Güneşe şöyle kollarını gere gere uzanmak varken, bir telaş içindeyim hep.
Köklerinden emin, rüzgârlar, mevsimler, kuşlar, böcekler, mantarlar, yosunlar hepsinin iyi kötü misafirliğini gövdemle karşılayabilmeyi hatırladım.
Bir kiraz ağacının dalından, sürpriz bir çiçeğin birdenbire açıverişini gördüm.
Hani bazen güne öyle bir çiçek açıverir ya. Hem birdenbire olanı, hem de çok yavaşı gördüm.
Zaman her canlıya başka akıyor.
Mevsimlerle yaşamayı...
Zamanı ileri geri almaya çalışarak, ayarlarıyla oynamamak gerektiğini...
Bazen çırılçıplak üşümeyi ama baharını da içinde taşımayı gördüm.
Dağlar kadar emin.
Kuşlar gibi özgür.
O denizler kadar derin.
Var bir ben
Bahar gibi hep yüzüme gülen.
Ah! Kadın olmak güzel!
De ki her gün içinden: “Seviyorum beni ben!”
Kim bu insanlar?
Nasıllar?
Bize kendimizi nasıl hissettirirler?
Daha da önemlisi kendileri nasıl hislerdedir...
Neyi, kimi, neden severler?
Günlerini neye harcarlar, neye hayıflanırlar...
Neyin yokluğunu çekerler?
Zamanımızı birlikte geçirmeyi seçtiğimiz bu insanlar, bize bir ufuk çizer.
Bir insanı, o insan yapan şey, içindeki öze olan sadakati oluyor.
O özle bağlantının kopması an meselesi.
‘Kopyala rahat et’ diyen bir sürü insandan, konu komşu arkadaştan ve bunu haykıran binalardan, kurumlardan, söylemlerden sağlam geçmen gerek, özünü sıcacık tutabilmek için.
Nasıl fiziksel kopyalamalar, ‘bu suratta bir şey, bu surata ait değil ama ne!’ gibi duruyorsa, ruhsal ve zihinsel kopyalar da öyle ait değil duruyor ruhlara.
Birbirlerine ve bir şeye aitler belki ama kendilerine değil. İnsanın kendi elini tutabiliyor olması, insanoğluna verilmiş bir hediye hatta bir mesaj gibi geliyor bana.
Kendinle el ele tutuşabiliyor, kendini selamlayabiliyor, hatta ellerini birbirine sürterek ısı bile çıkartabiliyorsun.
Bu konunun şu an dikkatimi çekmesinin sebebi, etrafta bağlantı kopukluğu yaşayan insanlarla karşılaşmam.
Sabahtan sağ bileğime 5 lastik saç bandı koyuyorum.
Amaç hepsini gün sonu sola alabilmek.
Her sakince tepki verebildiğimde, kibarlığımı, saygımı ve merkezimi tutabildiğimde hop bir bant sola.
“Ne gerek var, hem sen bu kadar kendini kaybeden biri misin” diyebilirsiniz...
Evet, öyleyim.
Özellikle annelikte öyleyim.
Ani çıkışlarım oluyor ya da küçük şeylere büyük tepkiler verebiliyorum.
Yüzde yetmiş galip olmak, büyük hediyedir.
Her şeyi, her zaman, her koşulda ve her halinle yüzde yüz iyi yapamazsın.
Yüzde yüz insanın içinde bir canavardır. Seni kemirir. Ayaklarından ufak ufak kemirir.
Her Nil, yüzde otuz eksik ve defolu gelir.
Anne Nil, eş Nil, müzik yapan Nil, yazan Nil, kız çocuğu Nil, kardeş Nil, yoldaş Nil...
Bardak doludur, boştur... Güne göre, bakışına göre, akışına göre değişir onu bilemem.
Bildiğim şu, sen yüzde otuzu rahat bırak!
Size, hayatta beni ferahlatan düşünceleri yazmayı en başından beri borç bildim.
Kaygılar, korkular, kuruntular hep K’yla başlar.
Ardından yürür ve sürekli sana bir şey fısıldarlar.
Nereye gitsen fare gibi peşindedirler ve yoktur susacakları.
Anneni ararsın içinde, saçını okşasın, “Geçecek ben buradayım” desin.
Telaşla çarpan kalbinde, el yordamıyla bir sükûnet taşı ararsın
Lokomotifler geçer yanından, trenlerin ritmi şaşmaz, hayat kırmızıda durmaz.
AAA diye bağırırsın bazen, duyanın da olmaz bazen, bazen değil çoğu zaman.
R
Şöyle hakkıyla düşünmek için, bir koltuk iyi olur.
Sabah gözümü açtığımda genellikle kendimi rüyanın tozundan pasından silkeliyor oluyorum.
“Evde Tek Başına” filmi gibi rüyalar gördüğümden, genellikle “Oh be bunlar gerçek değilmiş” hissiyle uyanıyorum.
Sonra bütün o olanları nasıl da yaşadığımı ve kendime yaşattığımı anlayıp, uzun uzun beynin yapısı ve gerçeklik hakkında düşünüyorum.
Yattığım yerde, gözüm kapalıyken bu kadar gerçekliği kendime yaşatmayı başarıyorsam, gün içinde gözüm açıkken düşündüklerimle kendime neler ediyorum diye düşünüyorum bu sefer.
Bildiniz! Ben düşündüklerimi bile düşünüyorum.
Bu iyi bir şeymiş ama.