Ne mutlu hayalinin ipini göğe salmamış olana

(Bu yazı, yeni çıkan kitabım ‘Kanatların Var Ruhunda’dan alınmıştır.)

Haberin Devamı

Bir insanı, o insan yapan şey, içindeki öze olan sadakati oluyor.
O özle bağlantının kopması an meselesi.
‘Kopyala rahat et’ diyen bir sürü insandan, konu komşu arkadaştan ve bunu haykıran binalardan, kurumlardan, söylemlerden sağlam geçmen gerek, özünü sıcacık tutabilmek için.
Nasıl fiziksel kopyalamalar, ‘bu suratta bir şey, bu surata ait değil ama ne!’ gibi duruyorsa, ruhsal ve zihinsel kopyalar da öyle ait değil duruyor ruhlara.
Birbirlerine ve bir şeye aitler belki ama kendilerine değil. İnsanın kendi elini tutabiliyor olması, insanoğluna verilmiş bir hediye hatta bir mesaj gibi geliyor bana.
Kendinle el ele tutuşabiliyor, kendini selamlayabiliyor, hatta ellerini birbirine sürterek ısı bile çıkartabiliyorsun.
Bu konunun şu an dikkatimi çekmesinin sebebi, etrafta bağlantı kopukluğu yaşayan insanlarla karşılaşmam.
Bir şeyin içinde, ama neyin içinde olduğunu hatta oraya nasıl girdiğini bile hatırlamıyor.
Bir ara gözlerini kapamış ve ‘yol nereye ben oraya’ demiş.
Vardığı yere yabancı ama değilmiş gibi kendine çekidüzen vermiş, bir bukalemun gibi hemzemin olmuş orayla.
Orada olmadığını gözlerinden anlıyorum. Gözleri başka bir manzara yansıtıyor.
Baktığı şeyin yansıması yok gözlerinde, hasretlerin yakamozu var.
Hepimize başta ailemiz, sonra toplum, sonra öğretiler, sonra bir şeyler, kıyafet dikip duruyor.
‘Yok ben dik yaka sevmiyorum, hayır mavi giymek istemiyorum, fırfırlı kol rahatsız ediyor, rahat hareket edemiyorum dar bu’ deyip duruyorsun ama giydirdikçe giydiriyorlar ve sonunda insana çıplak halini de, sevdiğin giysiyi de unutturuyorlar.
Unutmamak için çocukluğu hafızada tutmak lazım. Bazı insanlar neden hiç çocuk olmamış gibi davranıyorlar anlamıyorum.
Çocukken, daha yıllar bize makyajları yapmaya başlamamışken, en gerçek halimizdeydik.
Hem Kent’tik hem Süpermen.
Kimse süper güçlerimizi elimizden alamazdı sanırdık ama süper güçlerimiz, büyüdükçe elimizden alınır işte, biz fark etmeden onlardan vazgeçiyoruz.
Hayalinin ipini, balon bırakır gibi bırakıyorsun.
Halbuki o senin en süper gücündü. Hayal.
Hayalperest, Türkçe’de aklı havada gibi bir anlama geliyor. Kayıp gibi.
Bir şey yapamaz gibi hatta. Hem kayıp hem kifayetsiz. Halbuki aslında en güçlü ve en muktedir olan hayalperest.
Bir insanın hayali varsa, kafasında bir planı vardır ve o plana doğru gidesi vardır.
Her şeyi oraya gider ya da gitmez diye ayırası vardır.
Geleceğe âşık bakışı vardır. O insan, hiç sıkılmadan uzun uzun bulutlara bakabilir.
Baktığı şeylerde hayalinin filmini oynatır eğlenir.
Kendi sineması, kendi seansları, kendi Oscar’ları vardır. Ne mutlu hayalpereste.
Ne mutlu hayalinin ipini göğe salmamış olana.
Belki de her gün bir dakika da olsa kendi elimizi tutup, gittiğimiz yolun hayalimizdeki yol olup olmadığını sormanın vakti gelmiştir.
Ben böyle biriyim demenin.
İçindeki özü, tohumu bulup, onu meyve vereceği yere ekip yağmurla güneşin büyüsünü beklemek gibisi var mıdır?
Meyve vermek, kendi gölgende uyuyabilmek gibisi var mıdır?
Kıymetim, içimdeki tohumda ve ‘ben kıymetimi önce kendime sonra da herkese göstereceğim’ demeli.
Meyveni ısırıp, sadece sana ait olan o tatla sarhoş olmak istiyorsan, daha ne duruyorsun?
(‘Kanatların Var Ruhunda’ kitabımın çıktığı aynı gün, ‘Tek taşımı Kendim Aldım’ albümü plak olarak basıldı. Bu şubat benim için özel bir şubattı.)

 

Yazarın Tüm Yazıları