FETULLAHÇI Terör Örgütü’nun TSK’daki örgüt üyeleri tarafından gerçekleştirilen 15 Temmuz 2016 darbe girişimi korkakla cesurun, hain ile vatanseverin kim olduğunu dünyaya gösterdi.
“Makarnacı” diye aşağılanan halk sokakta darbecilere direnip 251 kişi şehit, 2 bin 193 kişi gazi olurken, onları aşağılayanlar o gece marketlerle makarna, bankamatiklerde para çekme kuyruğuna girmişti. Kimi darbecileri alkışlamış, kimi sala okuyan hocaları dövmüş, kimi de kadeh kaldırmıştı. Her görüşten korkak siyasetçiler de güvenli evlerde saklanmışlardı. İşte o korkak ve fırsatçılar için her yıl 365 gün, 2016 yılı ise 364 gün çeker. 2016 yılında 15 Temmuz günü hiç yaşanmamış gibidir onlar için.
Neyse, bizim konumuz o gecenin kahramanları...
O geceye ilişkin birçok kahramanlığa şahitlik ettik. Ama bazıları hiç gündeme gelmedi. Eğer o kahramanlığın bedeli 1 yıl 8 ay hapis cezası olmasaydı belki benim de haberim olmayacaktı. Şaşırdınız değil mi?
Anlatayım: Eruh İlçe Emniyet Amirliği’nde görevli G.Y. isimli polis memuru, 15 Temmuz 2016 akşamı nöbetçi olmadığı halde darbe girişiminin en sıcak anlarında saat 23.00’te görev yaptığı karakola gitti. Evinden çıkarken üzerine zimmetli silahları da götürdü. FETÖ darbe girişimine karşı direnecek, görev yaptığı karakolu koruyacaktı. İlçe emniyet amiri B.Y.’ye darbe girişimine karşı herhangi bir önlem alıp almadığını sordu. Emniyet amiri B.Y. direnmek değil, darbecilere teslim olmaktan yanaydı. Polis memuru G.Y.’ye “Gelirlerse silahları teslim ederiz, askerle çatışacak değiliz” cevabını verdi.
‘SİLAHIMI VERMEM’
Polis memuru ile amiri arasında tartışma çıktı. Karakol amiri B.Y.,
Beşiktaş Kaymakamı Sayın Önder Bakan ilçedeki sosyal yardım çalışmalarından bahsederken Nazmiye Balta’nın yaşadığı sıkıntılardan söz etti. Bir süre sonra Beşiktaş’ta harabe, metruk bir yıkıntıyı eve benzetmiş olan Nazmiye Balta’yı ziyaret ettim. Yaşadığı yoksulluk, başına gelenler, bu zorluklara karşı verdiği mücadele gibi sıradışı...
Nazmiye Balta, 1958 yılında Rize’nin Ardeşen ilçesinde dünyaya geldi. Ailesiyle birlikte çay toplayarak geçiniyordu. 1991 yılında Yalova’daki amcasını ziyarete gitti. Kaderi değişmek üzereydi. Otoparkçılık yapan İsmail Balta isimli gencin annesi, Nazmiye’yi gördü ve oğluna istedi. 1992 yılı başında evlendiler. Ardeşen’de çay bahçelerinin arasındaki hayatını geride bırakıp, eşiyle İstanbul Beşiktaş’ta yaşamaya başladı. 1992 yıl sonu olmadan Nazlı, 1994’te Osman, 2000 yılında da Yılmaz isimli çocukları oldu. Aile, evliliklerinin ilk yıllarında maddi açıdan sıkıntı yaşamadı. Çünkü İsmail Balta, otoparkçılıktan iyi para kazanıyordu. Ancak 2000’li yılların başında her şey değişti. Sebebi İsmail Balta’nın kumar tutkusuydu. Kısa süre sonra İsmail Balta işlettiği otoparkı kaybetti. Bağımlısı olduğu kumar onu ve ailesini bitirme noktasına getirdi.
Parasız kalan İsmail Balta, eşi Nazmiye’nin nesi var nesi yok sattı. İsmail Balta artık eve de gelmez olmuştu. Nazmiye Balta çareyi Rizeli belediye başkanı Yusuf Namoğlu’nun yanına gitmekte buldu. Namoğlu, Nazmiye Hanım’ın Vakıflar’a ait metruk bir binayı üç çocuğuyla yaşayabileceği bir eve dönüştürmesine yardım etti. Ona bir de Ihlamur Caddesi üzerinde köfte tezgâhı çalıştırabileceği bir yer gösterdi. Nazmiye Balta gündüz çocuklarına bakıyor, geceleri köfte satıyordu. Kocası İsmail Balta ise ne zaman parasız kalsa soluğu ya evde ya köfte tezgâhının başında alıyordu. Kumarbaz İsmail Balta, Nazmiye Balta’dan parasını almak için şiddet uyguladı hatta sürekli bıçakla tehdit etti.
Nazmiye Balta, kumarbaz kocasının yıllarca her türlü şiddetine direndi. Ama İsmail Balta, bir gün tehdit etmek için kullandığı bıçakla Nazmiye Balta’yı boğazından yaraladı. Nazmiye Hanım karakola gitse de şikâyet etse de sonuç alamadı.
Bu olayın üzerinden iki ay geçti. 23 Haziran 2010 günü Nazmiye Balta, daha önce kocasının yanında gördüğü mafyatik tiplerle ekmek parasını kazandığı köfte tezgâhına doğru geldiğini gördü.
Kocası, Nazmiye Balta’ya tezgâhı devrettiğini söyledi. Ona “Artık tezgâha gelme” dedi.
Yarım ağızla tebrik edenler, tebrik ederken “ama” şerhini koyanlar, kamuoyunun etkisiyle tebrik etmek zorunda kalanlar, “Yerli değil” hatta “kopya” diyenler, Türkiye’nin otomobilinin tanıtımı sonrası yine kendini gösterdi.
Hiç şaşırmadım.
Son yazımda bunlara örnek vermiştim. 1961 yılında Eskişehir’de kendilerine verilen üç aylık süre içinde Devrim otomobilini üreten mühendislerin başına ne geldiyse aynısı bugün tekrar ediyor. Düşünün, üretici firma TOGG’un CEO’su Gürcan Karakaş son teknoloji elektrikli yerli otomobili tanıtmanın mutluluğunu yaşayacağına, aynı gün proje hakkındaki sinsi saldırılara karşı savunma yapıyor: “Biz bunları Pininfarina ile beraber İtalya’da ürettik. Yeni kurulan bir şirketiz. Böyle bir imkânımız yok. Bundan sonra ihtiyacımız olmayacaktır. Fabrika üretimi ile prototip üretimi arasında fark var. Fikri mülkiyet hakları yüzde 100 Türkiye’ye ait. Fikri mülkiyet hakkıyla ilgili olarak bilgi kirliliği mevcut. Fikri mülkiyet hakkı sizin ise, her türlü mühendisliği siz yapmışsanız, buna sahipseniz nerede yaptırırsanız yaptırın. Projede Mercedes’in, Volkswagen’ın tasarımcısı Murat Günak ve Türk mühendisler çalıştı. Pininfarina katkı verdi. Üç tasarım evinden birisi. Pininfarina ekibimizle çalıştı. Biz onlara sipariş verip ‘Yarın bize bir otomobil getirin’ demedik.”
Üretimin başındaki kişiye böyle bir savunma yaptıranlar, emeği geçen pırıl pırıl mühendislerin resmine bakıp utanıyorlar mı acaba? Oysa bu ekiple görüşerek gerçeğe ulaşmak birkaç saatini alır. Ama maksatları o değil. Meseleyi son yazımda söylemiştim: Nesiller değişse de kafa aynı.
Ama bu kez projenin arkasında güçlü bir kamuoyu desteği var. Onlar Devrim otomobilini üreten mühendisler gibi yalnız değiller.
60 YILLIK ‘DEVRİM’ TAMAMLANDI
Türk mühendisler geceli gündüzlü çalışırken, “Türkler otomobil yapamaz” diye başlayan eleştiriler, “900 bin liraya bir otomobil üretiliyor” diye maliyet hesapları haberleriyle devam ediyordu. Devlet Başkanı Cemal Gürsel, TBMM’nin önünde duran otomobilin anahtarını Ulaştırma Bakanı Orhan Mersinli’den aldı ve izleyenlere, “Bir aşağılık duygusuyla bizde otomobil yapılamayacağı iddia edilmişti. Bizde otomobil yapılabilir, işte örneği” diye hitap etti. Ardından TBMM’nin önünde bindiği otomobil 100 metre gittikten sonra durdu. Şoför, Cemal Gürsel’e bakıp “Benzin bitti paşam” dedi. Araçtan inen Gürsel, “Arabayı yaptık Avrupa kafasıyla, benzini ikmal etmedik şark kafasıyla” diyerek o çok bilinen sözünü söyledi.
Peki Devrim neden istop etmişti, yüzde 100 yerli bir otomobil miydi? 1 Kasım 1961 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan bir yazı bunları cevaplıyordu. Habere göre öncelikle, proje ve imalat için üç ay gibi kısa bir süre verilmesi birçok eksikliğin oluşmasına yol açtı. Birçok sorunu vardı, marş motorunun sutası koptuğu için itmek gerekiyordu. Aracın manevrası zayıftı, ancak geniş alanda dönebiliyordu. Benzin deposu paslandığı için tıkanıklık yapıyordu.
Haberde Devrim otomobilinin Türkiye’de üretilen parçaları şöyle sıralanıyordu: Karoser, şasi, radyatör, jantlar, döşeme, motor silindiri ve aksamı, rot parçaları, şanzıman, diferansiyel, direksiyon simidi, far ve stop mikaları, tamponlar, panjur, kapı kolu parçaları.
Devrim’de kullanılan ithal parçalar ise şunlardı: İç ve dış lastikler, ön ve arka cam, saat ve müşirleri, marş motoru, şarj dinamosu, radyo, karbüratör, benzin otomatiği, cam silecekler, tenvirat ampulleri, klakson ve distribütör.
Haber, 60 yıl önce Devrim otomobilinin yerli ve yabancı malzeme ve parçalar kullanılarak imal edildiğini gösteriyor. Milliyet’teki haberde yapılan eleştirilere de cevap verilmişti. Yarım milyona bir otomobil değil, 900 bin TL’ye dört otomobil üretilmişti. Yatırım maliyeti düşüldüğünde her bir araç 60 bin TL’ye üretilmişti. Seri üretime geçilirse fiyatın daha da düşeceği yazıldı. O günkü siyasetçilerin “Seri üretime geçilecek” açıklamaları arkasından Devrim, sessiz sedasız müzeye kaldırıldı. Acele ve eksikliklerine rağmen niyet iyiydi.
Şimdi tam 60 yıl sonra yine yerli otomobilin prototipi tanıtılacak.
Tartışmaya bakın: CHP üyesi eski milletvekili Sinan Aygün, 2014 yılındaki mahalli seçimler öncesi CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun talimatı ile Mansur Yavaş’a CHP’nin Ankara büyükşehir belediye başkanı adaylığını teklif ettiğini açıkladı. Aygün, bu teklife Yavaş’ın “Sen bana bunu nasıl teklif edersin? Benim hayatım yıllarca bunlarla mücadele ile geçti, ben Ülkü Ocakları’ndan geliyorum. Bunu kendime hakaret addediyorum” diye tepki gösterdiğini söyledi. Ancak Aygün’ün açıklamasına göre Yavaş’ı FETÖ’nün firari imamlarından Ayhan Atalay, Hüseyin Saruhan ve Rahmi Bıyık ikna etti. Böylece Yavaş 2014’te CHP adayı oldu.
Karşı atak bu kez Mansur Yavaş’tan geldi. Ankara Cumhuriyet Savcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu’na verdiği altı sayfalık dilekçede, Aygün’ün şimdi firari olan FETÖ’cü işadamlarından Ömer Akgül ve aile üyeleriyle ortaklığını hatırlatarak, Sinan Aygün’ü FETÖ’ye finans sağlamakla suçladı.
Dilekçeye göre, 5 Temmuz 2007 tarihinde FETÖ’nün Ergenekon kumpasında gözaltına alındıktan sonra 14 Temmuz 2007 günü serbest bırakılan Sinan Aygün, bir yıl sonra, yani 3 Kasım 2009 tarihinde FETÖ’cü Ömer Akgül ve kardeşi Mehmet Akgül ile Akgül Yap Sat İnşaat AŞ şirketini kurdu.
17-25 Aralık 2013 operasyonundan bir yıl sonra FETÖ’cü Ömer Akgül, yüzde 35 hissesinin yüzde 10’unu Sinan Aygün’e, diğer hisseleri aile üyelerine sattı. Sonra hisse devirleriyle Aygün şirketin tamamına sahip oldu, isim değişikliğine gitti. Tam bu tartışmalar sırasında Sinan Aygün’ün “Mansur Yavaş’ı aday yaptırdı” dediği FETÖ’cü Atalay’a ait Yelken Kule binasına o dönem AKP’nin başkan adayı Melih Gökçek’in dev seçim afişlerinin asılı olduğu fotoğraflar ortaya çıktı. Karmakarışık değil mi? Herkesin FETÖ ile ilgili ne çok bildiği var. Ama bunların ortaya çıkması için menfaat kavgasına tutuşmaları gerekiyor. Adı geçenlerle ilgili bir suçlamada bulunmuyorum, sadece anlatılanlardan FETÖ’cülerin hiçbir alanı, hiç kimseyi boş bırakmadığını anlatmaya çalışıyorum.
Peki biz tüm bunları nasıl öğreniyoruz? Elbette menfaat kavgasına tutuştuklarında.
Anlayacağınız FETÖ sadece Ankara’yı parsel parsel almamış, herkesi parsellemiş...
28 DAKİKADA NE DEĞİŞTİ?
YAKLAŞIK 15 yıldır firari olarak Fransa’da yaşayan Cem Uzan, Temmuz 2003’te Bursa’da Genç Parti mitinginde, ÇEAŞ ve Kepez elektrik şirketlerine el konmasından sonra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a ağır hakaretler etti. Sonra üzerindeki “meşhur beyaz gömleği” göstererek, “Beni iyi dinle bak! Bu beyaz gömlek var ya, bu benim kefenim” dedi. O tarihte sahibi olduğu Star gazetesi manşetinden de aynı hakaretlere devam etti. “Korku imparatorluğunu” medya üzerinden yaşatma çabasındaydı. Nitekim 1990’ların başında Türkiye’nin ilk özel kanalını izinsiz bir şekilde dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile bu amaçla kurdu. Özel televizyonculuğun rakiplerine şantaj ve tehdit için kullanılmasının miladı oldu. İşadamından şarkıcısına, spor dünyasından gazetecisine herkes Uzanlardan korkuyordu. Şirketlerini keyfi yönetti, içini boşalttı. Göstermelik genel kurullarla şirket ortaklarının hisselerini eritti. Sahip olduğu banka ile devleti dolandırdı. Faturayı da son bir hamle ile kurduğu parti için oy istediği halkın sırtına yükledi.
15 yıldır firari olan Cem Uzan son dönemde attığı tweet’ler ve “Döneceğim” mesajıyla yeniden gündemde.
Mitingler için 400 milyon dolar harcadı. Ama bu ayağına değil kendi kafasına sıktığı hamlesiydi. Aldığı yüzde 7 oy ile MHP’yi yüzde 10’un altına düşürüp TBMM dışında bırakınca, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 34.6 oy ile TBMM’de çoğunluğu almasına yol açtı. AKP iktidarının ilk yaptığı, Uzanların kurduğu korku imparatorluğuna son vermek oldu.
Cem Uzan çareyi babası Kemal Uzan ve kardeşi Hakan Uzan gibi yurtdışına kaçmakta buldu, sonra “Kefenim olacak” dediği beyaz gömlek ile terden sırılsıklam vaziyette Paris’te kulüplerde eğlenirken görüldü. Ailesinin neredeyse tüm fertleri yurtdışına kaçtı. Ailenin kavga eden yüzü, Türkiye’de olduğu gibi yine Cem Uzan’dı. Paris’ten Türkiye’de siyasetçileri ve bürokratları hedef alan açıklamalar yaptı.
Kısa süre önce ise Erdoğan’ı öven konuşmaları yayınlanmaya, çok geçmeden de “İki ay içinde Türkiye’ye döneceğim, Cumhurbaşkanı adayı olacağım” diye konuşmaya başladı. Ardından, tam AKP içinden kopanların partileşmeye çalıştığı süreçte, Ahmet Davutoğlu’nu ve Ali Babacan’ı hedef alan tweet’ler attı. Dönüşü için zemin yaratmaya uğraşıyor. İki şeye güveniyor olmalı: Genç nüfusun onun yaptığı kötülükleri hiç bilmemesine, daha ileri yaşta olanların da unutmasına!
Babacan ve Davutoğlu’nu hedef alması, iktidarla anlaştığı yorumlarına sebep oldu. Böyle bir anlaşmanın olmadığı, olamayacağı açık. Yaptığı kendine has bir “uyanıklık”... AKP’den ayrılarak Erdoğan’a rakip parti kuracakları hedef alarak Erdoğan’ın gözüne girme çabasından başka bir şey değil.
“Döneceğim” ifadesi de bu “Uzanvari stratejinin” bir parçası.