Mutabakatla, İdlib’in etrafında Suriye ordusu ile silahlı grupları ayıran 15-20 kilometrelik silahsızlandırılmış bir bölge oluşturulacaktı.
10 Ekim 2018’e kadar tank, roketatar, top ve havan gibi ağır silahlar bu bölgeden çekilecek, 15 Ekim’e kadar tüm “radikal terörist gruplar” silahsızlandırılmış bölgeden uzaklaştırılacaktı. 2018’in sonuna kadar da M-4 (Halep-Lazkiye) ve M-5 (Halep-Hama) otoyollarının güvenliği sağlanıp trafiğe açılacaktı.
Ama her şey kâğıt üzerinde kaldı. İdlib, tüm vekâlet savaşlarının yürütüldüğü, istihbarat örgütlerinin cirit attığı Suriye meselesinin adeta çöplüğü haline dönüştü. Herkes hesap peşindeyken, Türkiye bölgede yalnızca barışçıl sebeplerle gözlem noktaları kurdu. Suriye, mutabakata imza atan Rusya’nın desteği ile anlaşmayı altüst etti. Elbette bölgedeki terör örgütlerinin tutumu bunda etkendi.
Bir süredir sivil alanları ateş altına alan ve yüz binlerce insanın evlerini terk etmesine neden olan Suriye’nin saldırısı sonucu biri sivil 7’si asker 8 insanımız şehit oldu. Yaşanan bu gelişme gösterdi ki, Rusya en az Amerika kadar güvenilmez bir ülkedir.
EYVAH, AMERİKA TAZİYEDE BULUNMUŞ!
Saldırı sonrası Amerika’nın tutumu oldukça düşündürücü. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus aracılığıyla yapılan açıklamada şu cümleler yer aldı: “ABD; Esad rejimi, Rusya, İran ve Hizbullah’ın İdlib halkına yönelik sürekli, yersiz ve acımasız saldırılarını kınıyor.”
Açıklamanın ikinci kısmı daha da ilginç, şöyle deniyor:
Basında çıkan haberlere göre rapor ABD ordusu için hazırlanmış ve finanse edilmiş.
Rapor, öncelikle ABD dostu bir muhalefet oluşturmaktan söz ederken şunları söylüyor: “Türkiye’de yaşayabilir bir muhalefet lideri ya da koalisyonunun ortaya çıkması durumunda Erdoğan ve AKP 2023’te iktidardan söküp atılabilir. Bu durumda Türkiye’den daha uzlaşmacı bir yaklaşım beklenebilir çünkü 2018’te parlamentoya seçilen üç muhalefet partisi de NATO ve AB ile ilişkilerin canlandırılmasına yönelik çağrılarda bulunuyorlar.”
Sadece muhalefet ile değil, kendince iktidar içi projeksiyon da yapıyor: “ABD ordusu ile TSK liderliği arasındaki diyalog, Türk Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın artan önemi dikkate alınarak derinleştirilmeli ve ABD ile Türkiye Üst Düzey Savunma Grubu yeniden canlandırılmalı.”
FETÖ’CÜ TASFİYESİNDEN RAHATSIZ
Bununla da yetinmiyor, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan Milli Savunma Üniversitesi’nin müfredatını hedef alıyor. TSK’daki üst düzey komutanlardan ve son dönemde TSK’daki tasfiyeden rahatsız olan orta kademe subayların darbe yapabileceğini söylüyor.
Bu kadar haddini aşan, hem de ABD resmi makamları tarafından finanse edilen bir rapor yazılamaz. ABD’nin yaptığı alenen yeni bir darbe tezgâhına destek olmaktır.
Peki bu mümkün mü?
Bu sene Abdi Bey’in katledilişinin 41’inci yıldönümü... Dostları, onu saygıyla anan gazeteciler için 41 kez tazelenmiş bir acı. Ama sizin için her gün yaşanan bir duygu. Babanızı, katledilişini düşündüğünüzde 41’inci yılında neler söylersiniz?
Birinci yılda söylediklerimi bir kere daha söylerim: Kim, niçin, nasıl? Bu sorular, suikastın araştırılmasında çok emek veren rahmetli Örsan Öymen’in ilk yıldaki bir yazısının da başlığı. Önce, ‘Kim onun canına kasteder ki?’ diyorsunuz. ‘Niçin bunu yaptılar ki?’ diyorsunuz. Sonra da ‘Nasıl?’ diye soruyorsunuz. Hangi destekler ve güdümlemelerle yaptılar? Onu yok edince hedeflerine eriştiler mi? Muratlarına erdiler mi? Hem onu sizden koparanlara, hayatınızı dağıtanlara karşı kişisel bir soru, hem de yurttaşlık bilinciyle sorulan bir soru. Sizi hep takip eden, hiçe sayıldığınızı her an hatırlatan bir soru.
Sonra, şu kırk yılın ortalarında, birdenbire, TBMM kürsüsünden ‘Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir’ diye seslenen bir başbakanı duyuyorsunuz. O dönemdeki akıl almaz cinayetler dizisi karşısında sorularınız daha da artıyor, alanı genişliyor: Eğer bu cinayetler devlet adına işlendiyse acaba milletimizin bundan ne gibi bir çıkarı olmuştur? Tabii bu soruyu sorarken beklentili de oluyorsunuz: Her şeyin hep birlikte araştırılmasını bekliyorsunuz. Farklı suikastların ayrıştırılmadan, yarıştırılmadan, isimlerin yaygınlığına ya da dar etki alanına bakılmadan eşit olarak, hep birlikte araştırılmasını diliyorsunuz. Yıllar geçtikçe tuzakların izleri daha çok görünür oluyor. Geçen yılki anmada, 40 boyunca tepemizden aşağı boca edilen bir bulamaçtan söz etmiştim: Neden babamın ölüsünün tepesinden aşağıya, annemin, kardeşimin, eşimin, kızımın, benim tepemizden aşağıya ve kısmen sizlerin üzerinize bulamaç indirildi ve indirilmekte? Sorunuza tek cümleyle cevap vermek gerekirse: 41’inci yılda hayat bu bulamaçla devam etmekte.
Abdi İpekçi cinayetini en iyi Uğur Mumcu takip ediyordu. O da 1993’te katledilince dosya sanki sahipsiz kaldı. Hatta bir ilanınız vardı bu konuda...
Uğur Mumcu bütün gücüyle araştırdı ve birçok gerçeği ortaya çıkardı. O sırada bazı gazeteciler ‘Nasıl bir babaydı, en çok hangi müzikleri dinlemekten hoşlanırdı’ gibi sorularla dokunaklı hatıralar yazmak üzere bizi ararlarken Uğur Mumcu, konunun özüne dalıp dosyaları inceliyor, müthiş bağlantılar kuruyor, çok önemli yazılar yazıyordu. Sonunda hepimizi aydınlatacak, birçok araştırmaya kaynak olacak çok değerli kitaplarını yazdı. Adeta aile adına müdahil olmuş gibiydi. Onun sayesinde yeniden dava açıldı. Kimsesizliğimizde, takip noksanlığımızda, donanımsızlığımızda onun varlığı çok güçlüydü. Katledildiği gün, artık her şey durur donakalır ya da yer gök yerinden oynar gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu büyük boşluğa, hiçbir karanfil, hiçbir mum yetmez gibi gelmişti.
AKLIMA UĞUR MUMCU GELİRDİ
Karşı olanları siyaseten anlamak kolay. Ama asıl ona oy verenlerde yaşanan bir hayal kırıklığı göze çarpıyor. Ne hata yaparsa yapsın toplamaya çalışan yandaş kalemlerin yazdıkları, bu insanları ikna etmekten uzak. Hayal kırıklığı yaşayan insanların sorunu, hayallerle gerçekler arasındaki fark. İnsanlar, İmamoğlu’nda Türkiye’yi yönetecek bir lider görmek istediler. Peki o böyle bir şey talep etti mi? Aday olduğunda tanıyanların oranı yüzde 10’lardaydı. Kılıçdaroğlu onu İBB başkan adayı yapmasa aklında böyle bir hedef yoktu. Kitleler daha birkaç ay önce İmamoğlu’nun değil, Muharrem İnce’nin peşindeydi. Cumhurbaşkanı adayı yapılan İnce, İBB Başkanlığı için de aday yapılsaydı kenti o yönetiyor olacaktı. İnsanlar tanımadıkları bir adaya oy verdi. Oy verdikleri insanın hangi yönü güçlü, hangi yönü zayıf bilmiyorlar. İBB seçiminden sonra insanlar İmamoğlu ve onun yaşam tercihleriyle tanıştı. Yani oy verdikleri insanı yeni yeni tanıyorlar. O yüzden Elazığ’da deprem bölgesine uğradıktan sonra Erzurum’da kayak tesisine gitmesi ile ilgili eleştirilere, “Benim tarzım bu, toplum buna alışacak” diye cevap verdi. İmamoğlu İBB başkanı oldu diye tüm yaşamını değiştirecek değil ya... Beylikdüzü Belediye Başkanı iken ne ise bugün de o. Dolayısıyla sorun İmamoğlu’nda değil sizde, alışacaksınız! Ya da Kılıçdaroğlu, “Türkiye liderliği” için aklındaki bir başka ismi ortaya atana kadar bekleyeceksiniz.
İSRAİL VE AMERİKA ‘KIRMIZI KİTAP’LIK
HER ne kadar NATO üyesi olsa da terör örgütü PKK/YPG’ye silah ve maddi destekte bulunan, 15 Temmuz darbe girişiminin faili FETÖ elebaşı ve üyelerini topraklarında barındıran ve koruyan ABD, Türkiye için güvenlik riskidir. Bunu, “ABD gibi müttefikin varsa düşmana ihtiyaç yoktur” diye daha önce de yazmıştım. İsrail de Türkiye açısından giderek büyüyen bir tehdide dönüşüyor. Geçen yıl ocak ayında, MOSSAD Başkanı Yossi Cohen, bir toplantıda “Bölgede asıl tehdit Türkiye” yorumunu yapmıştı. Şimdi de İsrail Askeri İstihbaratı (AMAN) Türkiye’yi hedef aldı. Times of Israel internet sitesinin haberine göre, İsrail Askeri İstihbaratı (AMAN) 2020 tahminleri raporu tehdit değerlendirmesinde, bölgede artan gücünü saldırganlık olarak değerlendirdiği Türkiye’yi tehdit listesine aldı. Bunlar da yetmedi, İsrail Başbakanı’na yakın bir gazetede çıkan yazıda, ocak ayı başında Irak’ta düzenlenen ABD saldırısında öldürülen İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın “birbirine çok benzediği ve her ikisinin de Irak ile Suriye’de ülkeleri adına vekâlet savaşları yürüttüğü” iddiasında bulunuldu. Raporda ayrıca şu skandal ifadelere yer verildi: “Şimdi Kasım Süleymani yerin üç arşın altında yattığına göre, onun ikizi olan Türk İstihbarat Servisi (MİT) Başkanı Hakan Fidan’ın komplolarına odaklanma zamanı geldi.” Şimdi merak ediyorum, İsrail, Türkiye’yi tehdit olarak görüyorsa, MİT Başkanı’na suikastı dillendiriyorsa Türkiye açısından tehdit mi, değil mi? Terör örgütü PKK ve FETÖ’yü destekleyen ABD tehdit mi, değil mi? Bu iki ülke tam ‘Kırmızı Kitap’lık oldu bence...
‘DEMOKRASİ’ DİYE ÖLÜM! ‘ÖZGÜRLÜK’ DİYE PARÇALAMA! ‘BARIŞ’ DİYE SAVAŞ!
AMERİKA Birleşik Devletleri, “Demokrasi götürüyorum” diye sahte gerekçelerle Irak’ı işgal ederek 1 milyona yakın insanın ölümüne yol açtı.
“Özgürlük”
Toplumdaki fay hatlarını sürekli derinleştiren ve gerginlik üreten merkezler her fırsatta ortaya çıkıyor. Bazen deprem gibi çok önemli bir olay olması gerekmiyor, 7 gün 24 saat yalan üreten merkezler, bu fay hatlarını tetikleyerek bir felaket yaratmak için uğraşıyor.
Kimi zaten var olan, kimi zorla yaratılan bu fay hattının adı bazen “Aleviler”, bazen “İslam”, bazen “Atatürk”, bazen yapay bir “Türk-Kürt gerilimi” olabiliyor.
Elazığ depreminde tamamen gerçek dışı olduğu halde Malatya’daki Alevi köylerine yardım gitmediği yalanı ortaya atıldı.
Kimileri, “Kürtlere” ayrımcılık yapıldığı yalanını devreye soktu. Sosyal medya bunun için en elverişli alan oldu. Deprem gibi bir felaketin yaşanması gerekmiyor, hep aynı fay hatları üzerinde oyun oynanıyor.
Gerilimi arttırmak için öyle yalanlar ortaya atıldı ki, teröre karşı hayatını kaybeden askerimiz Alevi olduğu için cemevindeki cenazesine devlet erkânının katılmadığı bile söylendi.
Provokatörlerin, Alevilerin evlerinin kapısına işaret koymasını toplumsal çatışmaya çevirmek isteyenler de çıktı.
Bunu 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde de yaşamıştık, etrafındakilerin gürültüsü enkazın altında olanların yaşama umuduyla çıkardıkları sesleri duyulmaz hale getirirdi.
Hassas dinleme yapan arama-kurtarma ekipleri, çöken binanın altındaki sesleri duymak için çevreye hep aynı işareti yapardı. Diğer depremlerde olduğu gibi Elazığ depreminde aynı kareyi gördük.
O fotoğrafa bakarken benim aklıma yalnız Gölcük’te yaşananlar değil, o gün hayatımızda olmayan ama bugün bir felakete dönüşmüş sosyal medyada depremle ilgili yazılanlar geldi.
Çoğunluk ne yapabiliriz diye uğraşırken, “azınlık” diyebileceğimiz bir kesim yalan ve algı operasyonuna girişti.
Sahte hesaplar üzerinden yapılanlara hiç girmiyorum.
Ama insanlar henüz enkaz altında kendilerine uzanacak bir el beklerken, bir anne sarıldığı bebeği donmasın diye nefesiyle ısıtmaya çalışırken, kimi aileler beton yığını altında kalmış canlarına ulaşmak için çırpınırken acıları fırsata çeviren, siyasetçisinden oyuncusuna, gazetecisinden kendine “muhalif” diyen ünlü ünsüz kişilerin sosyal medyada yaptıkları, yazdıkları insanları yaraladı. Adlarını ve yaptıklarını burada yazıp o isimleri hatırlatmak istemiyorum.
ELEŞTİRİYE ‘EVET’ YALANA ‘HAYIR’
Gerçek bir yurtsever olan Uğur Mumcu, birçok konuda olduğu gibi Türkiye’nin düşmanı ve emperyalistlerin maşası olan PKK ile ilgili en gerçekçi ve cesur tahlillerde bulunmuştu.
Öldürülmeden önce terör örgütü PKK’nın Amerikan istihbarat örgütü CIA ve İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından nasıl kullanıldığını belgeliyordu.
Yazdıklarının hepsi gerçekti ve bugün de geçerliliğini koruyor. Çünkü zamanın yıpratamadığı şey gerçeklerdir.
Biliyorum, PKK’ya ağzını açıp “terörist” diyemeyen, cinayetlerini kınayamayan ne kadar bilgisiz, hafızasız, kötü niyetli manipülatör varsa yine Uğur Mumcu’nun adını ağzına dolayacak.
Peki Uğur Mumcu’nun katledilmesi süreci nasıl, bunu biliyorlar mı?
Eşi Güldal Mumcu, cinayetten tam 20 yıl sonra 2013’te bunu ‘İçimden Geçen Zaman’ (UMAG Yayınları) kitabında anlattı.
PKK’NIN GAZETESİ ‘ÖZGÜR GÜNDEM’ HEDEF GÖSTERDİ
“Nasıl yani? Hakkında her gün haber okuyoruz, övgü dolu yazılar çıkıyor” diye soracaksınız.
Cevap işte tam bu soruda gizli. Mesele övgü dolu işler yapmasıymış, işte tam bu nedenlerden dolayı da hakkında soruşturma ve inceleme açılmış.
Cihat Yaycı’yı tanımayanlar için biraz geriye gideyim.
15 Temmuz sonrası 70 ana, 280 alt kriterden oluşan ve TSK’ya sızmış FETÖ mensuplarını ortaya çıkaran FETÖMETRE isimli çalışmayı gerçekleştirdi. Bu kriterleri görev yaptığı Deniz Kuvvetleri’nde etkili bir şekilde uyguladı.
Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlıkları da zaman zaman FETÖMETRE’den yararlandı.
Cihat Yaycı, bu çalışmasını TSK’nın değişik birimlerinde, okullarda hatta sivil bürokraside, yargıda toplantılarla anlattı. En çok da FETÖ üyesi eski TSK mensuplarının hedefi haline geldi. Çünkü yaptığı çalışmanın ne kadar etkili olduğunu en iyi onlar biliyordu. O yüzden kendisi ve ailesi sürekli tehdit aldı, hedef gösterildi. Tümamiral Cihat Yaycı, en son Libya ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasının mimarı, “mavi vatan” kavramının da fikir babasıydı. Bunun için makaleler, kitaplar yazdı.
Yaptıkları ve yazdıkları başta ABD’yi rahatsız etti, çünkü ABD Dışişleri Bakanlığı, Libya anlaşmasından rahatsız olduklarını açıkladı. Elbette Türkiye’nin Libya ile anlaşmasından rahatsız olan Avrupa Birliği ülkeleri, Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, İsrail ve uzantıları diğerleriydi.