriyle yan yana gelmeyen iki kesimi yani Cumhuriyet Halk Partisi kökenli insanlarımızla Demokrat Parti (DP) hatta Adalet, Anavatan ve Doğru Yol Partisi kökenlileri birleştirdi.
İsterseniz “Demokrat Partili” olarak tanıdığınız insanlara gidip “Bu referandumda EVET mi diyeceksin, HAYIR mı?” diye sorun. Alacağınız cevap tahminimize göre yüzde 90 oranında “HAYIR diyeceğim” şeklindedir. Bunun tek istisnası Aydın Menderes’tir.
Neden? CHP’liler, DP’lileri memnun mutlu edecek bir şey mi yaptı?
Hayır! Öyle bir şey yok.
Ama DP mensuplarının CHP ile ihtilafı, “Bu ülke öyle mi yönetilmeli, böyle mi?” sorusuna verdikleri farklı yanıtlardan ibaret idi.
Aralarında “Cumhuriyetin temel felsefesi ve ilkeleri” konusunda hiçbir ihtilaf yoktu. Oysa şimdi sadece CHP’liler değil, dünün demokratları da, “Türkiye nereye götürülüyor? Rejimi neler bekliyor?” diye soruyorlar. Onun için “HAYIR” cephesindeler.
Yazının Devamını Oku

Altınoluk adaleti

13 Ağustos 2010
ADALET dağıtmakla görevli insanlarımızın utanç verici uygulamaları artık ayyuka çıktı.Kimine -örneğin hakkındaki kesinleşmiş cezaya rağmen, özel bir yasa çıkıncaya kadar hapis cezası ertelenen Necmettin Erbakan- özel hoşgörü... Kimine, kararı veren yargıcı bile utandıran haksız ve yersiz tutuklama kararı. Hem “Soruşturma gizlidir” diyeceksin, hem de kamuoyunu ve yargıyı etkilemek için kendi meşrebine uygun gazetelere ve gazetecilere el altından belge dağıtacaksın.
Zerre kadar “adalet” duygusu ve “vicdan” taşıyıp da bunlara isyan etmeyen kalmadı.
O kadar ki son olarak Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç bile, gazeteci Tuncay Özkan’ın üç gün önce, Silivri’deki Ergenekon duruşması sırasında söylediklerine kulak verilmesi gerektiğini şu sözlerle dile getirdi:
“Özkan ve diğer tutukluların, ‘Komutanlara darbe yapmaları emrini biz mi verdik, asıl sorumlular neden dışarıda ve biz neden hâlâ içerideyiz’ şeklindeki feryatlarına kulak vermeliyiz.
Olayın asli failleri vardır, bir de yardım etmek, suçu övmek gibi unsurlar vardır.
En sondakilerin baştakilere bakarak ‘Haksızlığa uğruyorum’ demesini önemsiyorum.”
Gerçekten Prof. Dr. Mehmet Haberal, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu bir yılı aşkın süredir “hangi nedenle tutuklandıklarını bilmeden” dört duvar arasında ömür tüketiyorlar.
Gazeteci Mustafa Balbay ile gazeteci Tuncay Özkan, “Eğer biz darbe tertipçisi isek, asıl fail dedikleriniz serbest iken biz neden tutukluyuz?” diye soruyorlar...
Ama duvar kadar sağırlaşmış vicdanlara seslerini duyuramıyorlar.
Şimdi Haberal’ın, Çetin Doğan’ın ve diğerlerinin sağlığı hakkında ikide bir tezvirat haberi yayınlayanların “adalet” duygusu, bir zamanlar Necmettin Erbakan’ın ve Fethullah Hoca’nın hapse girmesini önleyen doktor raporları karşısında nerdeydi?
Devletin parasını başka yere harcayıp hesabı sahte belgeyle kapatmaya kalkıştığı için 2 sene 4 ay hapse ve 11 milyon TL tutarında ceza ödemeye mahkûm olan Necmettin Erbakan’ın bilfiil hapse girmesini önleyen o raporlar “hakkını hukuk yoluyla savunma” gereği idiyse, Haberal’ınki neden öyle değil?
Raporlar bir yana... Sırf yargının verdiği “hapis cezası”nı Altınoluk’taki “villasında istirahat”e çevirmek için bir Necmettin Erbakan Yasası çıkartan bugünkü siyasi iktidar değil mi?
Ellerinden gelse hazinenin, tutarı 12.5 milyon lirayı bulan “alacağından” da vazgeçecekler ama yasalar izin vermediği ve bir de “gün döner, hesap döner” korkusu çektikleri için göze alamıyorlar.
Adında “Adalet” kavramı bulunan bu siyasi iktidarın “adalet”e zerre kadar saygısı olduğunu söylemek mümkün mü?
Mümkün diyorsanız Altınoluk adaletinin Silivri’de de geçerli olduğunu görmemiz gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku

İsrail kıvırtıyor

12 Ağustos 2010
MAVİ Marmara macerası, İsrail hükümetinin kurduğu “Soruşturma Komisyonu”nda verilen ifadeler nedeniyle güncelleşti. Bir yandan İsrail’in en üst düzey yetkililerinin Komisyondaki savunmaları... Öte yanda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un kurduğu Uluslararası Komisyon var. İsrail’in tamamlanan “askeri” soruşturması da ayrı...

Ama Komisyondaki ifadelere gelmeden önce bizim durumumuza göz atmakta yarar var:

İsrail’in askerleri, Gazze’deki aç, susuz, çaresiz insanlara insani yardım malzemesi götüren Mavi Marmara’ya 30/31 Mayıs gece yarısı saldırınca Türk hükümeti biliyorsunuz eşi az görülür şiddette tepki gösterdi.

İyi de etti.

Nitekim “En geç 10 gün içinde -yani çok çok 27 Haziran’a kadar- “İsrail Türkiye’den resmen özür dilemezse; Uluslararası bir Soruşturma Komisyonuna evet demezse; olayda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmezse ve Mavi Marmara ile refakatindeki gemileri iade etmezse” ne yapacaktık biliyor musunuz?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na göre, önce “ilişkilerimizi Maslahatgüzar düzeyine” indirecektik. Yani “Büyükelçiler geri çekilecek, işleri elçilikteki en yüksek diplomat yürütecek”ti.

Hatta “İsrail’le ilişkilerimizi kesmek” de söz konusu olabilirdi.

Ama gördüğünüz gibi olaylar pek de beklediğimiz gibi gelişmedi. Gerçi İsrail kurulacak Uluslararası Komisyonu reddetmekten vazgeçti ama Komisyonla yapacağı işbirliğini koşullara bağladı. Örneğin “İsrail askerlerinin ifadesine başvurulmasına izin vermeyeceğini” bildirdi.

Tamam Mavi Marmara ve beraberindeki gemiler iade edildi ama İsrail ne “özür” diledi ne de “tazminat” verebileceğini kabul etti.

Biz de -en azından şimdilik- bu durumu sineye çektik.

Zaten yabancı gazetelerin bildirdiğine göre, “askeri” alandakiler dahil hemen her konuda ilişkilerimiz aynen devam etti. Sadece Türkiye’ye gelen İsrailli turistlerin yerini Araplar aldı.

Demek ki sahnede oynananlarla perde gerisinde yaşanan farklı. Bu bir.

İkinci konuya yani İsrailli yetkililerin kendi kurdukları komisyonda verdikleri ifadelere gelince... Onların hali iyice utanç verici.

Önce ifadelerin en önemli eksiğine değinelim:

Gazetelere yansıyan bilgiye göre ne Başbakan Netanyahu, ne Savunma Bakanı Barak, ne de Genelkurmay Başkanı Aşkenazi baskının vuku bulduğu yerden (coğrafi koordinatlarından) söz etmişler.

Onları dinleyen sanır ki bu gemiler İsrail karasularını ihlal etmiş de İsrail askerleri o yüzden müdahalede bulunmuş. Oysa olay “abluka” alanının dahi dışında yani uluslararası sularda meydana geldi. O nedenle İsrail askerlerinin gemidekilere kurşun değil havadan taş atması dahi hukuka aykırı.

Keza İsrail yetkililerinin, askerler canlarını kurtarmak için ateş açmaya mecbur kalmışlar gibi konuşmaları düpedüz gerçeğe aykırı çünkü gemide bir tane dahi ateşli silah çıkmadı.

O nedenle İsrail askerlerinin eylemi onurlu bir operasyon değil, silahsız insanlara karşı işlenmiş “cinayet”tir. Faturası da bu gerçeğe göre ödenmelidir.
Yazının Devamını Oku

Kadro

11 Ağustos 2010
İNSANIN kendi başına gelince neler hissettiğini, örneğin Başbakan yahut bakanlardan biri veya birkaçı da hissedecektir. Ama onun için kendileri hakkında da aşağıdakine benzer satırları bir internet sitesinde okumalarına ihtiyaç vardır.

Bu defaki kurban da CHP’li... Ama bir CHP Grup yöneticisi.

İnternet sitesinde şunlar yazılmış:

“Ülkeye asıl büyük zararı hainler (Brütüsler) verirler. Siyasette veya yatakta olması fark etmez. Bu görüntüler ne komplo kurbanlarına aittir ve ne de montaj eseridir. Gerçektir.(...)”

Görüntü giyinik bir erkekle aynı şekildeki bir hanımın hayli yakın bir muhabbet anını yansıtıyor.

Sayalım ki aktarılan gerçektir.

Bu çok çok eşinin yahut yakınlarının tepki göstereceği bir ilişkidir.

Böyle bir görüntüyü kamuoyuna sunup o politikacıyı paralize etmenin hangi “ahlak” anlayışında yeri vardır?

İslam ahlakında mı?

Laik ahlakta mı?

Yoksa “medya” ahlakında mı?

Görüntüdeki kişiye -yayınlananlar gerçeği yansıtıyorsa- çok çok “çapkın” yahut “zampara” dersiniz.

Peki yayınlayana, üstelik sabah “din”le güne başlayıp, başını yastığa koyuncaya kadar ağzından “din”, “ahlak” ve “Allah sevgisi”nden başka bir şey çıkmayan bu kadroya “ahlaksız”dan başka hangi sıfatı uygun görürsünüz?

Bu onların kişisel gerçeği... Peki ya onları kullananlar?

Samimi inancımızı söyleyelim:

Türkiye üç yıla yakın zamandır tam bir “komplocu kadro”nun tehdidi altında yaşamaktadır. O kadro her nerede ise, hedef saydığı herkesi yakından izlemekte, en mahrem ortamlardaki özel yaşamlarını görüntülemekte, en masum zemindeki konuşmalarını kaydetmekte ve kendileri açısından sıra geldiği zaman, bir alçağı alet edip bu bilgiyi kamuoyuna sunmaktadır.

Bu kadro, kamu kurumlarını nerdeyse esir almış durumdadır.

Bunları herkes bilmekte ama adıyla sanıyla telaffuz etmekten korkmaktadır.

Çünkü bugün başkasının başına gelenin yarın kendisi için de söz konusu olacağını hemen herkes düşünmektedir.

Nitekim önce birçok insanın özel yaşamı Ergenekon soruşturması bahanesiyle panayıra sürüldü.

Sonra “aynı kadro”nun yasadışı yollardan kaydettiği özel telefon konuşmalarıyla hem yüreklere “korku” salındı hem de “Biz artık her yerde varız” mesajı verildi.

Çünkü hasımlarını artık “adam öldürme” yoluyla değil “kişilik öldürme” yoluyla etkisizleştiriyorlar.

Deniz Baykal’a onu yaptılar.

Yeni örnekle de aynı şeyi hedefliyorlar.

Ama Başbakan’a haber verelim. Aynı şey kendisine yapılamaz sanmasın. Çünkü bugün onu destekleyenler yarınki hasımlarıdır.
Yazının Devamını Oku