Nihat Hatipoğlu

Rabbinizin kapısı kapanmıyor

9 Mayıs 2008
DÜNYA hayatına geldik. İstesek de istemesek de. Biz dünyaya gelirken tercihimizi soran olmadı. Tercihimiz sorulmadan da birçok olayla karşılaşıyoruz. Sorulmadan oluşan hiçbir şeyden sorumlu değiliz. Sorulan, sorgulanılan şeylerden sorumluyuz. Yaradılışımızın gayesi Rabbi bilmektir. O’na eğilmeyi başarmaktır. Kendimizi bilmektir. Káinatı keşfetmektir. Nefsi edeple yüceltip cennete gitmeden, dünyada cenneti yaşamaktır. Bir secdede duyduğu hazzı hayatın bütün zevk ve güzelliklerine değişmemektir. Bir mazlumun duasını aldığında bunu dünyanın bütün zenginliklerinden de öte bir zenginlik saymaktır.

* * *

Sorulan ve sorumlu olunan birçok konuda ise ayağımız sürçebilir, yanlış yapabiliriz. İşte bu yanlışlardan vazgeçip Allah’tan bağışlanma dilemeye "istiğfar" dilemek denir. Burada hedef, Allah’la bağı kesmemek ve ahlakiliği kurmaktır.

Aslında bağışlanma dilemek, mutlaka bir günaha bağlı olarak yapılmamalıdır. Hayatın, nimetin, zenginliğin, sağlığın, görebilmenin, düşünebilmenin hakkını tam ödeyememekten dolayı da mağfiret dilenmelidir. Öyle değil mi?

Bizim bedensel özürlü bir kardeşimizden farkımız ne? Üstünlüğümüz ne? Hiçbir şey. Onun sınandığı sıkıntının aynısıyla biz de sınanamaz mıydık? Elbette sınanabilirdik. O halde bu ince çizgi bile hakkı ödenmemiş bir nimettir. Hakkını ödeyemediğimiz her nimetten dolayı da istiğfarda bulunmalıyız.

Günahtan istiğfar, yani bağışlanma dilemeye gelince; bunun kalp ve dille yapılması şarttır. Bunun içindir ki günlük konuşmanın arasında uluorta bir şekilde "Estağfurullah-Allah’tan bağışlanma dilerim" diyen birine Hz. Ali döner ve şöyle der: "Annen yitirsin seni emi, sen ne dediğinin farkında mısın?" Yani istiğfar dilemekle Yüce Allah’a bir söz verdiğinin, O’nunla anlaşmanı -ahdini- yenilediğinin farkında mısın? Bu neden Efendimiz (SAV) şöyle buyurur: "Günahını işlemeye devam etmesine rağmen habire bağışlanma dileyen kişi, Allah’ın ayetleriyle alay eden gibidir."

Kutsi bir hadiste (yani anlamı Yüce Allah’a, ifadesi ise Sevgili Peygamberimize ait hadis) şöyle buyuruyor: "Kul günah işlerse ve bu günahları üst üste toplandığında göğün ucuna kadar ulaşsa da benden istiğfarda bulundukça ben O’nu bağışlarım."

Hz. Peygamber günaha dalacaklara dönüş kapılarını açık tutmaya gayret etmiştir. Ümitsizliği hayattan söküp atmanın yolu, yaradanla iyi bir irtibat kurmakla mümkündür ancak. Allah’a uzak düşenin çıkış yolu var mı ki! Hz. Peygamber; ben ne günah işledim ki, neyim var ki, kimin emeğine karıştım ki diyerek kendini temize havale edeceklere de dolaylı bir ders vermiştir şu cümleyle: "Allah’a yemin ederim ki, ben (Muhammed) günde yetmiş defadan daha fazla Allah’a tövbe ve istiğfar ederim."

Evet, istiğfar hayata tutunmaktır. Allah’a özrü iletmektir. Ruh áleminde verdiği sözü hatırlamaktır. Allah’ın kudreti yanında küçüklüğü hissetmektir. Ölmeden evvel ahretini temizlemektir. Günahlarının kendini utandırdığını ilandır. Aynaya utanmadan bakabilmek için yüzünü arındırmaktır. Secdeye varabilmek için zemin hazırlamaktır. Allah için divana dururken, divandan atılmamayı, sökülmemeyi dilemektir.

* * *

Hz. Peygamber (SAV) istiğfarın sadece bir kurgu olmadığını, hayatı ve geleceği düzenleyen bir rahmet, bir terapi, bir ilaç olduğunu belirtir mahiyette şöyle buyuruyor: "Kim istiğfarı kedisine bir yol edinirse; mutlaka Yüce Allah onun her darlığından ve üzüntüsünden bir çıkış yolu gösterir. Ve hiç hesaba katmadığı bir yerden onu rızıklandırır."

Kul günah işledikten sonra istiğfar ederse Yüce Allah meleklere şöyle buyurur: "Bakın şu kuluma! O, günah işlemesine rağmen kendisinin bir Rabbinin olduğunu unutmadı. Bana istiğfarda bulundu. Siz şahit olun (yazın deftere) ben onu affettim."

Rabbiniz böyle. Hazinesi tükenmiyor. Kapısı kapanmıyor. Kin yok O’nun dergáhında. Kötülükleri değil, iyilikleri yazmayı istiyor. Günahların silinmesi için bahane arıyor. Nerede dönüş yapacaklar! Nerede günahlar bana yakışmıyor diyecekler.

NOT: Perşembe akşamları saat 23.30 civarında Star TV’deki "Dosta Doğru" programımız devam etmektedir. www.nihathatipoglu.com’dan bilgi alabilirsiniz.

SORALIM ÖĞRENELİM

Eşim vefat etti. Çocuklarım var. Bize bağlanan maaştan camiye halı alabilir miyim?

Zekiye ÇAMLIK/ZONGULDAK

Size bağlanan maaşta çocuklarınızın da hakkı vardır. Onların ihtiyacını karşılamanız, ev eğitimlerini sürdürmeniz gerekir. Onları mağdur etmemek koşuluyla camiye halı satın almanızda bir sakınca yoktur.

Eşyanın da Allah’ı tespih ettiğini duydum. Bu nasıl oluyor. Doğru mudur?

Zehra KARA/BURSA

Evet, duyduğunuz bir ayetin mealidir. İsra Suresi’nin 44. Ayeti’nde "Hiçbir şey yok ki, Allah’a hamd ile tespih etmesin, lakin siz onların tespihini anlamazsınız" buyuruluyor. Bilindiği gibi eşyanın zerrelerinde içten hareket vardır. Molekül, atom ve elektron gibi birbirinin içindeki varlıklar, canlı bir yaratıktaki gibi hareket halindedir. Her şey o muhteşem zata işaret eder. Mevláná, "Cansızdan, can álemine girin de álemin parçalarının ahengini duyun, o vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsınız" der.

Ahrette dirilme vücutla mı olacak?

Songül AKIN/ERZİNCAN

Bir hadiste insanda bulunan "ucbuz-zeneb" denilen bir kemikten veya hücreden yeniden yaradılışın gerçekleşeceği söylenmiştir. Bir nevi tohumun çıkışı gibi. Allah dilerse, yeni bir yaradılışla da yaratır.

Bir gün yıkanmayı unutarak camiye girdim. Sonra gusül etmediğimi anladım. Günahım var mı?

Hüseyin BORU/AFYON

Gusül etmeniz gereken bir hál varken camiye girmeniz doğru değildir. Ama unuttuğunuza göre sorumluluğunuz olmaz.
Yazının Devamını Oku

İnsan Allah’tan utanmayınca!

3 Mayıs 2008
BİRİNİ edebe davet ettiğimizde "Allah’tan utan" deriz. Din literatüründe bunun adı "hayá"dır. Aslında hayá, "dirilik" anlamını da taşır. Hayálı insan, kalbi diri insan demektir. Kalbi ölmemiş, nefsini Allah’ın, insanların ve kendisinin yanında "rezil" etmemiş insan demektir. Hayá budur işte.

Peygamberimiz (SAV), çok utangaç olduğu için dostu tarafından kınanan birini gördüğünde kınayana, "Ona ilişme. Bırak öyle kalsın. Çünkü hayá imandandır. İmanı olduğu için utangaçtır" diyecekti.

Bunu tamamlayan başka bir hadisinde şöyle buyurur: "İman altmış (60) parçadan oluşmuştur. Hayá da bu parçalardan birisidir." Bu parçalar bir araya gelirse kámil (olgun) iman oluşmuş olur.

* * *

O halde kalbi ölmüşse kişinin, nefsinin esiri olmuşsa, yalpalıyorsa, savruluyorsa, arzularına hayır diyemiyorsa, kendini azdıracak şartları zorluyorsa, temiz hayattan kirli hayata kaçıyorsa, hayatı çirkin fantezilerden ibaret sanıyorsa, ar damarı çatlamışsa, kendini temize çıkarmak pahasına her tarafı kirletiyorsa, yani kısaca "hayásızlaşmışsa" yapılacak bir şey yoktur artık.

Diğer yandan bir başkası da utancını kaybetmişlerden ders alacağına utançlarını yüzüne vurup duruyorsa; "Kardeşini her günahından dolayı ayıplayan, onun işlediğini işlemeden ölmez" hadisinin ürkütücü anaforuna kapılabilme endişesinin muhatabı olur. Bu bir temenni değil, ürküntüdür sadece. Sünnetullahtır, Allah’ın değişmez kuralıdır sadece.

Peki, cemiyette işlenen günahlardan, hatalardan ve hele yüz kızartıcı olanlarından bahsetmeyelim mi? Tabii ki bahsedelim. Ders olacak biçimde. Hırsla değil. Dini vasfı ön planda olan birinin yaptığı yanlışın hesabını dine kesmeden. Bunu dinle hesaplaşma noktasına taşımadan. Çünkü kimsenin bu şerefli dini temsil etme yetkisi yoktur. Bu yetkiyi verecek bir merci de tanımıyoruz. Din herkesindir, iman eden herkesin.

Allah adına, ancak Yüce Allah ve O’nun şanlı elçisi konuşur. Hiçbir dinin mümininden, o dinin kendisi sorgulanmaz. Hatalar kişilerindir, dinin değil. Hele din adına bir şeyler yaptığına inanan kişilerin de hayatlarıyla binlerce kez hesaplaşmaları gerekir. Yanlışı varsa ya düzelmeli veya kendini iskat etmeli, yani kendini bu iddiadan soyutlamalı. Bu böyle, başka bir çözümü de yok!

Aslında, Allah’tan utanmayan, edebini kaybedeni gördüğümüzde bizim Allah’a karşı utancımız artmalıdır. Sığınmamız, dualarımız, istiğfarlarımız artmalıdır. İnsanoğlunun şeytan karşısındaki samimi duruşunu kaybettiğine hayıflanmamız artmalıdır. Allah’ım, beni ve bu kardeşimi ve bütün günahkárları affet deyişlerimiz artmalıdır.

Diğer taraftan; hayásını yitirmişin, yanlış yapanın, günahına asla bir mazeret uydurmamamız gerekir. "Yanlış yapan bendendir, koruyalım" demememiz gerekir. Evet, günah işleyen de işlemeyen de bendendir, yani insandır, yani zayıftır, yani günaha direnemiyordur belki ama niye bunu söylemekten yüksünelim? Ne adına.

O halde günahın insanoğlunun en kırılgan anı olduğunun farkında olarak şöyle diyelim mi: "Ya Rabbi! Ayakları sabit tutan Rabbim! Ayaklarımızı kaydırma. Ayakları kayana merhamet et. Beni kınayıcılardan değil, ders alıcılardan kıl. Zor günde hesabımı kolay yap. Beni sözümle, özümle bir kıl. Şerrin kapılarını kapat bana. Beni kınananlardan etme, beni kınayana da sen merhamet et."

Büyük İslam alimi İbn Kayyım der ki: "Günahlardan ürpermemen, Allah’ın yanında işlediğin günahından daha feci bir günahtır. Günah işliyorken gülmen, Allah’ın yanında işlediğin günahtan daha fecidir. Günah işliyorken Allah’ın seni görmesinden ürkmemen, utanmaman, işlediğin günahtan daha feci bir günahtır."

* * *

İbrahim bin Ethem’
e gelen birisi, "Tövbe etmek istiyorum ama tekrar günaha dönerim diye de endişeleniyorum. Bana günaha dönmeyeceğim bir tövbe yolu gösterir misin?" der. İbn Ethem der ki: "O zaman Allah’ın yarattığı yerin dışında bir yerde günah işle." Adam der ki: "Bu yeri nereden bulayım? Bütün yer Allah’ın değil mi?" İbrahim bin Ethem der ki: "Peki, bütün yer Allah’ın ise onun yarattığı yerde O’na isyan etmekten utanmıyor musun?"

Evet, bu cümlelerin muhatabı kimse değildir. Ama kimse de bu cümlelerin dışında değildir. Çünkü kimimizin hata ve kusurları bugün ortaya çıkar, kimimizin ise hesap gününe ertelenir. Rabbimiz tümümüze acısın.

SORALIM ÖĞRENELİM

Annem adak adamış ama yerine getiremiyor. Ben onun adağını yerine getirebilir miyim?

Mehmet AZİM/ERZİNCAN

Annenizden vekálet alınız. Anneniz size, "Benim yerime şu adağımı yerine getir. Seni vekil tayin ettim" desin. Siz bu durumda adağı yerine getirirsiniz.

Özür dileyerek soruyorum. Fitil kullanmak gusül abdestini gerektirir mi?

Semra NARİN/ADAPAZARI

Hangi yoldan olursa olsun fitil kullanmak, gusül abdestini gerektirmez. Ama namaz için abdest tazelemek gerekir.

Kadınlar özel günlerinde saç kestirebilir mi?

Narin COŞKUN/RİZE

Kadınlar özel günlerinde saç ve tırnaklarını kesebilirler. Çünkü özel günlerinde de kadınlar temizdirler. Özel günlerde namaz kılmamaları, ibadetin yükümlülüğüyle ilgili bir durumdur. Temizlikle ilgili değildir.

Gusül yapmam gerek. Ama ayağım alçıda. Ne yapmalıyım?

Özgür ARŞIN/MUĞLA

Vücudunuzun hiçbir yerini yıkayamıyorsanız gusül niyetiyle teyemmüm yapabilirsiniz. Ancak belli bölgelerinizi yıkayamıyorsanız, bu durumda yıkadığınız yerlerin dışında kalanlarını ıslak ellerinizle meshedersiniz (sıvazlarsınız).

Cennetin kaç kapısı vardır?

Asım ŞANLI/ELAZIĞ

Cennetin 8, cehennemin 7 kapısı (derecesi) vardır. Cennetin bir kapısının fazla olması da Yüce Rabbimizin rahmetinin fazlalığını gösterir.

Peygamberimiz (SAV), Hz. Ayşe (RA) ile kaç yaşında evlenmiştir?

Cemil CAN/BOLU

Peygamberimizin (SAV) 9 yaşındaki Hz. Ayşe ile evlendiği doğru değildir. Evlilik yaşı 18 civarındadır. 29 Şubat 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki yazımı okuyabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Peygamberimize ’salat ve selam’ ibadettir

25 Nisan 2008
SEVGİLİ Peygamberimize adanmış en dikkat çekici ayetlerden birisi, "Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygamberimize salat etmektedirler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin ve tam bir teslimiyetle O’na selam verin" (Ahzab, 56) ayetidir. İbn-i Kesir bu ayeti, itibarın zirvesi sayar. Yüce Rabbimiz şöyle demek istiyor: "Ben ve en yakın meleklerin en yücelerde Muhammed’i (SAV) anıyoruz." Siz de ey inananlar; namazınızda ve normal yaşantınızda kulum ve elçime salat ve selam getirin, O’nu anın demek ister.

* * *

Peki, salat ve selamın anlamı nedir? Salat ve selam, esenlik ve dua demektir. "Ya Rabbi, Muhammed’in (SAV) makamını, şanını, şerefini ve yanındaki itibarını yücelt" demektir. Dikkat ederseniz "Muhammed" adından sonra "SAV" diye bir rumuz yazarız. "Sallallahu aleyhi vesellem - O’na sonsuz salat (dua) ve selam (övgü) olsun" demektir bu. Alimlerin bir kısmı, O’nun adı her anıldığında bunu söylemeyi dini bir gereklilik (vücub) sayarlar.

Salat ve selamın binlerce türü vardır. Ama halkımız arasında en çok kullanılan ve yaygın olanı şudur: "Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed - Allahım! Efendimiz ve Peygamberimiz olan Muhammed’e ve O’nun akrabalarına (ehli beyt ve dostlarına) salat ve selam getiririm."

Peki, Peygamberimize salat ve selamın faydaları var mıdır? Tabii ki vardır. Hem de yüzlerce. Hatta bu konuda özel eserler kaleme alınmıştır. Biz bu yazımızda bu faydalardan birkaçını belirtelim:

1- Salat ve selam getirene melekler de dua ederler.

2- Günahların affına vesile olur. Peygamberimiz (SAV); "Bana salat ve selam getiriniz. Zira bu yolla günahlarınız bağışlanır" buyuruyor.

3- Sevap yazılmasına sebep olur.

4- Kişinin manevi derecesini yükseltir.

5- Yapılan selamlar kıyamet günü Peygamberimize takdim edilir.

6- Peygamberimizin ahiretteki şefaatine sebep olur.

7- Kıyamet günü mahşerin korkularından kişiyi güvende kılar ve cenneti kolaylaştırır.

8- İçinde salat ve selam getirilen meclisler-sohbetler, manevi yönden süslenir.

9- Kıyamet günü sahibi için ışık ve nur olur.

10- Sohbetlerde işlenmiş küçük günahların affına vesile olur.

11- Kişinin münafıklardan sayılmasına engel olur.

12- Kişiyi ateşten koru-maya çalışır.

13- Kişiyi şehitlerin makamına yaklaştırır.

14- Zor yaşantıdan ve fakirliğin sıkıntılarından kurtarır. Rızkı bollaştırıp bereketlendirir.

15- Peygamberimizin manevi makamında o kişinin adı anılır. Peygamberimiz de o kişiye karşılık verir. Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Yüce Allah’ın yeryüzünü dolaşan melekleri vardır. Onlar ümmetimden salat ve selam getirenleri bana iletirler." (Nesai, 3/43; Ahmed, 1/387; İbn Hibban, 3/195)

16- Duanın önünde salat ve selam getirilir sonra dua yapılırsa, bu işlem duanın kabulüne sebep olur.

17- Salat ve selam, fakir Müslüman için sadaka vermek yerine geçer. Kişiyi cömertlerden saydırır.

18- Salat ve selam, namazın zekátı sayılır. Yani namazdaki ufak hataların temizlenmesine vesile olur.

19- Kişiyi yalnızlıktan kurtarır.

20- Ahirette terazi kurulduğunda sevap kefesini ağırlaştırır.

21- Kişinin ölmeden önce manevi müjdeleri almasına sebep olur.

22- Peygamber sevgisinin kökleşmesine sebep olur. Ahiretteki susuzluktan kişiyi kurtarır.

23- Sekerat (koma) halindeki kişinin rahat nefes vermesine vesile olur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Mezara konulunca sorgu var mı?

Mustafa TEMEL/İSTANBUL


İnsan öldükten sonra kabre konulunca münker ve nekir isimli iki melek kendisine gelerek, "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" diye sorarlar. Bu meleklerin sayısı hakkında ayet ve hadislerde sınırlayıcı bir bilgi yoktur.

Azrail tek başına mı ruhumuzu alır?

Cemil TÜRK/MUĞLA


Azrail (AS) 4 büyük melekten birisidir. O, yalnızca kendisine verilen emri yerine getirir. Eceli tamamlanmış olan kulların ruhunu alır. Onun emrinde bazı melekler vardır. Bu konuda şu ayet vardır: "Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler." (El-En’an, 6/61)

Ölenler, hayattakilerden bilgi alırlar mı?

Sevgi GÜLLÜ/KÜTAHYA


Ölmüş kişilerin hayatta kalanların haberlerini aldıkları ve mezarlarını ziyaret edenleri bildikleri bazı hadislerde açıklanmaktadır.

Ruh hakkında kısa bilgi istiyorum.

Hülya ŞANLI/HATAY


Ruhlar Allah’ın emrinde birer yaratıklardır. Mahiyetleri (nicelikleri) insanlar tarafından bilinmez. İnsan ölünce ruhu geçici olarak başka bir áleme göçer. Orada durumuna göre ya azap ya da nimet görür. Bizler bu áleme berzah álemi diyoruz.

Kabir álemi neye benzer?

Hüseyin ARICI/SİNOP


Yaşayışla ölüm arasındaki uyku álemi nasılsa (ki, bu bir ara álemdir); dünya ile ahiret arasındaki berzah álemi de böyle farklı bir ara álemdir. Nicelik ve niteliğini Allah bilir.
Yazının Devamını Oku

Peygamber ışığında yol bulmak

18 Nisan 2008
BUGÜNLERDE O’nu (SAV) yeniden konuşuyoruz. Bilgimizi yeniliyoruz. Sevgimizi yineliyoruz. Salonları dolduran yüz binler, milletimizin peygamberimizin penceresinden dine baktığını gösteriyor. Sade, temiz, katışıksız, kavgasız, olgun ve abartısız bir din istiyor insanımız. Dinle hesaplaşmak istemiyor, dini anlamak istiyor. Yüce Allah’ın ilettiği şekilde. Bazılarımız Hz. Peygamber’i bir postacı gibi gördü. Peygambersiz bir din arzu ettiler. Onlara göre Kuran-ı Kerim’den başka bir kaynağa ihtiyacımız yok. Cümle güzel aslında ama amaç çok farklı. Bunun ardında "sünneti, yani hadisleri inkár" düşüncesi vardır. Sünnetler inkár edilirse, Kuran-ı Kerim adına istedikleri bilgileri empoze edebilirler.

Metotları şudur: Öncelikle bazı kararlar edinirken, sonuçlara varırken, bu düşüncelerine Kuran’dan uygun ayet ararlar. Onlara göre Kuran’ın ne dediği önemli değil, düşünce yaşantılarına göre ayet bulup bulamayacakları önemlidir.

* * *

Hz. Ali (RA) bunu çok iyi bildiği için tarihi hakem olayında (Prof. İmadüddin Halil, Abdülhalim Üveys gibi bazı çağdaş tarih yorumcularına göre hakem olayı bir masaldır, böyle bir olay olmamıştır) kendisi adına karşıdaki Müslüman grupla konuşacak Ebu Musa El-Eş’ari’ye (RA) şöyle diyordu:

"Onlarla konuşurken Kuran-ı Kerim’den değil, hadislerden delil getir. Zira Kuran "zu vücuh-çok yönlü, geniş anlamlı"dır. Yani onlar Kuran’dan kendilerine göre delil bulmaya çabalayabilir, senin delillerini kendilerince yorumlayabilirler. Onları kıskıvrak yakalayacak olan, Kuran’ın pratiğini temsil eden hadislerdir.

Hz. Ali yıllar önce bu tehlikeyi görmüş ve ikaz etmiştir. Hadisleri inkár eden, Hz. Peygamber’i sıradan bir insan gibi gören ve Peygambersiz bir İslam’ı arzu eden anlayışla aynı noktada buluşmamız mümkün değildir. Bize göre "Muhammed (SAV) Allah’ın resulüdür" denmeden İslam olmaz. Allah ve Resul’ü birbirinden ayırmak Allah’ı inkárla birdir.

Bir kısmımız ise, uydurma hadisler de dahil olmak üzere her bulduğu malzemeyi doğru kabul edip bunun üzerine hurafelerle dolu bir din oluşturdu. Zayıf (ihtiyatlı davranılması gereken) hadislerle uydurma hadisleri (hiçbir aslı olmayan) bile karıştırdı.

Hiçbir kaynağı olmayan masalları din adına uydurdu. Arzu ettiğine uygun sözü gördüğünde kaynağına, senedine, aktarıcı listesinin sağlamlığına bakmadan dine aitmiş gibi sundu. Bu anlayışında dine katkısı olmadı, bilakis çok zararı oldu.

Yıllarca halkımızı camiden uzaklaştıran, dini yaşanmaz gibi gösteren, hatta dinden ürküten işte bu anlayıştır. Bu anlayışın faturası tabii ki İslam’a kesilemez, İslam adına konuşan bazı bilgisizler bu hatanın mimarlarıdır.

Hz. Peygamber’in yeniden özlendiği bu günlerde doğru bir yol haritası çizmek zorundayız. Kuran-ı Kerim’in mealini, en azından bir tefsirin rehberliğinde okumalıyız. Hz. Peygamber’in hadislerini derleyen eserlerinden birini -yorumlu olanını- gözden geçirmeliyiz. Bunun başında "Kütüb-i Sitte" (altı hadis kitabı) veya Nevevi’nin Riyazü’s Salihin’i gelir. Bunlardan birisi yeterlidir.

İslam’ın inanç sistemini -akaid- özetleyen eserlerden birini bitirmeliyiz. "Aliyyül-Kari Şerhi" veya "Ömer Nesefi" akaidi en kolay ulaşılabilecek eserlerdendir. İlmihal kitaplarından birini el altı kitabı gibi tutmalıyız. Bu konuda en temel olan "Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali"dir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çıkardığı iki ciltlik ilmihal kitabı da edinilebilir.

Hz. Peygamber’in hayatını anlatan kapsamlı bir eseri kütüphanemize koymalıyız. Siret Ansiklopedisi veya Asım Köksal’ın "İslam Tarihi" en başta geleni olabilir. Prof. Dr. Yaşar Kandemir’in kitapçıkları kısa hisseler kapmak için birer kapı olabilir. Liste tabii ki çok uzatılabilir. Bir ilk için şimdilik bununla yetinelim.

* * *

Yazımızı Hz. Peygamber’in "Gök ve yer ondan daha doğru sözlüsünü barındırmamıştır" diye tanımladığı Gıfarlı Ebuzer’e (RA) ilettiği yedi tavsiyesiyle bitirelim:

"Yoksulları sev ve onlara yaklaş. Zenginlikte kendinden aşağıdakilere bak. Hiç kimseden bir şey isteme. Akrabayla ilişkini kesme. Acı da olsa hakkı söyle. Allah yolunda hiçbir ayıplayıcıdan korkma. Çokça ’lahavle vela kuvvete illa billah-güç ve kudret ancak Allah’a aittir’ de."

SORALIM ÖĞRENELİM

Kaza namazlarının her namazın arkasından kılınması şart mıdır?

Fatih ERK/AMASYA

Kazaya kalmış farz ve vacip bütün namazlar kerahet vakitlerinin dışında her zaman kılınabilir. Bunlar için belirli bir vakit yoktur. Ancak, düzenli bir şekilde namaz borçlarını tamamlamak için kaza namazlarını vakit namazlarının peşinden kılmayı prensip haline getirmek güzel bir harekettir.

Yolculukta veya yeraltında madende çalışan bir kimse, cem-i takdim veya cem-i tehir yapabilir mi?

Ömer YÜCE/ADANA

Hac mevsiminde Arafat’ta öğle vaktinde öğle ile ikindi namazlarını, Müzdelife’de yatsı vaktinde akşam ile yatsıyı cem etmenin dışında, Hanefi mezhebinde cem-i takdim veya tehir yapmaz caiz değildir. Şafii mezhebinde ise sefer halinde cem-i takdim ve cem-i tehir caiz görülmüştür. Gerektiğinde Şafii mezhebindeki içtihatla amel edilebilir.

Pijama ve sabahlık ile kılınan namaz caiz midir?

Setr-i avrete riayet etmek, temiz olmak şartıyla ev kıyafeti olan pijama ve sabahlıkla namaz kılmak caizdir.
Yazının Devamını Oku

Kutsala saygısızlık ’fitne’dir!

11 Nisan 2008
BİLİNDİĞİ gibi Batılı bir politikacı, Kuran-ı Kerim’i ve İslam’ı hedef alan bir film yaptırdı. Benzeri faaliyetler zaman zaman görülüyor. Aslında tahrikçi, küçük düşürücü, art niyetli ve rahatsız edici bu tavrın ardında hem siyasal amaç hem de dinsel güdüler var. Avrupa’daki Müslümanların eğitim, siyaset ve ticaret alanındaki başarıları, etkinliklerinin artması, her şeye rağmen dinlerini, dillerini ve kimliklerini unutmamaları, Batı’daki bazı klikleri rahatsız etmektedir. O ülkelerin vatandaşları arasında da İslam’ı kabul eden nitelikli isimler günden güne artmakta. İslam’la ilgili bütün yanlı ve yanlış değerlendirmeler bu korku ve telaşın bir neticesidir.

* * *

Belki yaşanan değil ama kitaplardaki muhteşem İslam, uzun gelecekte birilerinin uykusunu kaçırmakta. Hiçbir din ve felsefe, İslam kadar güçlü bir miras bırakmamıştır. Bozulmamış bir miras. Doğru anlaşıldığında ölüleri bile diriltecek bir felsefe.

Fitne filmi ve benzerlerini böyle değerlendirmek lazım. Akılla, sağduyuyla, endişe ve tahriklere kapılmadan, fitneye gelmeden, fitnecilere uymadan, kendimizden emin bir bakışla değerlendirmeliyiz. Bu tür saldırgan çalışmalar bizim metanetimizi kaybederek sokağa inmemizi ve haksız duruma düşmemizi hedeflemektedir. Bu oyuna gelmemek lazım. Peki, o zaman her saygısızlığa karşı susup hakaretleri kabul mü edelim? Elbette ki hayır. Bizler bu hadiselerden kendimize pratik dersler çıkaralım. Dilerseniz sesli düşünelim:

Kuran-ı Kerim açıktır. Mekke’de mazlum Müslümanların meşru müdafaasına bile izin vermeye yanaşmayan Kuran, Medine’de ölçülü karşılığa onay vermiştir. Ancak Müslümanların şehri, haremi, iffeti saldırıya uğradığında karşılık verebilme müsaadesi vermiştir. Aşırı gitmemek koşuluyla "Onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş" (Enfal, 61) diyerek. Peki, bu asil kitaba dil uzatanlar, ne istiyorlar Kuran-ı Kerim’den.

Kuran-ı Kerim, Ey Müslümanlar, size savaş açanlara kırmızı halı sererek vatanınızı teslim edin mi diyecekti. Bu mu isteniyor? Hangi kültür, hangi felsefe bunu söyler veya söylemiştir. Yıllarca Haçlı seferleri düzenleyenler bunu mu söylediler? Yoksa güçlü olduklarında hep talan mı ettiler? Bizim amacımız tabii ki eski defterleri açmak değil, insafa davettir. Kuran bir ahlak, rahmet ve barış kitabıdır:

"Onlar öfkelendikleri zaman bile affederler (Şûra, 37); "(Müslümanlar) affetsinler, hoşgörülü olsunlar, Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?" (En-Nur, 22) "Af yolunu tut, iyiliği emret" (El-Araf,199); "(O takvalı Müslümanlar ki) öfkelerini yenerler ve insanları affederler" (Ali İmran, 133-134); "İyilikle kötülük bir olmaz, sen (kötülüğü) en güzel bir tutumla karşıla" (Fussilet, 34).

Daha binlerce örnek verebiliriz Kuran’ın káinat bakışına. Kuran-ı Kerim’in sicili temizdir. Bakışı temizdir. Sayfaları temizdir. İnsan eliyle oynanmamıştır. Bir ırk kitabı değildir. Rahmet ve ümit kitabıdır. Rabbimizin kelamıdır. Bu dinin Peygamberi de hayatı boyunca sadece affetmiştir. Sizin veya başkasının affetmeyeceğini affetmiştir. Çölde uyurken kılıcını sıyırıp kendisini öldürmek için başına dikilen müşrik Arap silahşorunu affetti. Kendisine ölüm sihri yapan sihirbazı affetti. Hayber’de kendisine "zehirli et" yediren Yahudi kadını affetti. Kızı Zeynep’in ölümüne sebep olan katili affetti. Bedir’deki savaş esirlerini affetti. Bedir esirlerinin elleri çözülüp yemekler yedirilmeyinceye kadar uyumadı. Uyuyamadı. Kendisine kahır sunan Mekkelileri affetti. Amcasının katilini affetti. Yakasını tutup hesap soran sorumsuz adamı affetti. Listeyi uzatabiliriz. Rahmet sunan bir vahiy, affeden bir elçi...

Peki, diğer dinlerin kitaplarındaki acımasızlık ve savaş sözcüklerini ne yapacağız? Hiçbir şey. Zira bizim imanımız hesap sorma kültürü üzerine kurulmamış, tam aksine kötülüğü görmeme ama doğruya davet etme ahlakına endekslenmiştir. Onun için kalemimizde bütün peygamberlere iman ve şefkat, kitaplarına da -bugünkü haliyle de- ancak anlayış görürsünüz. Biz Müslümanlar böyleyiz. Hücrelerimiz bu edep üzerine şifrelenmiştir. Bilmeyenlere Kuran’ın deyimiyle "Cahiller onlara sataştıklarında, selametle derler" (Furkan, 63) deriz.

Bu yazı elbette ki bir müdafaa yazısı değildir. İslam’ın buna ihtiyacı yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Ama bu sağlıklı düşünebilen ve bu çirkinliklerden rahatsız olan, sayılarının da çok olduğunu bildiğim Batılı makul insanlara bir çağrıdır. Çirkinliklere bizden önce onlar engel olmalılar. Çünkü biz, bizim toprağımızda, Hz. İsa’ya, Hıristiyan din adamlarına veya kiliselerine karşı yapılacak her saldırının karşısında olduk. Olacağız da. Batı insanından da bunu bekleriz tabii ki. Batılılar da şunu bilmeliler ki İslam’a karşı her saygısızlık Allah’ın kulu ve resulü olan Hz. İsa’yı üzer ve mahcup eder.

* * *

Peki, bütün bu karalamalarda Müslümanların suçu ve sorumluluğu yok mu? Ben sorayım, bir özeleştiri yapayım o zaman, hep suçu başkasında arayan bizlere. Dünya Müslümanları neden Batı dünyasının önünde değiller? Neden birçok İslam ülkesi hálá aşiret mantığıyla yönetilmektedir. Neden Müslüman toplumlar fakirliğe ve kavgaya mahkûm ediliyorlar. İslam’ın aydınlığıyla bu dine mensuplar arasındaki açı neden bu kadar derin. Birileri bizi yanlış tanıyor veya tanıtıyorsa bunda bizim hiç mi suçumuz yok? Kendimizi tanıtabilmek için ne yaptık bugüne kadar. Hangi bilimsel ve sosyolojik tahlil yaptık.

Ülkelerimiz neden başka ülkelerden daha mamur değil? Biz daha iyisini hak etmiyor muyuz? Halkı Müslüman ülkeler olarak, ekonomimiz, siyasal gücümüz ve itibarımız güçlü olsaydı bu karalamalar yapılabilir miydi? Kimse bunun suçunu yeryüzünün en asil ve mantıklı dininde aramasın. Herkes ellerine baksın, ne ürettiğine.

SORALIM ÖĞRENELİM

Yurtdışında uzun süre kalan bir kişi, evine dönüp eşine kavuşunca nikáh tazelemesi gerekir mi?

Dursun ALP/AMASYA

Nikáh tazelemenin gerektiği durumlar şunlardır:

1- Dinden çıkıp tekrar İslam’a girince, 2- Bain talakla boşama durumunda. Bu itibarla, bir kimsenin eşinden uzun süre ayrı kalması sebebiyle nikáhı bozulmaz ve eşinin yanına döndüğünde yeniden nikáh yapılması gerekmez.

Kayınpeder ve kayınvalideme bakmak zorunluluğum var mıdır?

Nuray KUŞ/HATAY

Onlar sizin babanız ve anneniz gibiler. Hem dinen hem de örfen onlara sevgi göstermek ve yardımcı olmak tabii ki görevinizdir. İnsanlık da bunu gerektirir. Eşinizin de sizin baba ve annenize aynı ölçüde ilgi göstermesi ve yardımcı olması gerekir.

Eşim, babam ve anneme gitmeme engel oluyor. Beni dinlemekle yükümlüsün, gidemezsin diyor. Bu doğru mu?

Elif YÜCE/BURSA

Eşiniz Allah’ı dinlemekle yükümlü. Yüce Rabbimiz aileyle ilişkiyi kesmeyi yasaklamıyor mu? Eşinizin sizden bunu isteme hakkı yoktur. Böyle bir istek, İslam’ın temeline aykırıdır.
Yazının Devamını Oku

Kandiller ve şefaat meselesi

4 Nisan 2008
BU hafta iki konuda hayli soru aldım. Sanıyorum zaman zaman gündemde olan konular okuyucularımızın dikkatini çekiyor ve bu konularla ilgili görüşümüzü merak ediyorlar. Ben de bu konulara genel hatlarıyla temas etmek istiyorum. Kandiller hurafe mi?

Bazı kişiler kandil kutlamalarının hurafe olduğunu, dini bir dayanağının olmadığını söylerler. Kandillerle ilgili Kuran-ı Kerim’de bir açıklama olmadığını da görüşlerine delil olarak sunarlar.

Peki, bu görüş doğru ve isabetli mi? Bizce değil. Kuran-ı Kerim tabii ki Türkçe’de kullandığımız kandil ifadesini kullanmaz. Bunun Arapça karşılığı olan "mübarek gece" (Duhan 44/3; Kadir 97/1-2-3) ifadesini kullanır. Kuran-ı Kerim’in indirildiği geceye işaret edilirken şöyle buyurulur: "Apaçık olan kitaba andolsun ki, biz O’nu (Kuran-ı Kerim’i) mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız. (...) Her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. (Duhan 2-7)." Yine Kadir Gecesi’nin, bin geceden hayırlı olduğu Kuran’da ifade edilir (Kadr 97/1-5).

* * *

Mübarek mekán (özel, kutsanmış mekán, bereketli yer) kavramı da Kurani bir kavramdır (İsra 17/1; Enbiya 21/71, 78). Kutsal gece ve kutsal mekán kavramı İslami anlayışa ters değildir. Halkımız arasında da kutlanan "Berat ve Regaip" kandillerine de hadislerde işaret vardır. Mevlit kandili kutlamaları ise 10. yüzyılda ilk kez Mısır’da (Fatımiler devrinde) başladı. Bugünkü anlamda kutlama ise 1207’de Erbil ve çevresinde Selçuklu Atabeyi Muzafferüddin Gökböri (1233) zamanında başladı ve devam etti. Mevlit Kandili’nde Peygamberimize salat ve selam getirilir, Peygamberimizin dünyaya gelmesiyle oluşan rahmet ve merhamete vurgu yapılır ve bizim peygamberimizin ahlakına göre kendimizi gözden geçirmemiz istenir. Bunlar zararlı ve kötü şeyle mi?

Miraç Kandili, Hz. Peygamber’in (SAV) yüce makama çıkışının yıldönümü. Bu muhteşem hadiseyi müminler her yıl hatırlayıp ondan pratik dersler çıkarırlar. Miraçta Peygamberimiz diğer peygamberlerle görüşmüş, yüce Rabbimizin birçok nimetine muhatap olmuş ve dönüşünde Mekke’yi sarsacak bu muhteşem olayı insanlara taşımıştır. Miraç ruh ve beden bütünlüğüyle meydana gelmiştir. Yoksa rüya áleminde olsaydı bunun kayda değer bir tarafı olmazdı ki! Öyle ya herhangi birimiz de rüyamızda miraca çıkar, farklı álemler görebiliriz. Eğer olay böyle basit olsaydı Mekkeliler Hz. Peygamber’le tartışırlar mıydı? Hayır, senin bu dediğin olamaz derler miydi? Bu hadisenin mucizelik tarafı kalır mıydı? Tabii ki hayır. İşin tarihi ve dini boyutu kısaca böyle.

Peki, kandil kutlamalarının zararı var mı? Dine sonradan eklenmiş bir ibadet mi? Tabii ki hayır. Bilakis kandil vasıtasıyla insanımız Yüce Allah’a verdikleri sözleri, ahitleri, iman ve itaatleri yeniliyorlar. Tövbenin kapılarını zorluyorlar. Kendileriyle yüzleşiyorlar. Birbirlerini yeniden hatırlıyorlar. Kandiller; babaların-annelerin, fakirlerin, yoksulların, kimsesizlerin, mazlumların, borçluların yeniden hatırlandığı zaman dilimleridir. Bunun neresi dine ters, bunun neresi bidat?

Mübarek gün ve geceler, bütün dinlerin ortak bir uygulamasıdır ve son derece isabetlidir. Peki, bütün yıl boyunca her türlü günahı işleyenlerin sadece bu gece Yüce Allah’a yönelmesi yeterli midir? Sanırım buna evet diyecek hiç kimse yoktur ama bunun kapısı kapalıdır diyebilecek de yoktur. İbadetler tabii ki 4-5 geceye sıkıştırılamaz. İbadet ve yöneliş bütün zamanlara dağıtılmalı, Yüce Allah’a her an yönelinmelidir.

O zaman şöyle bir soru soralım. Biri gelir de "Ben bütün bir yıl günah işleyeceğim ama mübarek beş gecede Allah’a yöneleceğim, bu haram mıdır? Bana bu kandil gecelerinde tövbe kapısı kapalı mıdır?" derse, biz ne diyeceğiz ona. Hayır, sana kapılar kapalı. Sen ümidini yitir mi diyeceğiz. Tabii ki hayır. Biz ona, aslında her an Allah’a yönelmen gerek ama bunu yapmıyorsan bari mübarek gecelerde olsun Rabbine yönel deriz. Belki bu geceler onun için bir çıkış kapısı olur. Belki bu gecelerde uyanır, Rabbine yönelir. İşte bizim bakış noktamız budur. Bu nedenle de kandiller hurafe değil, tam aksine yitirilen, ümitleri yok olan insanlar için birer fırsat geceleridir.

Şefaat yok mu?

Şefaat; aracı olmak, yardım etmek, çözüm bulmaya çabalamak gibi anlamlara gelir. Kullanım alanı ise ahiret álemidir. Bütün Ehl-i Sünnet alimlerine göre ahirette Hz. Peygamber (SAV), Yüce Allah’ın verdiği özel izinle günahkár olan Müslümanların cennete girmesine aracı olacaktır. Bu izni veren Yüce Allah’tır. Şefaat izni ve alanı bütünüyle Allah’ın belirlediği kadardır. Bu anlayışı sadece Mutezile ve Vehhabiler reddetmişlerdir.

Peki, neden buna ihtiyaç duyulmuştur. Aslında şefaat; bir ihtiyaç değil, itibardır. Yüce Rabbimizin, son elçisi olan Hz. Muhammed’e (SAV) verdiği bir nimettir, ayrıcalıktır, özelliktir, müjde ve ümittir. Müminlerin Peygamberlerine bağlılıklarını pekiştirmektir. Birçok ayet, o mahşer günü genel anlamda şefaat kavramının geçerli olacağını söyler (Sebe 23, Taha 109, Meryem 87, Zuhraf 86, Enbiya 28, Necm 26, Bakara 255, Yunus 3, Zumer 44). Şefaate girmeyecek alan ve kişiler ise putlar ve müşrikler olarak nitelendirilir (Müddesir 48, Yasin 23, Rum 13, Şuara 96-101, Araf 53). Putlar şefaatçi olamayacak, iman etmeyenler de şefaatçi bulamayacaklardır. Bu ayetleri alıp, şefaat yoktur demek doğru değildir ve hatadır.

* * *

Hz. Peygamber (SAV) birçok hadisinde şefaat edeceğini belirtir. "İmanla ölen herkese şefaat edeceğim; şirk üzere ölmeyen herkese şefaat edeceğim; ümmetimden büyük günah işleyene şefaat edeceğim" gibi hadisler bunların sadece birkaçıdır. Hz. Peygamber mahşer áleminde şefaat edecektir. Şefaat tabii ki Yüce Allah’a rağmen olabilecek bir müdahale değildir. Kim böyle bir şey iddia edebilir. Ama O yüce Peygamber’e bu yetki verilmişken kim ondan bunu esirgeyebilir? Biz o şanlı Peygamber’den şefaat bekliyoruz ve bunu ümit ediyoruz. Rabbim diler veya dilemez, bu O’nun vereceği bir karardır. Özetle olay budur. Hz. Peygamber’in şefaati haktır, gerçektir. Allah hepimize nasip etsin.

SORALIM ÖĞRENELİM

Maşallah ne demektir?

Selim AYDIN

ANKARA

"Maşallah" tabiri, "Allah’ın istediği şey olur, istemediği şey olmaz" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Bu anlam, Türk toplumunda "Allah’ın dediği olur" şeklinde ifade edilmektedir. "Maşallah" tabiri halkın dilinde bir güzellik, iyilik, nimet ve başarı karşısında hayret ve takdir ifadesi olarak ve göz değmemesi dileğiyle söylenmektedir. Bu kullanım şu ayete dayanmaktadır: "Bağına girdiğin zaman maşallah, kuvvet Allah’tandır demen gerekmez miydi?..." (Kehf 18/39)

Ölen kocamın yüzünü haram diye bana göstermediler. Bu doğru mudur?

Ayşe EKEREN

YOZGAT

Bu son derece yanlıştır. Ölen erkeği hanımının; ölen kadını da kocasının görmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Kişileri bundan mahrum etmek sakıncalıdır.
Yazının Devamını Oku

Elimizdeki taşı yavaşça yere koyalım!

28 Mart 2008
BAZI dönemler vardır ki herkesin o dönemlerde eteklerindeki taşları yere döküp dillerini, kalplerini, ellerini temizlemeleri gerekir. Birbirlerini arındırmaları, birbirlerine anlayış, sevgi sözcükleri fısıldamaları gerekir. Akil adamların, sağduyulu insanların, soğukkanlıların, maddi menfaat ve beklentileri unutturup; "Hadi gelin o kadar çok müşterekimiz var ki bari orada buluşalım. Ayrılığı ve gayrılığı bir başka mevsime erteletelim" demeleri gerekir.

İlahiyatçısından bilim adamına, siyasetçisinden gazetecisine, esnafından memuruna, sanatçısından işçisine kadar herkese daha çok görev düştüğü zamanlardır bu zamanlar. Gül tohumu ekme, güvercin kanatlandırma, kırık kolu sarma, düşmek üzere olanı kucaklama, diğerini düşünme, diğerleşmek-diğerkamlık dönemidir bu dönemler. Frene basma, ayağı gazdan çekme zamanıdır bu zamanlar.

Sakin bir şekilde; başkasından istediğimi başkası benden isteseydi verebilir miydim diye düşünme demleridir bu demler. Gülümsemek; sakin, güzel, ibretli, iğnelemeyen söz söylemek; efendice, nazikçe, güzelce davranmak; olabildiğince toleranslı ve sevecen davranmak anlarıdır böyle anlar.

* * *

Kendilerine ahlaki açıdan toplumu rehabilite etme görev ve misyonu verilmişlerin bu zamanlarda sevgi-kardeşlik-birlik-beraberlik sözcükleri terennüm edeceklerine ortalıkta görünmemeleri son derece düşündürücüdür. Öyle ya, hadi birbirimizi sevelim, kardeşliğimizi pekiştirelim dediklerinde belki yanlış bir cümle sarf ederler de iğreti durdukları, o makamlarda sırıttıkları ortaya çıkar. Ne kadar rahatsız edici değil mi? Bunu ileride daha çok konuşmak kaydıyla noktalayalım.

Dilerseniz zor zamanlarda yapmamız gerekeni yapalım. İslam ahlak önderleri, manevi buhranların yaşandığı zamanlarda ahlaki kokuşmaya sebep olan hastalıkları sıralar ve haydi hep beraber kendimizle hesaplaşalım derlerdi. Biz de bugün maddi ve manevi bu hastalıklardan bir kısmını sıralayalım:

1- Allah’tan başkasına tapmak, ona ortak tanımak.

2- Yalan söylemek.

3- Gıybette bulunmak. Arkadan çekiştirmek.

4- Koğuculuk yapmak.

5- Sövmek. Küfretmek. Çirkin söz söylemek.

6- İnsanları ve yaratılmışları alaya almak.

7- Başkasını çekememek, elindeki nimeti kıskanmak. Bu Yüce Allah’ın taksimine de rıza göstermemek anlamına gelir. Son zamanlarda toplumun her kesiminde sıkça rastlanan bir hezeyan haline gelmiştir bu hastalık... Kıskananlar, nimete engel olmak için rakip gördüklerine iftira atarlar. Bunun hesabını vereceklerini, hiç hesap etmezler. Halbuki hesap adamı olduklarını sanırlar!

8- Başkasına lanet etmek.

9- Kişileri eksikliklerinden, sıkıntılarından, problem veya yoksulluğundan dolayı ayıplamak. Son zamanlarda toplumun kültürlü olanlarının, hatta aydınların kendilerine göre daha az kültürlü olan halkı ayıplayıp küçük gördüklerine şahit oluyoruz.

10- Yetim malı yemek. Zayıfların ellerindeki imkánları sömürmek.

11- Boş yere münakaşa etmek. Lüzumsuz yere tartışmak.

12- İnsanlara düşmanlıkla hareket etmek.

13- İma ile insanları ayıplamak, kötülemek.

14- Devletin ve halkın imkánlarını, makam ve mevkiini bahane ederek kendi yararına kullanmak. Devletin imkanlarıyla şahsi işini görmek, işçisini-memurunu özel işinde çalıştırmak.

15- Ahlaken ve dinen çirkin olan sözleri yaygınlaştırmak.

16- İnsanların kendilerine ait özel sırrını, gizlisini deşifre etmek.

17- Başkasını mahcup etmek ve köşeye sıkıştırmak için tuzak kurma.

18- Kişinin yüzüne karşı başka, arkasından başka türlü konuşarak ikiyüzlülük yapmak.

19- Mevki ve makama kendi adamlarını getirmek suretiyle hakkın ve halkın hesabını değil, menfaatinin ve çevresinin geleceğini garanti etmeye çabalamak. Uzun yıllardır bürokraside bunun yaygınlaştığını üzülerek görüyoruz. Birilerinin, ellerindeki yetkiyi emri altındakilere baskı aracı olarak kullandığını gözlemliyoruz. Makamlar, görevler birer emanettir. Sorumluluktur. Vebaldir. Adam ve yandaş kayırma yeri değil o makamlar.

20- Günah işleyene aracı olmak.

21- Kötülüğe teşvik ederken, iyilikten sakındırmak.

22- Kendini üstün görüp, başkasını yaptıklarını küçük görmek.

23- Güçlü ve zalim olanın önünde eğilip bükülmek.

24- İnsanlara beddua etmek.

25- Hayvanlara eziyet etmek. Aç susuz bırakmak, hayvanları doğal hayattan mahrum bırakmak.

26- Eşinin mahremlerini, gizliliklerini ortalığa yaymak

27- Evlendikten sonra anne ve babayı ihmal etmek. Onlar sıkıntıdayken, geçim sıkıntısı çekerken lüks içinde yaşamak.

28- Falcılık yapmak. Yıldızlar ve burçlardan gelecekle ilgili kehanetlerde bulunmak. İnsanların imanını, psikolojisini ve cebini sömürmek.

29- Cincilik, büyücülük ve medyumluk yapmak.

30- Ruh çağırma seanslarıyla insanları sömürme.

Tabii ki hastalıklar bunlarla sınırlı değildir. Bugün ortaya çıkmış da değildir. Belli bir döneme fatura edilecek hastalıklar da değildir. Ama maalesef günden güne daha da belirgin hale gelmektedir. Bu kadarı bile toplumu zedelemeye yetmez mi?

SORALIM ÖĞRENELİM

Kabir hayatı ne demektir?

Tarık EGE/MANİSA

Ölümle başlayıp tekrar dirilinceye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denir. Hz. Peygamber; "Kabir ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa, sonrası daha kolaydır. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zordur" buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 5; İbn Mace, Zühd,32) Asıl hesap ve mahkeme kıyamet gününde olmakla birlikte kişilere kabir hayatında da sual ve mükafat veya ceza vardır. Kabir hayatında, kabir nimetlerinin ve kabir azabının hak olduğuna işaret eden pek çok ayet ve hadis bulunmaktadır. Ölen bir kişi dünyadaki yaşantısına göre ahirette karşılık görür.

Öldükten sonraki hayatımız hangi aşamalardan geçer?

Zuhal KUTLU/ÇANAKKALE

a) Kabir hayatı: Burada kişi, ilahi mahkemeye çıkıncaya kadar bekler. Bu bekleme esnasında kabir, kişiye, dünyadaki yaşantısına göre cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur.

b) İlahi mahkemeden sonraki hayat: Kişinin, Yaratanına, kendisine ve çevresine karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediği ilahi mahkemede ortaya çıkar. Buna göre, ya cennete gider ya da cehenneme. Dünyadaki sınavda başarısız olmuşsa, mümin olmak şartıyla, bu başarısızlığının bedelini, belirli bir zaman diliminde cehennemde kalmakla öder. Daha sonra cennete gider.
Yazının Devamını Oku

Kuran-ı Kerim’de konuşulan kadınlar (2)

21 Mart 2008
KURAN-I Kerim, sembol kadınlardan bahsederken iki kategori çizer. Hayatta da insanlar böyle değil mi? İyiler ve kötüler. Müspet anlamda örnek alınacaklar ve menfi anlamda kendilerinden ders alınacaklar. Ama Kuran-ı Kerim olayı salt bir tarihi kıssadan çıkarıp pratik hayata uygular ve diğer kitaplarda aynı olayla ilgili anlatımları doğrular veya düzeltir.

Bugünkü yazımızda iki müspet örneği anlatmak istiyorum. Peygamber doğuran iki kadın. Biri Hz. İsa’nın, diğeri Hz. Musa’nın annesi.

Hz. Meryem: Hz İsa’nın annesi: Bakire bir kadın. İffetli. Bir gün kendisine görünen melek (Cebrail) hamile kalacağını söyler. Erkek eli dokunmasa da! Bir mucize olarak hamile kalacak ve çocuk doğuracak. Kuran-ı Kerim, İmran’ın kızı Meryem’i över. Dik duruşunu, kendisine leke atmak isteyenlere karşı Allah’a sığınışını anlatır. Yavrusuyla tek başına kalan bir annenin çaresizlik içinde nasıl yücelebileceğini Hz. Meryem’le anlatır. Kutsal kitabımızda bu hadise çok önemli mesajla yüklüdür.

* * *

Hz. Meryem olayındaki bazı noktalara temas edelim:

a) Hz. Meryem aynı zamanda iftira atılmak istenen iffetli kadınların bir sembolüdür. Yüce Allah, mağdur ve töhmet altındaki bu kadınların en açık örneğini bir peygamberle müjdelemiş, ödüllendirmiştir. Bu Kuran’ın kadının yanında duruşudur. Kadın burada ön plandadır.

b) Hadisenin bir başka yönü; kadının "erkek eli değmese de çocuk doğurabileceğinin" konuşulabileceği bir döneme gelinip gelinemeyeceğine Kuran’ın işareti konusudur. İleride bu olabilir mi? Mucizeler aynı zamanda bu konulardaki sınırları mı belirler? Şüphesiz ileride tartışılacaktır bunlar. Kuran-ı Kerim bu örneği vererek belki bu konudaki çalışmalara kapı açmıştır.

c) Başka bir nokta, Hz. İsa’nın babasız yaradılışının neyi simgelediği meselesidir. Buradan Allah’ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa’"ilahlaştıracak" bir sonuç çıkarmak, bütün ilahi dinlerin tevhit anlayışına aykırıdır. Kuran-ı Kerim zaman zaman yaradılış modellerini anlatır. Baba ve anne olmadan yaratılışa örnek Hz. Adem ve Hz. Havva’dır. Cansızdan canlı yaratmaya örnek Hz. Salih’in mucizevi devesidir. Ateşten yaratılışa örnek cinler ve şeytandır. Babasız yaratılışa örnek Hz. İsa’dır. Yüce Rabbimiz, kudret ve iradesinin fiziki áleme nasıl imza attığını bu yaratılış modelleriyle bizlere hatırlatır. Ötesi yok! Burada insanoğlunun genetik çalışmalarına, ekolojik dengeyi bozmamak koşuluyla teşvik vardır belki de.

ç) Belki bu kıssanın en önemli noktalarından birisi de Hz. İsa’nın daha doğumunun hemen akabindeki mucizevi konuşmasında kullandığı cümleleridir. Hz. İsa’nın hayatını ve duruşunu anlatan bu ayetleri, Meryem Suresi’nin 30. Ayeti’nde görebilirsiniz.

Hz. Meryem gayri meşru çocuk edindiği -haşa- töhmeti altındadır. Hz. İsa ise daha yeni kucağa alınmıştır. Hz. Meryem konuşmama orucundadır. Bildiğimiz orucun dışında eski kavimlerde var olan oruç türlerinden birisidir, sükut ederek oruç tutmak. Hz. Meryem çepeçevre sarılır. İma ederler açıkça demeseler de. Nereden peydahladın bunu derler, halbuki baban iyi adamdı, nasıl yaptın bunu, demek isterler. Hz. Meryem konuşmaz ama eliyle bebek İsa’yı işaret eder. İşte burada Hz. İsa’nın ahiretteki duruşunu belgeleyecek sözler çıkar dilinden.

Hz. İsa şöyle der: "Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum! Bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı" (Meryem 30). İlginç değil mi? Halbuki biz ne bekliyorduk Hz. İsa’dan, annesi töhmet altındayken. Hz. İsa’dan bu sözler mi beklenirdi? Tabii ki bizim mantığımıza göre hayır. Biz şunu beklerdik: "Annem temiz kadındır, ben mucizeyim, anneme ilişmeyin. Annem temiz, o iffetli bir kadındır." Ama Hz. İsa farklı bir şey söyler. "Ben Allah’ın kuluyum!" Bu bir deklarasyondur. İsa Peygamber’in dilinden. Kendisini daha sonraları Allah’ın oğlu olarak anacak olanlara itirazıdır bu Hz. İsa’nın. "Hayır ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim. Tıpkı Hz. Nuh gibi, Hz. Musa gibi, Hz. İbrahim gibi." Onlardan hiçbir farkım yok.

Kuran-ı Kerim, Hz. İsa ile ilgili vereceği bütün mesajlarda annesini ön plana çıkarır, annesinin çevresinde şekillendirir olayları. Çünkü Hz. Meryem başka din mensuplarınca iftiraya tabi tutulmuştur, Kuran-ı Kerim ise onun beraatini, masumiyetini ilan eder. Bu kadına bir vefadır.

Hz. Musa’nın annesi: Kuran-ı Kerim’in kadını kollayıp koruduğunun en çarpıcı örneklerinden birisi de Hz. Musa’nın annesi olayıdır.

Bilindiği gibi Firavun kendisini tahtından indirecek peygamber doğacak korkusuyla erkek çocukları öldürüyordu. Hz. Musa’nın annesi de doğurduğu küçük bebeği için endişeleniyordu. Çaresizdi. Tam bu çıkmazda iken kendisine verilen ilhamla Musa’yı bir sandığa koyup Nil Nehri’ne salıvermesi istendi (Taha 38-39). Hz. Musa’nın annesi gözyaşları içinde bebeği Nil’e saldı. Bahçede karısı Hz. Asiye ile gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkartıp içindeki çocuğu görünce şaşırdı ama çocuğa da kıyamadı. Böylece yüce Allah, Hz. Musa’yı Firavun’un sarayına yerleştirdi.

* * *

Firavun, Hz. Musa’yı başka yerde arıyor ama Musa yanında. İşte bu noktada Kuran-ı Kerim’in vurgusunu bulursunuz. Küçük Musa’ya sütannesi aranırken iş dönüp dolaşır Hz. Musa’nın öz annesine döner. Kuran bunu, "Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik" (Taha 39) ayetiyle anlatır.

Kuran’ın vurgusu anne sevinsin, üzülmesin diye kendisine döndürdük şeklindedir. Bu ayet üzerine bir dünya kurmak mümkündür. Çocukların annelerinden koparılmalarından, boşanmalara kadar birçok olumsuz olayın tümünün çözümü işte bu bakıştadır. Bir saniye dahi çocuğu annesinden koparmayacaksınız.

Kuran’ı, erkek yorumu olarak lanse eden, okumadan ve bilmeden kanaat sahibi olanlar acaba Kuran-ı Kerim’i hiç böyle okumayı ve düşünmeyi denediler mi?

SORALIM ÖĞRENELİM

Zuhr-i ahir namazı nedir?

Seyit GÖÇMEN/ÇORUM

Son öğle namazı anlamına gelen zuhr-i ahir namazı, bir kısım İslam bilginleri tarafından, cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır. Dört rekáttır. Farz veya sünnet gibi kılınabilir.

Duada eller nasıl tutulur?

Neşe ÜNAL/İSTANBUL

Allah Resulü (SAV) dua esnasında ellerini farklı şekillerde tutmuştur. Bedir’de ellerini koltuk altları gözükecek derecede kaldırdığı, gece yatarken yatakta ellerini birleştirdiği, namazların arkasında yaptığı dualarda omuz aralığı ölçüsünde ellerinin aralarını açtığı, yağmur duası ya da musibet ve belaların defi için yaptığı dualarda da avuç içlerini aşağıya doğru çevirdiği, bazı hadislerde yer almıştır. Dua esnasında ellerin alacağı şeklin hükmü, ne farz ne vaciptir. Fakihler buna adap hükmünü vermiş ve hadis kitaplarında da bu mesele adap bölümünde yer almıştır. Bununla birlikte Hanefi mezhebine göre her duada ellerin iç yüzünü semaya doğru tutmak sünnettir.

Duha namazı hangi vakitte kılınır?

Maruf TOPRAK/SİİRT

Güneşin doğuşundan takriben 45-50 dakika geçmesinden zeval vaktine kadar olan süreye kuşluk vakti ve bu süre içinde kılınan nafile namaza da kuşluk (duha) namazı denir.
Yazının Devamını Oku