23 Kasım 2007
GÜNAHLARIMIZI görmek istemeyiz. Günahlarımız gündeme geldiğinde, başkalarının günahlarından bahsetmek daha da hoşumuza gider. Aynı günahı işliyor olsak da onlardan dem vurmayız. Başkasının hata ve günahı daha caziptir her zaman. Bahsedilmek anlamında.
Cennete bakışımız da bundan farklı değildir. Cenneti kendimize yakın, başkasına uzak görürüz. Ben cennete girmesem kim girer ki? Kalbim son derece temiz. İyi bir yürek taşıyorum. İçimde hiçbir kötülük yok. Böyle deriz. Böyle teselli buluruz.
Cehennemi de kendimize hiç yakıştıramayız, kondurmayız. Cehenneme girecek bunca günahkár varken bizim orada ne işimiz var? Zaten yanacak bu kadar insan varken bize yer de kalmayacaktır belki. Öyle deriz teselli bu ya.
* * *
İman konusunda da tavrımız aynıdır. Ben tam müminim, sağlam bir imana sahibim, kamil bir müminim, deriz. Demesek de, dinde zafiyeti olan birini gördüğümüzde içimizden böyle geçer. Allah’a hamd ederiz öyle olmadığımız için. İşte özellikle bu noktanın insaflıca sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Zira yukarıdaki, "günah, cennet, cehennem ve iman" ile ilgili tespitlerimiz; iman noktasındaki aşırı rahatlığımızdan, iman ettim demekle her şeyin bittiğini sanmamızdan ve insanları küçümsememizden kaynaklanmaktadır.
İnsanların imanlarına göre kategorize edilmesi; mümin, münafık, müşrik gibi vasıfların sayılması normaldir. Bu türden farklı inançlara sahip kişilerin her birinin ahiretteki durumlarını, neyi hak ettiklerini dini yönden söylemek de sakıncalı olmasa gerek. Ama, filanca az mümin, ben ise tam müminim, ondan daha müminim, çok takva sahibiyim gibi hüküm ifade eden tespitler! İşte tehlikeli olan budur. Bu bize hak etmediğimiz bir rahatlığı verirken, başkasını da iman dairesi dışında tutma hatasına itebilir.
İhtiyatlı davranılması gereken kırmızı çizgi bu olmalıdır. Çünkü böyle haksız bir hüküm, muhataplarımızı dinden ve dine ait bütün güzelliklerden uzaklara itebilmektedir. Veya dini temsil ettiğini zanneden birilerinin duyguları, tarzı, hitap şekli, iğnelemesi, toleranssızlığı din hakkında haksız bir karalamanın ve önyargının da yolunu açmaktadır. Nitekim bu tür konuşmalardan, cümlelerden, sohbetlerden, yazı veya vaazlardan dolayı dinden soğudum diyen insan sayısı az mı?
Onlar sorumlu da, onları bu noktaya getirenlerin hiç mi günahı yok? Bu korkunç bir vebaldir. Kimse bunun altına giremez ve girme hakkına sahip de değildir. Çünkü kimse tek başına dini temsil edemez. Belki iyi mümin, hayırlı bir Müslüman, örnek bir şahsiyet olmaya gayret edebilir. Bu kadar. Ötesi yok.
İmanı tartan bir terazi yoktur. Müslümanım diyene, hayır değilsin diyemeyiz. Belki, madem ki Müslümansın, dine aykırı şeyler söylememen ve yapmaman gerekir diyebiliriz. Ama elimizdeki değnekle imanı az veya çok olanları sıralayamayız. Hazreti Ömer’in torunu Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz (vefat 720) İslam’a giren gayrimüslimlerden vergi alınmaması kararını verince, Hıristiyanlar kafileler halinde İslam’a girdiler.
Valiler, hazineye akan vergi gelirinin azaldığını görünce Ömer bin Abdulaziz’e haber gönderip dine girişlerin vergiden kurtulmak amacını taşıdığını, birçok Hıristiyan’ın sünnet bile olmadıklarını şikáyet ettiler. Adil halife, valilerine gönderdiği cevabında unutulmayacak bir ders vermiştir: "Allah, Hazreti Muhammed’i (SAV) İslam’a davet etmek için gönderdi. Sünnetçi olarak değil." İşte bazen bizim yaptığımız budur. İman ile sünnet arasındaki dengeyi koruyamamak. (Tabii ki, bu satırlardan sünnet olma geleneğinin basite indirgenmesi anlaşılmamalıdır.)
Medine’de vefat eden büyük sahabi Osman bin Maz’un (RA) öylesine bir mistik hayata dalmıştı ki, evini terk etmiş, ruhbanlığa özenerek topladığı arkadaş grubuyla şu kararları almıştı. Bekár olanlar evlenmeyecekler, gecelerin tümünü namaza, gündüzlerin tümünü oruca ayıracaklar. Hazreti Peygamber (SAV) sakin, sevecen ama ders veren bir konuşma ile bu arkadaşlarını normal bir hayatın içine çeker. (Osman bin Maz’un (RA) olayının üzerinde ileride uzunca durmak lazım. Ama bu yazımızda Hazret Osman bin Maz’un olayında çıkan mesajı iletmek istiyoruz.)
Günün birinde Hz. Osman bin Maz’un vefat eder. Bütün Medine’yi hüzün basar. Hazreti Peygamber (SAV) de çok üzgündür. Peygamberimiz bir ara eşi için ağlayan Ümmi A’la’nın (RAH) şöyle dediğini duyar: "O artık bir kuş gibi cennettedir. Mübarek olsun." İşte bu bir hüküm cümlesiydi. Bunu duyunca Peygamberimiz (SAV) hemen döner ve ikaz eder: "Sen nereden biliyorsun onun cennete uçup gittiğini? Vallahi ben bile Osman’ın nereye gittiğini bilemem. Ben bile bana ve size ne yapılacağını bilemem."
* * *
Peygamberimizin "kardeşim" dediği birisi hakkındaki bu ikazı ders verme amacı taşımaktadır. Kendini sorgulamadan, başkasının cehenneme biletini almaya çok meraklılara ders vericidir. Evet kendimizi Hazreti Nuh’un (AS) gemisinde, diğer bütün insanları ise tufanda görmenin kimseye faydası yoktur. Çünkü ne cennet bize bir adım kadar yakındır, ne de cehennem bize asırlar kadar uzaktır.
Yani kimse cenneti mezarında hazır beklemesin. Övünüp durmasın. Kimse de kendini cehennemin odunu görmesin. Çünkü kalplerin anahtarı, Yüce Allah’ın elindedir. Bizim hiç gibi gördüğümüz, Allah’ın katında çok kıymetli olabilir. Bizim büyük gördüğümüz ise Allah katında hiç olabilir. Sağlam ve samimi bir iman ve bu imanı güçlendirecek doğru ibadet. Formül bu işte.
SORALIM ÖĞRENELİM
Dövme yaptırmak günah mıdır? Boy abdestine engel midir?
Merve VANLI/İSTANBUL
İnsanın vücudunun doğallığını, güzelliğini, sadeliğini bozacak müdahaleleri yapmaması gerekir. Tıbbi gereksinim duyulan sağlıkla ilgili müdahaleler tabii ki bunun dışındadır. Dövme yaptırmak, zaruri ve sağlık yönünden gerekli bir işlem değildir. Ayrıca Hazreti Peygamber (SAV) dövme yaptırılmasını kesin bir dille yasaklamıştır. Ancak dövme boy abdestine ve namaz abdestine engel değildir. Çünkü dövme, suyun deriye ulaşmasına engel oluşturmaz.
Estetik ameliyat sakıncalı mıdır?
Banu ITIRCI/İZMİR
Vücudumuzun herhangi bir organı (kulak, burun, el gibi) anormal bir görüntüdeyse, kişi de bundan rahatsız oluyorsa tıbbi yönden müdahale edebilir. Din bunu yasaklamaz. Zira bu gibi haller, yaratılıştaki bir farklılıktan kaynaklanmaktadır. Düzeltilebilir.
Ancak böyle bir durum yoksa (mesela bir ara burnunu kaldırmak, sonra sağa yatırmak veya sola yatırmak gibi) tamamen vücutla gereksizce oynamak ve yaratılışı bozmak anlamına gelecek olan operasyonlar doğru değildir.
Şeytan melek miydi?
Ahmet KARA/UŞAK
Şeytan cin taifesindendir. Ateşten yaratılmıştır. Melekler ise nurdan yaratılmıştır. Şeytan melek değildir.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
ANKARA’dayım. Gecenin geç saatleri. Kitap okuyorum. Dışarıda bir tıkırtı. Pencereye yöneldim. Dışarıda çöp yığınları. Henüz çöp arabası gelmemiş. Birazdan gelecek. Başına, iğreti bir paltonun kapüşonunu geçirmiş bir kadın. Elli yaşlarının altında değil. Çöpü karıştırıyor. Anladım ki bir şeyler arıyor. Dikkat ettim, mukavva kutuları ve gazete káğıtlarını topluyor. Orada bir çuval, var ona istifliyor. Belli ki utanıyor. Sağına soluna bakınıyor. Pek alışkın değil yaptığı işe. Belki de kimse görmesin diye o saatleri seçmiş.
* * *
Pencereyi açıp konuşmak istedim. En azından bir şeyler verebileyim diye. Son anda vazgeçtim. Kendini gizlemeye çalışan bu hanımefendinin, bu asil kadının sırrını deşifre etmekten utandım. Geri çekildim. Sandalyeye çöktüm. Bir daha bakmadım. Sonra ne yaptı bilmiyorum. Bilmek istemedim, görmek istemedim. Muhtemel ki çuvalı sırtlayıp karanlıkta kaybolmuştur. Geldiği yere, gidemediğimiz o yere gitmiştir.
Acaba gittiği yerde ne vardı? Üşüyen çocuklar mı, soğuk bir oda mı, sobada tutuşacak kutunun ısısında ayaklarını ısıtacak yavrular mı? Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Sadece utandığımı, sıkıldığımı, çaresizce göğe baktığımı hatırlıyorum.
Simit satan çocukları gördüğümde hep içim yanmıştır. Erken yaşta yüzlerine çizgi değmiş çocukları gördüğümde çocukluğunu yaşayamayan bu yavrulara gıpta etmişimdir. Sorumluluklarına, insanlıklarına. Ama aynı zamanda utanmışımdır, onların bu yükü taşıma zorunda oluşlarına. Yükün ağırlığını, sırtımda hissetmişimdir. Öğrencilik yıllarımda "elleri soğuktan büzülmüş/gözyaşları yanaklarında donmuş/saçlarını rüzgára kaptırmış çocuk" dizelerini kaleme aldığım mahalli gazetedeki dünyamdan bugüne ne değişti ki!
Ya patronundan tokat yiyen çırak! Belki eğitimden uzak kalmanın ilk gerçek tokadını o gün hisseden çocuğun yüreğinde, darmadağın olan oyuncaklarını ne kadar tamir edebiliriz ki! Keşke demişimdir, suratımı uzatabilseydim o tokada. Çocuk yiyeceğine o tokadı, keşke onun yerine benim yüzüm yansaydı. Senden de utanıyorum çocuk. Hayata erken başlayan, eksi başlayan, eksik başlayan çocuk. Sen bizi affeder misin bilmiyorum, ama biz kendimizi hiç affetmeyeceğiz.
Ya, savaşan dünyanın mazlum çocukları. Patlayan bombaların, mayınların, patlamamış roketlerin ciddiyetini anlayamadan, onları oyuncaktan ayıramadan bu dünyadan ayrılan çocuklar... Çocukluğunu yaşayamadan, çocukların cennetine misafir olan çocuklar... Hz. İbrahim’in, Hz. Peygamber’in misafiri olurlarmış o çocuklar. Öyle olacaklarmış. Tek tesellimiz bu ya! Biliyorum, kırdığımız oyuncaklarını orada sapasağlam bulacaklar. Bir daha hiç kırılmayacak oyuncakları, hiç. Doğru, bari siz ağlamayın, bari siz ağlatmayın.
* * *
Güzel bir vitrin. Hayli para harcanmış. Vitrinin hemen önünde, dışarıya bakan kenarında yemeğimizi bekliyoruz. Yeni lokantalar sokakla iç içe ya. Daha da bir reklam kokuyor. Biraz sonra nefis kokan bir kebap. Görüntüsü kokusundan daha güzel. İştah açıcı. Elimde çatalım. Yiyeceğim. Gözüm bir an sokağa kaydı. Yarım metre önümden geçerken, önümdeki yemeğe gülümseyen, iştahla bakan bir çocuk.
Belli ki okuldan eve dönüyor. Okul dönüşü. Belli ki karnı aç. Çocuk gitti. Ama gözleri orada kaldı. Vitrinde. Camda. Taa içimde. Yapabildiğim tek şey ayağa kalkmaktı. Kalktım. Tabağımı daha içerideki masaya taşıdım. Sonra yemeğimi yedim. Yemek denebilirse tabii. Senden de özür diliyorum çocuk. Senden de. Sana da mahcubum.
* * *
Tam bir çapraz değil mi? Hislerimizin dibe vurduğu anlardır bunlar. Med ve cezir depremlerinin çalkaladığı bir anafor sanki. En daraldığım bu yerde sevgi sultanının, peygamberimin Medine’sine atıyorum kendimi. Orada bulduğum teselli, ancak gece yarısı mukavva toplayan kadının depreminden, şokundan bir an alıyor beni. Efendimiz (SAV) namaz kılıyor. Cemaat arkasında. O gün namazda uzun sure okuyacak. Niyeti böyle. Derken birden bir çocuk ağlaması. Kesilmiyor.
Hazreti Peygamber (SAV) namazı kısa surelerle kıldırıyor. Selam veriyor. "Ağlayan çocuğa derman olun" buyuruyor. Sahabe, "Neden kısa süre okudunuz?" dediklerinde şu cevabı veriyor: "Çocuğun ağladığını görünce anladım ki annesi de bizimle namaz kılıyor. Anne üzülmesin diye." Çocuk daha çok ağlamasın diye. İşte bunun için kısa süre okumuş sevgili Peygamberim (SAV). Bir tek teselli, Sen’i ve Sen’in bize tebliğ ettiğin Kuran’ı doğru anlamakta kaldı efendim. Belki dünya çocuklarının, tüm çocukların gözyaşlarını o zaman dindiririz.
NOT: Salı geceleri 23.00 sonrası Star TV’de Dosta Doğru’daki programımız devam etmekte.
SORALIM ÖĞRENELİM
Avcılık dinimizce yasak mıdır?
Meryem SALİHOĞLU/İZMİR
Dinimizin temel ilkesi merhamet ve rahmettir. Yüce rabbimizin yarattığı bütün güzellikleri doğru kullanmak asli görevimizdir. Bu nedenle de hiçbir fayda sağlamayan, sırf hayvanlara eziyet etmek ve eğlenmek için yapılan avlanmalar dinimizin temel ilkeleriyle çelişir. Eti yenen hayvanların eti için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl ve diğer kısımları için ya da zararlı olanlarının zararından korunmak için avlanmaları caizdir. Ancak burada da ekolojik dengeyi bozmamak için konmuş olan yasaklara riayet etmek lazım.
Sigara haram mıdır?
Nurettin AYDIN/MUŞ
Sigara konusunda çağdaş İslam alimleri üç görüş etrafında odaklaşmışlardır. Bunları kısaca belirtelim.
1- Pipo, sigara ve nargile gibi (uyuşturucu olmayan, sarhoş edicilik özelliği olmayan) maddeler hakkında dinin yasaklayıcı açık bir hükmü yoktur. Bu nedenle de mübahtır (sakıncasızdır).
2- Bu gruba göre, sigaraya haram denemez ama en azından mekruhtur.
3- Özellikle tiryakilik oluşturacak derecedeki alışkanlık, ayrıca ekonomik açıdan ve sağlık yönünden oluşturduğu yıkım itibarıyla haram diyen görüş.
Bu maddeler üzerinde uzunca konuşulabilir. Ama bu görüşlerin her birine saygı duymakla beraber ikinci maddedeki görüş daha makul sayılmaktadır. Sigaraya, içki gibi haram demek mümkün değildir. Fakat birçok olumsuzluğundan dolayı sigara içmek mekruhtur diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2007
BİZ evliliği, Peygamberimizin sünnetidir diye biliyoruz. Bu söz doğrudur, ama evlilik kurumu bu cümleyle özetlenemez. Evet, eğer "sünnet" kavramını Peygamberimizin yolu olarak tarif edersek bu genelleme doğrudur. Ama "fıkhi bir kavram olarak" sorumluluğun boyutu anlamında kullandığımızda, yaptığımız genelleme yetersiz kalır. Yani ne demek? Aslında anlatmaya çalıştığımız şudur:
Kişi evlenmediğinde gayri meşruluğa, yasaklanmış ilişkiye düşeceğinden kesin olarak eminse, evlenmek onun için farz olur, dini bir zorunluluk haline gelir. Evlendiğinde eşine, çocuklarına zulüm edeceğinden eminse, ona da evlilik haram veya en azından mekruh (dinin hoş görmediği) bir hale dönüşür.
Ama böyle bir endişe yoksa evlilik; sünnet, müstehap, mendup gibi teşvik kavramlarıyla ifade edilebilir.
* * *
Peki bu durumda boşanma nedir? Dinin boşanmaya bakışı nasıldır?
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2007
EŞ bazen babadan ve anneden daha yakındır. Öyle değil mi? Kişi eşine söylediği, fısıldadığı bazı sırlarını anne ve baba ile paylaşamayabilir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği çok manidar bir tanımla hayatımız katar. Ayet-i kerime, "Karı ve koca birbirlerine örtüdürler" der. Ayet şöyledir: "Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz!" (Bakara 187).
Ayet çok zarif bir ifadeyle, karı koca arasındaki ilişkinin karakterini ortaya koyar. Elbise ve örtü nasıl soğuk ve sıcaktan korur, sırları ve kusurları örterse, eşler de aynen böyle olmalılar. Örtü geceyi simgeler. Birbirinizin sırrını, ayıbını, açığını deşifre etmeyin, aksine birbirinizi gece karanlığı gibi örtün anlamını da çıkarma imkánı bulabiliriz.
* * *
Dinimiz bizden bunu istiyor. Ama biz bu konuları da magazinleştirmekten, aile sırlarımızı, ilişkimizi uluorta tartışmaktan uzak durmuyoruz. En mahrem bilgileri, olayları, sırları, ekranlarda, sokaklarda, her türlü sohbet ortamında konuşmaya başlıyoruz. Hatta insanların bir kısmı boşandıkları eşlerinin mahrem görüntülerini internet ortamında yayınlamaktan sakınmıyorlar. Korkunç bir tatminsizlik, hazımsızlık ve dağılmışlık değil mi?
* * *
Sosyolog ve psikologların işin bu boyutu üzerinde durmaları, olgun tahlillerde bulunmaları gerekiyor. Tabii ya, bunu sağlıklı bir kişilikle izah imkánı var mı? Bu yaşananlar birer vicdani travma değil mi? Bizler ise bu yaşananları tedavi edecek noktada mıyız, yoksa yeni olayların, tecrübelerin deşifre edilmesine katkıda bulunacak yerde miyiz?
Peygamberimiz (SAV) erdemden en uzak erkeği tarif ederken; geceleyin eşiyle arasında geçeni -sırları-, sabahleyin arkadaşlarıyla paylaşan kişi olarak tanımlar.
Eşler birbirlerini sevmeli, korumalı ve sahiplenmeliler. Hiçbir evlilik kuşku ve korku üzerine kurulmaz. Hele matematiksel hesaplar üzerine hiç kurulmaz. Yarın ne olacak, eşim benim şu eksiğimi yarın bana karşı kullanır mı diye başlayan bir evlilik aslında hiç başlamamış sayılır. Tam aksine erkek kadının, kadın erkeğin; izzet, namus, kişilik, karakter, sevecenlik, vefa, saygı, sevgi, doğruluk, şeffaflık ve merhametinden en ufak bir kuşku duymamalıdır. Böyle bir kuşku varsa, belki o evlilik hiç olmamalıdır. Olsa bile, devam etmesi mümkün değildir.
Eşinizi önemseyin. Onu sevin. Ona güvenin. Onunla sırrınızı paylaşın. Vereceğiniz bir gül, ucuz ama manidar bir ufak yüzüğün eşinizin yüzünde meydana getireceği tebessüm az mı önemli? Bazen eşimizle beraber sofrayı kaldırmak veya küçük bir hizmeti onunla paylaşıp yükünü hafifleştirmek kötü mü?
* * *
Peygamberimiz (SAV); elbisesini yamalar, içeceği suyu kendisi alır, eşine yardım ederdi. Onları dinler, bazen en zor kararlarda onlara danışırdı. Gece namazına kalktığında eşini de uyandırır, "Hadi yüce Allah’a yönelelim!" derdi. Bazı hatalarını görmezden gelir, sinirli hallerini sinesine çekerdi. Tebessümünü esirgemezdi. "En iyiniz, eşine en merhametli ve iyi ahlaklı olanınızdır" derdi.
Ne dersiniz? Şöyle diyebilir miyiz? Birbirini zorlayan, boşanmak için bahaneler arayan, birbirine güvenmeyen çiftler ancak sağlam bir eğitim, inanç, hoşgörü ve güvenle yaralarına çözüm bulabilirler.
SORALIM
Normal yollarda çocuk sahibi olamayanların tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmalarında herhangi bir sakınca var mıdır?
M.A./SAKARYA
Konuyla ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görüşü şu şekildedir: "Normal yollarla gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde; döllendirilecek yumurta ve sperm, her ikisinin de nikáhlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi biri yabancıya ait olmaması; döllenmiş olan yumurta, başka bir kadının rahminde değil, kendi rahminde (yumurtanın sahibi olan eşin rahminde) gelişmesi; bu işlemin, gerek anne-babanın, gerek doğacak çocuğun maddi, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olması şartıyla, normal yoldan gebe kalması ve anne olması mümkün olmayan evli hanımların, çeşitli tıbbi yollarla gebeliklerinin sağlanmasında, İslami hükümler açısından bir sakınca görülmemektedir. Başka kadının yumurtası veya kocası dışında yabancı bir erkekten alınan sperm ile bir kadının gebeliğinin sağlanması ise insanlık duygularını rencide etmesi ve zina unsurları taşıması sebebiyle caiz değildir."
Elbiseme kolonya döküldü, bu durumda namaz kılabilir miyim?
Şule ALKAN/MUĞLA
Ebu Hanife’ye göre kolonya ve ispirto necis (pis) değildir. İçilmesi dışında kolonyanın alım-satımında temizlik ve başka işlerde kullanılması sakıncalı değildir. Vücuduna veya elbisesine kolonya dökülen bir kimsenin, bu kısımları yıkamadan namaz kılması caizdir.
Kısa kollu gömlekle namaz kılabilir miyim?
Ahmet FAKİLİ/ANKARA
Erkeğin kısa kollu gömlekle namaz kılması sakıncalı değildir.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2007
DAHA isimlerini unutmadık. Hepsi birbirlerine ne de çok benziyorlardı. Bıyıkları yeni terlemiş civan, yiğit, dağ gibi delikanlılardı. Kimisinin annesi, kimisinin babası, kimisinin nişanlısı, kimisinin hanımı veya kimisinin kimsesi... Bekliyordu. Hep bekleyecekler... Canımızı, gençlerimizi toprağa yeni verdik. Doğrudur her birinin kabrinde bir gül olacak. Bahçemsi mezarlarında kanayan rengiyle... Belki gece bülbül ağaran vakte kadar ağlamayacak ama anneleri bir ömür boyu ağlayacak. Seher olmayacak onlara, hiç seher olmayacak. Anneleri için hep zifiri bir karanlık olacak. Kahredici, öldürücü, isyan edici kurşunların vızıltısı bir ömür takip edecek. Her an gencecik vücutları vuran kurşunlar annelerin beyninde kalleşçe vızıldayacak.
* * *
Şehitlere ağlanmazmış. Şehit için ağlanmazmış. Kalleşliğe, vicdansızlığa, tuzağa, çaresizliğe ağlanırmış.
Doğrudur şehide ağlanmaz. Zira Hz. Peygamber (SAV) kucağını onlara açmış beklemektedir. Bekleyecek de. Artık O’na (SAV) misafirsiniz, O’nunla berabersiniz. Peygamber göğsünden sıcağı var mıdır? Bakınız sizi vuran kurşunların hemen ötesinde daha vücudunuz soğumadan Hz. Peygamber (SAV) size kapıyı açtı. "Siz benimlesiniz artık, siz bendensiniz artık" diyor. Sizler duyuyorsunuz; çünkü sizin için perdeler kalktı. Sonsuz bir rahmet bahçesindesiniz.
Bir gece yarısı uzak dağlarda vurulan bizdik. Siz değildiniz çocuklar. Siz hiç vurulmadınız. Yüreklerimizdesiniz, içimizdesiniz, duamızdasınız, dudaklarımızdasınız, gözyaşımızdasınız. Siz yaşındaki çocukların yüzüne baktığımızda yutkunduğumuz yerdesiniz.
Asil bayrağa sarılı vücutlarınız mezarlığa giderken el salladık size. Güle güle dedik. Gidin siz, arkanızdan biz geleceğiz dedik. Belki bizi görmediniz, belki de gördünüz. Ekranların başındaydık. Yutkunduk. En çok gece yarısı orada tuzağa düştüğünüz o yerde yanınızda olamadığımıza yandık. Ona gözyaşı döktük.
Toprağa gömülürken siz, Fatihalarımızı da sizinle gömdük. Şehitler ölmez ki dedik. Evet, siz şehitsiniz. Çünkü siz mazlumdunuz, asil bir niyetle oradaydınız. Annenizi, eşinizi, çocuğunuzu özlüyordunuz. Sinsice vuruldunuz. Allah’ınız, kitabınız, peygamberiniz, kıbleniz, ezanınız, secdeniz, orucunuz, bayrağa aşkınız vardı. Sevdanız vardı. Vatan borcu namustur demiştiniz. Sizi böyle gömdük. Gelemezsek de mezarlarınıza. Birkaç damla su dökemesek de o toprağınıza, bilin ki yağmurları yerimize vekil kıldık. Siz ağlar mısınız yerimize o topraklara dedik.
Uşaklıydınız, Eskişehirliydiniz, Karslıydınız, Adıyamanlıydınız, Gaziantepliydiniz, Afyonluydunuz, Orduluydunuz, Konyalıydınız, yan yanaydınız... Şimdi ahirette cennet bahçesinde inşallah yan yanasınız. Çanakkale ovasındaki şehitlere ne kadar da benziyorsunuz. Oraya bir bakın hele, Ankaralı, Mardinli, Ordulu, Diyarbakırlı, Sinoplu hep yan yanalar. "Şehitler ölmez vatan bölünmez" sözünü doğrulayacak bundan daha açık belge olabilir mi?
Bugün Kur’án’ın şu áyetini yeniden okuma günüdür:
"Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’án’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz! (Ál-i İmran 103)"
* * *
Evet yeniden ateş çukurunun kenarına itilmek isteniyoruz. Karanlık günlere, kaosa sürüklenmek isteniyoruz. Biz zamanında kendimizi oradan kurtarmıştık. Müslüman olarak, birbirimizle kucaklaşarak, birbirimizi severek, birbirimiz için ölerek. Düşmana karşı kucak kucağa savaşarak. Bu toprağın çocukları olarak Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü, sağcı, solcu, Sünni, Alevi ve hatta başka din mensubu da omuz omuza bu bayrak uğruna kanımızı dökmüştük.
İşte Çanakkale orada, işte Kıbrıs burada. Şimdi askerimizi vuran sinsi plan işte bu müthiş birliği kırmak istiyor. Oyunlara gelmemeliyiz. Kardeş olmalıyız. Bu ülkede her aile bu unsurların iç içe olduğunun farkında olarak. Bilmek zorundayız ki bizim birliğimiz, bütünlüğümüz, sağduyumuz bütün silahlardan daha büyük bir silahtır. Kimsenin elinde olmayan en güçlü silah. Evet akıllı adamların, makul adamların, bağrı en yanık olanların, bu ülkeyi sevenlerin şu Kur’án ayetini haykıracağı gün bu gündür: "Fitne (karışıklık, kaos, dedikodu, fısıltı, tahrik) cinayetten daha beterdir."
* Her türlü sorunuzu e-posta adresime gönderebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2007
MEDİNE’ye dönen askerler Hz. Peygamber’in karşısındadır. Sevgili peygamberimiz son derece sinirlidir. Arkadaşları O’nu böyle görmeye pek alışık değillerdir. Ama o bir olaya odaklanmış, cevabını beklemektedir. Olay önemlidir, çünkü Hz. Peygamber dönemindeki her olay ve O’nun her olaya karşı takındığı tavır, sonrakiler için bir ölçü oluşturacaktır. Bu yüzden hassas, onun için ısrarlı...
Karşısına aldığı delikanlı daha 18 yaşlarında. Belki biraz az, belki biraz fazla. O aslında yanlışlık yapanları karşısına koyup doğrudan hedef almazdı. O’nun tarzı değildi bu zira. Bir hata gördüğünde "Bazılarına ne oluyor ki, şöyle şöyle yapıyorlar" tarzında konuşurdu. Tenkidini genele yayar, olayları kişiselleştirmezdi. Ama bu sefer farklıydı ve yanlış yapanı karşısına almıştı. Üstelik bu delikanlı, O’nun çok sevdiği, canı kadar sevdiği bir delikanlı olan Hz. Zeyd’in oğlu Hz. Usame idi. Geleceği parlak, tanınan ve sevilen bir delikanlı.
* * *
Peygamberimizin tepkisini çeken olay şöyle gelişmişti:
Hz. Usame ve arkadaşları bir seferdeyken, düşmanla karşılaşırlar. Sürtüşme çıkar ve bu esnada Hz. Usame muhatabıyla boğuşmaya başlar. Rakibini yere düşürür ve tam kılıcını kaldırıp öldürmek üzereyken yerdeki kişi, "Eşhedü enlá ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü - Şahitlik ederim ki Allah birdir ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir!" diye haykırır. Ancak Usame bunu duymazdan gelir ve onu öldürür. Yani bir açıdan, Müslümanlığını ilan etmiş olan birini öldürmüştür. Üstelik merhamet dileyen birinin feryadını da umursamamıştır.
Bugün, dünyadaki savaşların acımasızlığına, bırakınız nizami savaşları, işgal veya baskınlarda dahi ne denli acımasız olunduğuna bakılarak "Ne olur ki, savaşın mantığı içinde gerekeni yapmış" diyenler olabilir belki. Ama öyle değil. Çünkü Allah’ın Elçisi’ne göre bir sahabe, başkaları gibi olmamalıydı. Onun ilkeleri vardı. Merhamet sunan bir peygamberi tanıyordu. O’nun ve Kutsal Kitab’ın "Öldürmeyin, yaşatın; işkence etmeyin, bağışlayın; düşürmeyin, düşeni kaldırın; nefret ettirmeyin, sevdirin; zorlaştırmayın, kolaylaştırın; savaşta olsanız bile çocuk, kadın, ihtiyar, din adamı ve savaşa girmemişleri öldürmeyin; ot yakmayın; ağaç kesmeyin; anlaşma şansı tanımadan saldırmayın" dediğini iyi biliyordu. Onun bu yanlışlığı yapmaması gerekiyordu.
İşte Hz. Peygamber (SAV) bundan ötürü ona soruyordu. Eğer susmuş olsaydı, Zeyd’in oğlunun bu tavrını bir anlamda hoş karşılamış olacaktı. Bu yüzden Hz. Peygamber burada toleranssızdı. Şimdi sorguluyordu işte. Hem de en sevdiğinin oğlu olduğuna bakmadan. Hem de çok değer verdiği bir genç olduğuna hiç bakmadan!
Hz. Zeyd’in oğlu Usame huzurdadır, Peygamberimizin huzurunda. Soruyordu Hz. Peygamber:
"Sen ’Allah birdir’ diyen birini mi öldürdün?"
Bunu ısrarla ve üst üste soruyordu.
"Sen, imanını ilan eden birini mi öldürdün?"
Zeyd’in oğlu sıkıntı içindedir. Kendini müdafaa etmeye başlar. Şöyle der:
"Ey Allah’ın Resulü! Ama o bunu korkudan söyledi. Öldürüleceğini anladığı için söyledi!"
Savunma böyleydi ama Merhamet Peygamberi’nin sorgu ve hiddeti dinmiyordu. Dönüyor ve Hz. Zeyd’in oğluna şu çarpıcı soruyu soruyordu. Sadece ona değil, bütün çağların insanlarına:
"Ne o, onun kalbini mi yardın? Nereden biliyorsun bunu? O halde kalbini yarsana ya!"
Peygamberimizin sözleri Medine atmosferinde yankı buluyordu.
Bugün bile o yankıyı içimizde hissediyoruz. Yani diyordu Peygamber, "Nereden biliyorsun? Yoksa niyet okumaya mı başladınız? Siz, niyet okumaya, insanların inancını tartmaya, Allah’ın bildiği sırrı bilmeye memur değilsiniz! Siz affetmeye, bağışlamaya, rahmet etmeye zorunlusunuz. İç álemlerin hesabı size değil, Yüce Allah’a aittir!"
Peygamberimiz bu cümleyi öylesine tekrar edecektir ki, Hz. Usame sonraları şöyle itiraf edecektir:
"Keşke o güne kadar değil de, ondan sonra Müslüman olmuş olsaydım ve bu ağır sorumluluk altında ezilmeseydim!"
* * *
Evet, bu bir itiraftı. Bu, mesajın en derinlere kadar işlendiğinin ilanıydı. Zeyd’in oğlu ve ötekiler sarsılıyorlardı. Derin bir korku ve pişmanlık içindeydiler. Savaşın da bir merhamet kapısına dönüşebileceğini, savaşta esas erdemin öldürmek değil, yaşatmak olduğunu anlıyorlardı.
Bugün çocuk öldürenlere, günahsızları parçalayanlara, bebek kurşunlayanlara ne güzel bir derstir bu! Keşke anlayabilseler.
Ama anlamak için önce inanmak, sonra da bilmek gerekmiyor mu? Elbette gerekiyor. Ya bunlar yoksa? O zaman ne yapabilirsiniz ki?
Hz. Peygamber’in huzurundan çekilirken son cümle onları bulundukları yere mıhlayacaktı. Efendimiz hatları çok ağır çiziyordu:
"Bakalım, ahirette siz ve ’Allah birdir’ cümlesi, ne yapacaksınız?"
Yeryüzünü saran acımasızlığa, aymazlığa ve cinayetlere ibret olacak bu ölümsüz dersi duyabilecek var mı acaba?
Yazının Devamını Oku