8 Eylül 2010
DÜNYADA önüne gelen ihtilafı çözen, sorunlara çare bulan ama kendi söküğünü dikemeyen bir kurum var mıdır diye sorulursa, hiç tereddüt etmeden: “Türkiye’de yargı tam bu durumdadır” diyebilirsiniz. Nitekim yeni Adli Yıl’ı, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker bu gerçeği anlatan yakarışlarla açtı.
Son zamanlarda törenlerden uzak duran Başbakan Tayyip Erdoğan, 30 Ağustos gibi, bu törende de yoktu. Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül oradaydı. Önceki yıllarda katıldığı Adli Yıl törenlerinde ne işittiyse, bu defa daha da fazlasını önünde buldu. Hatta Başkan Gerçeker sözlerine başlarken:
“Her adli yıl açılışında yinelediğimiz sorunlar büyük ölçüde devam etmektedir. Hatta çoğalarak devam etmektedir” demeye kendini mecbur hisseti.
Neydi o sorunlar?
Yargıtay Başkanları her yıl, “İş yükümüz çok ağır. Yürütme (hükümet) ve yasama yeterli kadro ve imkan vererek örneğin Bölge Adliye Mahkemelerini kurarak bu sorunu çözmeli” der, ama sözünü dinletemez.
“Yargının bağımsızlığı zedelidir. Yargıçların tayin ve terfilerine karar veren Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, yürütmenin etkisi altındadır” der ama bu sözleri dinleyen Cumhurbaşkanının da, Başbakanın da kılları kımıldamaz.
Çünkü “yargı bağımsızlığını” zedeleyen husus yani Adalet Bakanı ile “altın oy” sahibi Müsteşarın bu kurulda kalması işlerine gelir.
Müsteşarın “altın oy” sahibi olduğunu neden söylediğimizi açıklayalım da söze sonra devam edelim:
Kurul biliyorsunuz 7 üyeden oluşuyor. Bunların biri Bakan, ikincisi Bakanlık Müsteşarı... Kalan 5 üyeden 3’ü Yargıtay’dan, 2’si Danıştay’dan geliyor.
Kararlar oyçokluğuyla veriliyor ama yasa öyle yapılmış ki, Bakanlık Müsteşarı toplantıya katılmazsa kurul ne toplanabiliyor ne de karar alabiliyor. O yüzden hükümet istediği anda Kurul’u çalışamaz hale getirebiliyor. Nitekim halen öyle bir dönem yaşanıyor.
Durum bu iken yani yargı tam anlamıyla “yağmurdan kaçmaya” çalışırken şimdi doluya tutuldu. Çünkü Anayasa değişikliği paketi, hem Bakan’ın yetkilerini artırdı, hem de sayısını 22’ye çıkardığı Kurul üyelerinden 7’sinin “yürütme”den gelmesini hükme bağladı. Öteki konulara değinecek yer yok... Ama sadece biri sanırız her şeyi anlatır:
Yargıtay Başkanı, “İş yükümüz fazla” diyor. “Bir yılda 533 bin 168 dava dosyası karara bağlandığı halde yetişemiyoruz” diyor.
Buna karşılık Başbakan Erdoğan’ın bir televizyon programında:
“15-20 yıl dosyaların raflarda durmasının faturasını siz kime ödetiyorsunuz? Bunlar niye bekliyor? Bunları bekletmeyin o zaman... Biz bu ülkede, 2-3 dakikada, dosyaların sayfaları okunmadan verilen kararları da biliyoruz” dediği bildiriliyor.
Gördüğünüz gibi ortada tam bir “sağırlar diyaloğu” gerçeği var.
Yargıya bakış bu olursa, onun hangi sorunu çözülür?
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2010
LAF demokrasiden açılınca birinciliği kimse başkasına bırakmıyor. Ama sıra “demokrasi”nin temel ilkelerini kendi yaşamımızda ne kadar uyguladığımızı irdelemeye gelince, sınıfta kalmayan yok gibi. Başbakan Erdoğan’dan söz edecek değiliz. O artık her türlü kayıt ve kural üstü. Bize Salim Uslu yetiyor.
Keza Salim Uslu kimdir bilmiyor olabilirsiniz.
Bu zat daha çok “sağ” eğilimli kişilerin egemenliğindeki 10 işçi sendikasını etrafına toplamış bulunan, Hak-İş isimli İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun Başkanı.
Salim Uslu birkaç gün önce Çorum’da bir konuşma yaparak “2001 yılındaki Anayasa değişikliğini desteklediklerini gazete ilanları ile duyuran” TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) gibi önde gelen Sivil Toplum Kuruluşlarına, 12 Eylül’de oylanacak Anayasa değişikliğine açık açık “EVET” demedikleri, bunu kamuoyuna ilan etmedikleri için, “Bunlar Sivil Toplum Kuruluşu değil, sivil toplum konsomatrisidir” dedi.
“Konsomatris” deyimi Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “Gazino, bar gibi eğlence yerlerinde, müşteri ile birlikte yiyip içerek çalıştığı yere kazanç sağlayan kadın” olarak açıklanıyor.
Ama Sami Uslu’nun o deyimi çok daha uçta bir anlam yükleyerek kullandığı belli. Çünkü Uslu’nun “para için her şeyi yapabilecek karakterden” söz ettiği sırıtıyor.
İşte bu zat, 10 Temmuz günü kamuoyuna bir açıklama yapmış ve: “Referandum kutuplaştırmaz, ancak bu süreçte kullanılan üslup ve söylemler demokratik terbiye ve olgunluğa uygun olmalıdır” demişti.
Şimdi işte bu, “Terbiyeli konuşalım arkadaşlar” uyarısı yapan zat tutuyor, Anayasa değişikliği konusunda kendisinden farklı düşünen insanları ve kurumları, “terbiye dışı” yakıştırmalarla yeriyor.
Gerçi TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’le DİSK Başkanı Süleyman Çelebi hak ettiği yanıtı vermekte gecikmediler. Örneğin Boyner, “Bu yakışıksız ve düzeysiz ifade”nin “tercih açıklama baskısı ve baskının tehdit aşamasına ulaştığı propaganda dönemi”nde kullanılmasına ayrıca dikkat çekti. Uslu’ya, “kendi oyunun konsomatrislerinkiyle eşit olduğunu” anımsattı. Kısaca iyi bir “demokrasi terbiyesi” verdi.
Bir de 12 Eylül referandumu öncesinde siyasi iktidarın yürüttüğü “baskı” kampanyasına ilişkin değerlendirmeleri tarihe geçsin diye:
“(...) Artık etik kavramların dışında kalan bu hakaretler ülkemizin içinden geçmekte olduğu siyasi iklimin, çeşitli kesimleri ne boyuta kadar deformasyona (bozulmaya) uğrattığı yolunda tarihe kara bir örnek olarak kaydedilmiş bulunmaktadır.
Bu bir linç mantığıdır. Türkiye’de demokrasi alanını genişleteceği iddiasını taşıyan bir referandum paketinin savunulma yöntemi bu değildir” dedi.
Çelebi de, “Hak İş Başkanı’nın irtifasını kaybetmiş” olduğunu söyledi.
Ama dün Hak-İş’in internet sitesine baktık. Uslu yaptığı yeni bir açıklamada hâlâ, “Ne var bunda?” demeye getiriyordu.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2010
SİZ de olsanız, dinlediğiniz konuşmanın en çok kendinizi ilgilendiren bölümüne bakar, ya “Beğendim” dersiniz yahut aksini söylersiniz.
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasındaki, “duygu sömürüsü” içerikli sözler bizi hiç ilgilendirmedi. Kimler için ağlarmış da, boynu bükük kalanları bilirmiş de...
Onu orada dinleyenler değerlendirsin.
“Edirne’de neyi söylersem Diyarbakır’da da aynını söylerim” demesine rağmen ağzına “Tek bayrak, tek millet, tek devlet” sloganını almamasına; her fırsatta -haklı olarak- “terörist başı” dediği Abdullah Öcalan’a atıfta bulunmamasına da takılmadık.
Bizi daha çok “ifade özgürlüğü” konusundaki sözleri ilgilendirdi. Çünkü Diyarbakırlılara aynen:
“Biz bu ülkede fikirlerinden dolayı mahkûm edilen insanları çok iyi biliriz. Yazı yazdığı için, konuştuğu için, şiir okuduğu için mahpus damlarında çürümenin nasıl bir duygu olduğunu çok iyi biliriz” demişti.
Bu sütunu izleyenler, kendisinin Siirt’te bir mitingde okuduğu, “Minareler süngü, kubbeler miğfer/Camiler kışlamız, müminler asker” mısralarının suç sayılmasına karşı çıktığımızı umarız anımsarlar.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2010
BİZİM alanımız değil. Ama Bergama yakınındaki -antik adıyla- Allianoi isimli “ılıca” yani “sağlık merkezi” harabelerinin, o yörede yapılacak Yortanlı Barajı suları altında kalmasına itiraz edenlere Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun söyledikleri, ister istemez bizi de tartışmanın içine çekti. Biliyorsunuz itirazcılar oradaki tarihi değerlerin ve kültür mirasının korunması için çırpınıyorlar.
Aynen Rize’nin İkizdere vadisi başta olmak üzere Karadeniz Bölgesi’nin bakmaya bile kıyamayacağınız güzellikteki tabiat zenginliğinin, “Baraj yapıp elektrik üreteceğiz” hoyratlığı ile tam bir “katliama” maruz bırakılmasına isyan eden Jeoloji Mühendisi Kadem Ekşi ve arkadaşlarının çığlığı gibi.
Geçen gün Gila Benmayor bu gazetedeki sütununda yazdı:
Allianoi’nin sular altında kalacağı anlaşılınca Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın oluşturduğu “Bilim Akademik Komisyonu” daha 2005 yılında, “Buranın UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine girebilecek önemde” bir yer olduğunu saptamış.
Ama “barajcı” kafalar onun tam karşıtı bir raporu 2007 yılında hazırlatmışlar.
O tarihte Devlet Su İşleri Genel Müdürü sıfatıyla “Barajımdan vazgeçmem diyen kafanın bugün Çevre Bakanı sıfatını taşıdığını fark edince, hazin gerçek daha iyi görünüyor.
Tam anlamıyla “kuzuyu kurda teslim etmiş” gibiyiz.
Nitekim bu bakan, aslında “Çevre Bakanı” mı “Orman Bakanı” mı olduğunu merak edenleri, Allianoi’yi savunan san’atçı Tarkan’a verdiği yanıtla ortaya koydu:
“Tarkan bilmediği şeylere burnunu sokmamalı, kendi işini yapmalı” imiş. Nitekim o da “müzik yapmaya” kalkmıyormuş.
Kaldı ki, “Allianoi diye bir yer yok”muş. Oranın adı “Paşa Ilıcası” imiş.
İyi de Eroğlu’nun yanlışı bir tane değil ki:
Önce arkeologlar itiraz ediyor. Yörenin adının Milattan Sonra 2’nci asırda yaşayan Ailius Aristides isimli Romalı hatibin kitaplarında geçtiğini söylüyorlar.
Kaldı ki, böyle “yeni ismi” savunmanın bugünkü siyasi iktidarın politikalarına ters düştüğünü Veysel Eroğlu bilmeyecek de kim bilecek?
Eroğlu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Bitlis’in “Güroymak” İlçesi’ne “Norşin” dediğini, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi Güneysu’dan “Potamya” diye söz ettiğini nasıl unutur?
Mesele o yörenin adının şu veya bu olması değil, oradaki tarihi kalıntıların -istisnalar kusura bakmasın- “teknik adam” duyarsızlığıyla mahvolmasına izin verecek miyiz, vermeyecek miyiz sorusudur.
Nitekim Birecik Barajı yüzünden Zeugma; Ilısu Barajı yüzünden Hasankeyf harabeleri sular altında kalmasın diye dünya ayağa kalktı.
Zeugma’daki mozaiklerden birazı kurtarılıp Gaziantep’teki müzeye nakledilebildi. Zeugma Antik Kenti’nden kurtarılabileni de şimdi Gaziantep İl Özel İdaresi bir çatı altında korumaya almak için uğraşıyor. Çünkü gidenin değerini yeni anladılar.
Bunların değerini Veysel Eroğlu’nun da anlamasını beklersek, yandık.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2010
HERKESİN, halkoylamasının yapılacağı 12 Eylül’e kilitlendiği bir sırada “Washington’daki İsrail- Filistin görüşmelerinden” söz edeceğimizi zannetmeyin. O görüşmelerden değil ama, o görüşmeleri sabote etmek için işlenmiş bir cinayetten söz etmeye niyetliyiz. Çünkü konunun Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ilgilendiren bir tarafı olduğunu düşünüyoruz. Gazetelerimiz, “Tayyip Erdoğan ne demiş?”; “Kılıçdaroğlu ne yanıt vermiş?”lerle ve ”Hangi yargıç kiminle kahvehane geyiği yaparken ne demiş?” konulu -başkaları yapınca alçakça, kendileri yapınca ahlaklıca- yayın örnekleriyle dolu olduğu için, değineceğimiz haberi göremediniz. O nedenle biz özetleyelim:
Biliyorsunuz bugünlerde Washington’da Filistin-İsrail görüşmeleri var.
Başkan Obama, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile Filistin’in, Filistin Kurtuluş Örgütü egemenliği altındaki Batı Şeria bölümü Başkanı Mahmud Abbas arasında görüşme başlattı. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile Ürdün Kralı Abdullah’ın da katıldığı görüşmeler sürerken, Filistin’in Gazze bölgesine hükmeden Hamas militanları, yoldan geçen bir sivil arabayı durdurdular. İçindeki, biri hamile bir kadın olmak üzere İsrailli dört sivili, otomatik silahla tarayıp katlettiler.
Sonra da Hamas örgütü “Bu kahramanca (!) eylemi” kutlamak için yoldan geçenlere şeker vb. ikram etti.
Bu dediklerimiz Hamas tarafından da doğrulanmış bilgiler.
Hamas deyince anımsarsınız ama biz yine de özetleyelim:
Hani Başbakan Erdoğan’ın özetle, “Mademki Batılı ülkeler Filistin’deki yönetimi belirleyen seçimlere Hamas’ın meşru bir parti olarak girmesini kabul etmişlerdi... O seçimden galip çıkan Hamas’a artık kimsenin terör örgütü muamelesi yapmaya hakkı yoktur” dediği grup...
Aslında Erdoğan’ın bu tezi bizce de doğrudur.
Nitekim Hamas’ın Suriye’de yaşayan lideri Halit Meşal’ın da Ankara’ya davet edildiğini, Erdoğan’la görüştüğünü, ayrıca Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile de nerdeyse “kanka” olduğunu anımsarsınız.
Keza “İsrail Saldırı Güçleri”nin, Aralık 2008 sonundan Ocak 2009 ortalarına kadar Gazze’ye haksız yere bomba yağdırıp kadın, çoluk çocuk dahil 2500 kadar insanı öldürmesi üzerine Tayyip Erdoğan -haklı olarak- küplere bindiğini, ölenleri “yaratandan ötürü sevdiği” için İsrail’e demediğini bırakmadığını da unutmamışsınızdır.
Biz Konya’daki Kuran Kursu yatakhanesi çökünce ölen yavruların ailelerini de “yaratandan ötürü sevdiği” gerekçesiyle arayarak acılarını paylaşmasını takdir etmiştik.
Ama aynı Erdoğan’ın, yaşam anlayışı kendisine uymayan gençlerin, çocukların ölümünde aynı duyarlığı göstermemesini “insanları yaratandan dolayı sevme” anlayışıyla bağdaştıramamıştık.
İşte o nedenle, “Acaba yanılıyor muyuz?” diye kafamıza takılan soruyu, bugün sizinle paylaşmak istedik.
Öyle ya, “Başbakan Erdoğan’ın İsrail’in öldürdüğü siviller nedeniyle olduğu gibi, Hamas’ın öldürdüğü siviller nedeniyle de tepki göstermesi gerekir” diye düşünmek yanlış mı?
Bakalım İsrailli sivilleri de aynı “yaratan” mı yaratmış.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2010
İNSAN bazen lafa nereden başlayacağını tayin edemiyor. Ortada bir iddia var: <br><br>Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Aslan Güner’in, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı olduğu 2007 yılında, “PKK’yı dinleme” amacıyla aldırdığı cihazlarla yurtiçinde 2000 kadar kişi, “yasadışı” yolla dinlenmiş. Şimdi Org. Aslan Güner suçlanıyor.
Ancak iddialar üzerine hem Aslan Güner “derhal soruşturma açılmasını istediğini” açıkladı hem de Genelkurmay, “gerek cihazların alınmasında gerek kullanılmasında yasalara aykırı bir durum varsa ortaya çıkarılması için gerekli idari soruşturmanın başladığını” ilan etti.
Hatta Genelkurmay dün, ilk bulguları da kamuoyu ile paylaştı.
Aslan Güner’in getirttiği cihazlar konusunun ayrıntısına girmiyoruz. Gazetelerde buna ilişkin bol bol bilgi var.
Sadece “Eğer Aslan Güner bu cihazları yasalara aykırı bir şekilde getirttiyse ona, bunlar eğer yasalara aykırı şekilde kullanıldı, örneğin bazı aydınlarımızın telefonları bu yolla dinlendiyse, bunun bir ahlaksızlık ve alçaklık olduğunu söylüyoruz ve bunu yapanlara gereken ceza verilmeli” demekle yetiniyoruz.
Şimdi “Genelkurmay’ın aldığı cihazlarla yasadışı dinleme yapıldı” diye lafa başlayıp son hedef olarak seçtikleri anlaşılan Aslan Güner’i ve Genelkurmay’ı suçlayanlara söylenecek hiçbir şey yok mu?
Bu kadronun acar elemanları lütfedip bir de kendi yaptıklarına baksalar iyi olmaz mı?
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin kahve çay içerken yaptıkları “geyik muhabbetini” bile yasadışı yollardan dinleyenlerin ses kayıtlarını siz yayınlamıyor musunuz?
Yasalar “Yasaya aykırı dinleme ve kayıt yapma ne ise, onu yayınlama da aynı nitelikte suçtur” dediğine göre, sizin yaptığınız aynı şekilde “ahlaksızlık ve alçaklık” olmuyor mu?
Ya Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a ne diyeceğiz?
Baştan belirtelim:
Biz Binali Yıldırım’ı hem çalışkan hem de başarılı buluruz.
Ama bir insan “çalışkan ve başarılı” ise, kendi yetkisi dışında işlere karışmaya hakkı olabilir mi?
Bakıyoruz Binali Yıldırım, kendisinde Maliye Bakanı yetkisi varmış gibi:
“Google devlete vergi ödemiyor, ben de onu dize getirmek için “Google-Earth” dahil bu şirketin verdiği birçok iletişim hizmetini engelliyorum” diyor.
Bunu üstelik pervasızca söylüyor ama Maliye Bakanı, “Benim vergiyi kimden nasıl alacağıma sen ne karışıyorsun?” demiyor.
Oysa bu tam bir “ihkak-ı hak” anlayışı. Yani yasadışı yoldan hakkını alma yolu...
Aynı şekilde Binali Yıldırım tutmuş bir TV programında, Aslan Güner’in getirttiği cihazlardan söz ederken:
“Genelkurmay inceleme ve soruşturma başlattıysa da kamuoyunda yeterli görülmüyor. İnsanlar sokakta ‘Bu iş kendi içlerinde örtbas ediliyor’ diyor. Ama biz Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nu devreye sokacağız ve herhangi bir şeyin üzeri örtülmesin istiyoruz” demiş.
Bu sözlerin içerdiği “nezaketsizliği” görmezden gelip soralım:
“O Yüksek Denetleme Kurulu’nda Hanefi Avcı’nın kitabını okuyan yok mu? Bir de oradakilerin üstünün örtülmesini önleseniz.”
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
HİLMİ Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu 30 Ağustos’ta düzenlenen resepsiyonda (kabul resminde) Org. Yaşar Büyükanıt konukları “İkinci Başkan” sıfatıyla karşılayıp “Hoş geldiniz” dediği için doğrusu ortada yadırganacak bir şey yokmuş gibi gelmişti. Sonra İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduğu 30 Ağustos resmi kabulüne gittik. Askerler tarafından düzenlenen bir törene veya etkinliğe gidenler bilir. Belli noktaya geldikten sonra nerdeyse 10 metre aralıklarla sizi yönlendirecek birini karşınızda bulursunuz.
Daha “Ben neredeyim?” diyemeden kendinizi size uygun gördükleri nokta neresi ise orada bulursunuz.
Ve “Demek ki bu protokole göre bana biçilen elbise bu imiş” dersiniz.
Eh... Her olayın protokolü kendi özelliklerine göre düzenlendiği için çoğu kez diyeceğiniz laf kalmaz. Çok çok bir sonraki çağrıda özür dilersiniz.
Ama önce İlker Başbuğ’un, dün de yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in verdiği resepsiyon bizi, “Ya konuklarınızı sınıflara ayırmaktan -ve onlara karşı ayıp etmekten- vazgeçin, yahut bu muameleye katlanacak olanları çağırın” demeye mecbur etti.
Anlatalım:
İlker Başbuğ’un resepsiyonunda konukları Genelkurmay Genel Sekreteri olan Tümgeneral ile eşi hanımefendi karşılamıştı.
Neden kendisi değil de Genel Sekreter?
Önceki akşam verilende ona bile nail olamadık. Çünkü yönlendirmeler bizi bir kalabalığın ortasına atıp bıraktı.
Bizim Komutanlar konuklarını bile “kategorilere ayırmaktan” ne zaman vazgeçerler, vazgeçerler mi, geçmezler mi bilmiyoruz.
Ama eğer sizi davet eden -örneğin- Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ise, size “Hoş geldiniz” demesi gereken de o değil midir?
Hayır!
Siz aldığınız daveti önemsediğinizi göstermek için -örneğin- İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorsunuz (hoş kapı komşu olsa da fark etmez ya) ama sizi davet eden zatın değil elini sıkmak, yüzünü dahi göremeden dönüp geliyorsunuz.
Neden?
Çünkü siz, “Hoş geldiniz” demeye değer konuklardan değilsiniz.
Var mı Allah aşkına dünyada böyle bir nezaket?
Eğer beni bir “Hoş geldin”e bile layık bulmuyorsan neden çağırıyorsun?
Çağırma, beni de üzme!
“Efendim, çok sayıda insanı çağırınca böyle oluyormuş!”
O zaman ya “az sayıda” insan çağır veya Cumhurbaşkanı Özal’ın, Demirel’in yaptığı gibi, konukları iki (yahu üç) ayrı resepsiyona böl.
Ev sahibinin konuklarına “aşağılandıkları hissini vererek” teşekkür kazanmasının bir yolu var mı?
Bu da bize ders olsun!
Bir daha mı? Tövbe...
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2010
BİZ başımıza sorun yaratma konusunda ustayız ya... Şimdi gereksiz yere bir de “Genel Af” tartışmasıyla vakit tüketiyoruz. Üstelik sadece siyasi yönden değil, “ceza hukuku” açısından da “yanlış” laflar ederek tartışıyoruz. Daha önce yazdığımız gibi Kemal Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin “yetkili organlarında” tartışılmamış bir fikri sırf referandumda “Hayır” oylarını artırma umuduyla ortaya atması, hem partisini zora soktu hem de Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile oluşturulmuş “Hayır” cephesini çatlattı.
Sırf o değil. Tunceli’de, Diyarbakır’da bu söz belki “CHP’yi desteklesek mi?” sorularının ortaya atılmasına sebep olmuştur ama Orta Anadolu’da, Kuzey Anadolu’da, Batı Anadolu’da olumsuz bir etki yarattığı kesindir.
Bu Kılıçdaroğlu’nun yanlışı.
Peki ya ötekiler?
Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan, “Genel Af” fikrine karşı çıkarken siyasi literatüre bir de “Parlamentonun yüzde 65’ine sahip olan Adalet ve Kalkınma Partisi sana buradan bir gıdım su içirmez su!” gibi, hiçbir parlamentoda kullanılmadığını sandığımız bir söz hediye etti.
O Başbakan’ın diyelim ki “üslup yanlışı!”
Keşke onunla kalsaydı.
Tuttu “Genel Af” kavramının anlamını bilmediğini -veya yanlış bildiğini- ortaya koyan sözler söyledi.
Tıpkı ondan -hatta Kılıçdaroğlu’ndan- önce “PKK’lılara genel af çıkarılsın” önerisinde bulunan halen CHP Meclisi Üyesi olan eski Diyarbakır milletvekili Mesut Değer gibi.
Belli ki Başbakan Erdoğan ile Mesut Değer, o kavramla örneğin “Bütün PKK’lılar affedilsin” demek istendiğini sanıyorlar. Bir başka ifadeyle “Genel Af” ilgili herkesi kapsayan af anlamına gelir diye düşünüyorlar.
Oysa hem eski (965 sayılı) Ceza Yasası hem de 2005’te yürürlüğe giren 5237 sayılı Ceza Yasası, “iki tür af”tan söz ediyor.
“Genel Af”ın öyle çok sayıda kişiyi ilgilendiren “af” anlamına gelmediği, her iki yasanın ilgili hükümlerinden anlaşılıyor.
Keza iki yasa da “Genel Af”fın “kamu davasını ve hükmolunan cezaları bütün neticeleriyle birlikte ortadan kaldırdığını” yani sadece bu sonucu doğuran “af” yasalarının “genel af yasası” sayılabileceğini söylüyor.
İkinci türü teşkil eden “Özel Af” ise, verilmiş bir cezayı “kaldırma, hafifletme veya değiştirme” sonucu doğuruyor. Ama “mahkûmiyet ve ona bağlı ehliyetsizlikler, asıl cezaya bağlı cezalar” ortadan kalkmıyor.
Demek ki “PKK’ya genel af”tan söz etmek “tüm PKK’lıları affetmek” anlamına gelmiyor.
Ama Abdullah Öcalan o karambolde yırtar çıkar mı, onu kimse net olarak söyleyemiyor. Zaten tartışmanın özünü de o nokta oluşturuyor.
Öte yandan Anayasamızın 87’nci maddesi, sadece “Genel Af” için değil, “özel af” yasasının da en az “Meclis üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla” (330 oy) çıkarılabileceğini emrediyor.
O nedenle değil CHP’nin, AKP’nin bile tek başına bir af yasası çıkarması imkânsıza yakın denecek kadar zor görünüyor. Ne var ki, gereksiz yere zihinler bulandırılıyor.
Yazının Devamını Oku