Paylaş
Koca kafası, küçük kolları, meraklı gözleri var. Kim bilir mürekkebiyle neler yazacaktı denizlere.
Şimdi nefessiz, hareketsiz, geleceksiz ve geçmişsiz öylece yatıyordu yerde.
Onu arayan var mıdır? Elbette vardır.
Yüreğim yüreğine bağlandı.
Telefonumun hoparlöre ‘düdıt’ diye bağlanması gibi. O sesi duydum.
Sanki biri yokluğunun şiirini yazmıştı, onu okudum.
Ben yemem bu ahtapotu dedim. Onu mide asitlerimle eritip, bağırsaklarımdan süzecek değilim.
Ertesi gün kıyıya bir köpek geldi yüzerek.
Adı, Balım’mış. Hemen koşup sevmek istedi çocuklar.
Denizde yüzen sahibine sordum: Sevebilirler mi? Dünyanın en tuhaf sorusunu sormuşum gibi yüzüme baktı. ‘Tabii ki, insan gibi düşünün.’ Tabii ya.
Şu dünyada, yüzen, uçan, koşan, yürüyen, kanat çırpan, kök salan, tırmanan, saklanan, büyüyen, çiçek açan, yavrulayan, nefes alan kim sevmez ki sevilmeyi?
Gel bir öpeyim denmeyi. Öbür yanağından da denmeyi. Sıkı sıkı sarılınmayı. Okşanmayı. Derdinin dinlenmesini. Halinin sorulmasını...
Biricik olduğunun kutlanmasını. Katlanıp, bir yüreğe sıkıştırılmayı. Sevdik tabii Balım’ı.
Ah sevilmez mi? Denizde üşümüş tek bacağı titrerken, en sevdiği şey atılan küçük taşları getirmekmiş.
Ona bol bol küçük taş attık. Taşı havada ilk gördüğü an, yüreğinin bir havalanışı var, görmeliydiniz.
Hop diye bir neşe bırakıyor havaya, sonra koşup getiriyor taşı.
Adı gibi Balım. Yüreğim yüreğine bağlandı, düdıt.
Hopladım zıpladım onunla kayaların üzerinde. Sol bacağım titredi üşümekten.
Dün, hastanenin bahçesindeyiz, seksen yedi yıllık bir ömrün devamı için Nizamettin amcanın yanıbaşındayız.
Bayram öncesi ama, herkese aynı anda bayram olmuyor hayat. Bekleşen insanlar var. Çaylarını zor yudumluyorlar.
Yoğun bakımdaki nöbetçi doktor, kelimelerini onlarca değişik tartıda tarttıktan sonra masaya bırakıyor.
‘Nizamettin bey, ancak bir bakım ünitesiyle eve çıkabilir artık’ diyor.
Boynumuz bükük dinliyoruz. Benzer hikayelerden teselli bulmak istiyoruz.
O sırada yan masada oturan bir annenin yüreğine bağlanıyor yüreğim.
Yürek bu, havada yakaladığı yüreğe bağlanıyor tanımasa da. Düdıt. Güneş gözlüklerimden gözyaşları süzülmeye başlıyor.
“Size ne oldu” demek istiyorum ama ne biçim saçma geliyor bu soru. Geçmiş olsun desem mi diyorum ama kaba saba geliyor geçmiş olsun.
Diyecek kelime bulamıyorum bildiğim dillerde. Yanımdan, gözlerimiz kenetli, geçiyor bir çay alıyor.
Konuşmak istiyorum ama kelimem yok. Ayrılıyoruz, çok eski iki dost gibi yüreklerimiz bağlı.
Sonra dayanamayıp başkalarından öğrendim, 17 yaşındaki oğlunun ateşi düşmüyormuş, sebebi bulunmuyormuş. Dilerim şifa bulsunlar.
Yoğun bakımda, hâlâ güzel hala asil bir ifadeyle, hafif bir uykuda olan Nizamettin amcanın yanına giriyoruz.
Sol başına gidip konuşuyorum. Duyduğunu biliyorum. Nerden bildiğimi bilmiyorum.
Nizamettin Amcacım hepimiz burdayız. Yanındayız. Seni seviyoruz.
Hareketsizlikten şişmiş ellerinin üzerine koyuyorum ellerimi. Bak bu benim elim, hissediyor musun...
Başını sola çeviriyor gözleri kapalı...
Yüreğim yüreğine bağlı, onun gibi uzun ve zor nefesler alıp veriyorum.
Rahatlığı, huzuru, hafifliği için dua ediyorum. Açıp bir ihtimal ışığı görecek, o mavi gözlerini çağırıyorum.
Hayatın başına, ortasına, sonlarına yüreğinle bağlandığında, sesini duyuyorsun her şeyin.
Bir bebek ahtapotun, taşlara koşan Balım’ın, oğlunun ateşi düşsün diye hastanenin bahçesinde çay içmeye çalışan annenin, bir odada kuyudan ağır bir kova su çeker gibi nefes alan avukat Nizamettin beyin.
Hayat yüreklerin bir anlık beraber atması değil de, ne ki zaten.
Paylaş