Çocukluğumda Napoliten şarkılar modaydı. Türkçe sözlü versiyonları da vardı. Örneğin “Sorrento’ya geri dön”, “Deniz ne kadar güzel hoştu”, “Haydi koş dalgalara koş” diye sürer giderdi. Ve turkuvaz mavisine doğru koşardım hayalimde. Denizi hiç görmemiştim ki. Değil Napoli’den, Bandırma limanından bile haberim yoktu. Şarkıda söylediği gibi yapmadım. Bir daha geri dönmedim Sorrento’ya. Ama Hotel Tramontano’nun balkonundan görülen Akdeniz’in en güzel manzarasını da unutmadım. Dev bir kadının memelerini andıran krateriyle yanardağ, lacivert taşından boyanmış bir Rönesans tablosunda Madonna’nın mantosundaki mavi gibi parıldayan deniz, beyaz köpük içinde gemiler, uzakta Napoli’nin tepeleri ve aşağıda denize dimdik inen falezin uçurumu.
Sorrento
Napoli’den Camille Rogier’ye gönderdiği bir mektupta şöyle yazıyor Flaubert:
“Parthenope’un yumuşak karnında şehvetle dolaşıyorum. Pantolonuma değer değmez sertleşiyor erkekliğim. Böyle giderse beni ‘çok sevimli’ bulan çamaşırcı kadına tasallut edecek kadar alçalabilirim. Belki de Vezüv’ün yakınında oluşumdur beni bu hale koyan.” Semerden kurtulmuş bir eşek gibi seviştiğini de ekliyor. Madam Bovary’nin yazarı, romanlarında böyle bir üslup kullanamazdı elbet. Ama mektuplarında fahişelerle nasıl düşüp kalktığını en kaba sözlerle anlatmaktan çekinmediğini biliyoruz. Benim de içimden Napoli’yi benzer bir üslupla anlatmak geliyor ama kendimi dizginlemeye çalışıyorum. Sırtımda semer olmasa da ‘otosansür’ denilen bir yük var çünkü.
Giotto’nun dünyasına ilk adımı, onun sanatıyla yüzleşmeden, doğrudan tanışmadan, Albertine Kayıp’ı okuyarak Proust üzerinden atmıştım. Gerçi yazar bu romanında küçük kilisenin kubbesiyle duvarlarını boydan boya kaplayan fresk dizisinden çok ressamın ‘Erdemler ve Kusurlar’ı konu alan kabartmaları üzerinde durur ama sanatçının mavi dünyasına duyduğu hayranlığı belirtmekten de kendini alamaz. Proust’a göre Giotto’nun mavileri dışarıdaki güneşli günün, gökyüzünün içerdeki devamı gibidir.
BİR DUVARDA ÇIĞIR AÇMAK
Sanat tarihçileri Giotto’nun kiliseye adım atar atmaz, çıplak duvarları görünce heyecanlandığını yazıyor. Doldurulması, çizip boyanması gereken bir alandı dünya, hayal gücünde kıpırdayan, gerçeklik kazanan figürleri duvara aktaracak, bu işi yaparken de geçmişte olup bitmiş, İncil’de anlatılan olaylar zincirini anlaşılır, asıl önemlisi de seyredilir kılacaktı.
Kentin tarihi çok eskilere, antikçağa dek gidiyor ama birkaç yosunlu taştan ve o zamandan bu yana cüppeleri boyamak için kullanılan ıstakoz kabuklarından başka iz yok görünürde. Toulon’un çok eski tarihini keşfetmek için kitaplara başvurmak gerek. Aslında, katedrali ve kıyıdaki kaleleri saymazsak, ortaçağdan da pek iz yok. Toulon bir deniz üssü, hatta, sanıyorum Akdeniz’in en önemli deniz üssü. Kral XIV. Louis’nin ünlü mühendis ve mimarı Vauban buraya da el atmış, limanı savaş gemilerini barındıracak kıvama getirmiş. O zamandan bu yana, uçak gemileri de dahil donanma burada bekliyor. Savaş gemileri, zırhlarına sarınmış, demir almak için genelkurmaydan emir bekler gibi duruyor. Tek tük yatlar da var limanda ama onları görmek için özel bir dikkat gerekiyor.
TOULON’DA ÇANAKKALE BOĞAZI
Enver Hoca’yla birlikte komünizmin de gömülmesinden bu yana çok geçmedi. Stalin’in mirasını benimseyen, Sovyetler Birliği’ne bile kafa tutan, hatta iktidarının son dönemlerinde arası Çin’le de bozulan bu nevi şahsına münhasır diktatör, Tiran’ın orta yerine yaptırdığı ‘piramit’ine gömülmek şöyle dursun, halkın belleğinden de silindi. Heykelleri de, komünizmin diğer babalarıyla birlikte, sanat müzesinin arka bahçesinde paslanmakta.
“Enver Hoca Müzesi” olarak hizmet vermiş piramit
Buna karşılık yalnızca piramidini değil sarayını da gördüm Enver Hoca’nın. Üç katlı, balkonlu, hiçbir albenisi olmayan sıradan bir yapıydı. Saraydan çok bir kasaba eşrafının konağını andırıyordu ve bomboştu içi. Müzeye bile dönüştürülmemişti. İster istemez Ankara Beştepe’deki sarayın gereksiz ve kiş görkemini anımsadım.
OSMANLI'YA KÖK SÖKTÜREN KAHRAMAN
Tiran’a bu ikinci gelişim. On bir yıl geçmiş aradan, kent olumlu yönde ama yine de yetersiz bir gelişme göstermiş. Merkezden biraz uzaklaşınca yoksul mahalleler, sıvası dökülmüş tuğla duvarlar, derme çatma konutlarla karşılaşıyorsunuz. Merkezde de eski yapılar onarılmış, birkaç yeni gökdelen dikilmiş, ara sokaklar asfaltlanmış, ne var ki bu değişiklikler Tiran’ı eski görünümünden kurtarmaya yetmemiş. Parklar, şık kafeler, yeşil alanlar da göze çarpıyor ama görüntüye sıkça giren toplu konutlarla çanak antenler de var. Bir de, sarı-kırmızıya boyanmış resmi binalar.
Arnavutluk halkının kahramanı İskender Bey
Bütün yollar yine, tam ortasında İskender Bey heykelinin yükseldiği geniş alana çıkıyor. İskender Bey, namıdiğer Kastrioti, taş kaidenin üzerinde atıyla bütünleşmiş, başında miğfer, bir elinde kılıç, terkisinde gürz, rüzgârda savrulan uzun sakalıyla cenk ediyor. Enver Hoca’yı belleğinden silen Arnavutluk halkının gerçek kahramanı XV. yüzyılda Osmanlı’ya kök söktüren bu İskender Bey işte. Babası tarafından Osmanlı sarayına gönderilen, bir bakıma orada rehin tutulan bu soylu Arnavut prensi, sonradan ülkesine kaçarak Osmanlı’ya başkaldırmış. Hem İkinci Murat hem de Fatih’le savaşarak ülkesini kahramanca savunmuş. Onun efsanevi hayatı bugün tarih kitaplarında anlatılmıyor yalnızca, dilden dile de dolaşıyor. ‘Boğazkesen’ romanımda ona yer vermediğim için üzüldüm. İskender Bey’in serüvenleri, sadakat ve ihanet bağlamında, pekâlâ yer alabilirdi anlatıda.
Kim derdi ki hayalini kurduğumuz, uğruna gençliğimizi adadığımız -hatta heba ettiğimiz-, bazılarımızın gerçekleşmesi için büyük bedeller ödediği komünizm günün birinde müzelik olacak. Kitaplarını yutarcasına okuduğumuz, kahve ya da meyhanelerde sabaha dek tartıştığımız Marx’ın, Engels’in, Lenin’in heykelleri meydanlardan sökülüp müzelerde sergilenecek. Kazıbilimin ortaya çıkardığı taşlar, sütunlar, kabartmalar gibi eski bir çağın bulguları olarak algılanıp değerlendirilecek. Oysa çok geçmedi aradan, ‘devrimci’ sloganlar haykırarak yürüdüğümüz sokaklar o yılların başbakanı Süleyman Demirel’in, nam-ı diğer ‘Morisson Süleyman’ın deyimiyle ‘aşınmadı’. Bundan sonra da aşınacağı yok, ‘başkan babamızın’ polisi gösteri yürüyüşlerini biber gazına boğuyor artık, genç-yaşlı demeden muhalif duruş sergileyen kim varsa ya copluyor ya da tutukluyor.
HAYALLERİMİZ YIKILDI
1989 Kasımı’nda Berlin Duvarı’yla birlikte yalnızca komünist sistem çökmedi, hayallerimiz de yıkıldı. İşte o hayallerden, hayaletlerden oluşan bir müzede, Prag’daki Komünizm Müzesi’nde yazıyorum bu satırları. Tam girişte Lenin’in bir türlü gelmeyen, bundan böyle de artık gelmesi mümkün olmayan ‘güzel günler’i müjdeleyen devasa bir heykeli var. Kel başını yukarıya kaldırmış, sağ eliyle o günleri gösteriyor ziyaretçilere. Nâzım Hikmet’in “Güzel günler göreceğiz çocuklar” diye olanca içtenliği ve umuduyla yazdığı şiirdeki gibi bizleri “Motorları maviliklere sürmeye” davet ediyor. Oysa biliyoruz artık. O mavilikler bir aldatmacadan ibaretti. Güzel günler olmadı hiçbir zaman, çünkü özgürlük ve demokrasinin kök salmadığı bir toplumda güzel günler umudu da, ne yazık ki, yeşermiyor.
ANTİ KOMÜNİZM MÜZESİ
Lenin’in, kim bilir hangi kentin meydanından sökülüp buraya getirilmiş heykelinin yanında Marx’ın da, daha küçük boyutlarda ve daha alçakgönüllü bir heykeli var. Ve elbette, öbür sakallının, yani Engels’in de... Bir köşede, ‘bıyıklı’nın, yani Stalin’inki de dahil yine aynı liderlerin büstleri üst üste yığılmış. Doğrusu yirminci yüzyıl tarihine damgasını vurmuş bu tarihsel kişiliklerin, bu düşünür ve liderlerin müzelik olmaları, sevindirici, dahası övünülecek bir durum değil benim gibi halâ sol görüşü savunanlar için. Zaten müze de, aşırı ölçüde anti-komünist bir anlayışla düzenlenmiş. Peki bütün eksiklerine, zorbalıklarına karşın hiç mi olumlu yanı yoktu komünizmin, diye sorası geliyor insanın. Komünizm yıllarında düşünce özgürlüğü yoktu belki, ama bugün olduğu gibi sokaklarda dilenciler de yoktu. Sağlık hizmetleri parasızdı. Kafka’nın Prag kentiyle özdeşleşmiş eşsiz yapıtı hakettiği ölçüde değerlendirilmiyordu, evet. Ama tiyatrolar kapalı gişe oynuyor, emekçiler opera ve baleden de nasiplerini alabiliyorlardı.
Bugün Moskova tüm Rusya’daki zenginliğin yüzde 80’ini barındıran bir dünya metropolü. Çekici, merak uyandırıcı ve çok canlı. Caddelerinde, meydanlarında büyük çelişkiler içiçe. Bir yanda çılgınca harcanan servetler, diğer yanda yoksullar; bir yanda şen kahkahalar atan dünya güzeli şık kızlar, diğer yanda toplu ulaşım araçlarındaki yoksul, bezgin yüzler; bir yanda Stalin döneminin asık yüzlü binaları, diğer yanda gökdelenler, alışveriş merkezleri. 28 yıl arayla ikinci kez geldiğim şehirde, dünü ve bugünü karşılaştırdım.
Bu üçüncü gelişim Moskova’ya, ilkinde Paris’ten bir Tupolev’e binmiştim, yalnızca uçak değil zaman da eskiydi, yani Brejnev döneminin sonları. Bir varmış bir yokmuş gibi, Sovyetler Birliği dağılmadan önceydi, 1983 kışı. Nâzım Hikmet’in izini sürmüştüm 10 gün boyunca, kentin altını üstüne getirmiştim... “Puşkin Alanı” adlı öyküm, Leningrad’ı da kapsayan bu ilk yolculuğun ürünüdür. “Raskolnikov’un Odası” ile Seyir Defteri’nde Moskova üzerine yazdıklarım da. Soyuz Psateley, yani Yazarlar Birliği’nin konuğuydum. Yalnız dolaşmam pek mümkün görünmüyordu. Resmi bir programım, otomobil ve şoförüm, bir de rehberim vardı. O zaman bugünkü gibi hayvansı bir enerji saçmıyordu Moskova, caddelere özel araçlardan, Mercedes ve ciplerden çok kamyonlar hâkimdi. Lenin’in, Dirjinski’nin heykelleri yerlerinden sökülüp nehir kıyısındaki o küçük parka konulmamış, gökdelenler ve alışveriş merkezleriyle lüks mağazalar açılmamıştı. Adım başında pizzacılar, Mc Donalds’lar, herhangi bir Batı metropolünde görebileceğiniz sık kahveler yoktu. Yine de, bugünkü gibi şık ve güzeldi Moskovalı kadınlar. Yoğun, taş yapılar, külüstür tramvaylar ve her durağı küçük bir sarayı andıran, koridorlarından telâşlı bir kalabalığın sel gibi aktığı metro vardı ama. Bürokrasi de vardı, hem de şimdikinden bin beteri.
YAZARLARINI SEVEN ŞEHİR
Uçaktan çıkışta havaalanında alıkonulan pasaportumun akıbetini beklerken iki Aeroflot uçağı peşpeşe aprona yanaştı. Birinin Gogol’dü adı, öbürününki Essenin. Uçaklarına yazar adları veren bir ülkeye öfke duymamam gerektiğini düşündüm. Ve aynı şeyi yapmak için Türk Hava Yolları’nın daha ne beklediğini kendime sormadan edemedim. Her iki yazarın da heykellerini görememiştim geçen gelişimde. Rusya’nın Paris başkonsolosluğundan büyük çileyle aldığım vize sayesinde bir sorun yaşamadan girebilmiştim. Ne var ki, pek az kalabilmiştim Moskova’da. Yasnaya Polyana’ya, Tolstoy’un yüzüncü ölüm yıldönümü kutlamalarına davetliydim. “Önce,” diye geçirdim içimden, “Derin Rusya’nın lirik ve melankolik şairi, genç yaşta canına kıyan Essenin’in Tverskoy Bulvarı’ndaki heykelini görmeliyim, sonra Arbatskaya’daki Gogol’ün heykelini.” Ölü Canlar’ın yazarının Moskova’da bir değil iki heykeli olduğunu okumuştum rehberde. Her ikisini de gidip görmeli, yazarın dünyasına bu heykellerin yol açtığı çağrışımlar sayesinde girmeli, olağan dışı kahramanlarıyla tanışmalıydım. Sofya’da yazdığı bir şiirinde “Sofya şehri büyük mü? / Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil / Anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor / Sofya büyük şehir” diyor Nâzım Hikmet. Öyleyse Moskova da büyük şehir. Rus halkının gözbebeği olduğu için değil ama, halkın ona Matruşka, yani “Annecik” dediği için de değil. Moskova’nın büyüklüğü yazarlarına verdiği önemden kaynaklanıyor bana kalırsa.
Moskova büyük ölçüde tezatlar kenti ve ilk bakışta, New York’ta olduğu gibi çirkinliğin görkemi hemen göze çarpıyor. Son model lüks otomobillerin kelle götürürcesine, köhne troleybüslerle otobüslerinse dura kalka ilerledikleri geniş caddelerin alt geçitlerinde çiçek, meyve ya da yavru kedilerle köpekler, tavşanlar satan yaşlı kadınlar da görebilirsiniz burada, lüks mağazalarda küstahça para harcayan aşırı makyajlı, mini etek ya da dar pantolonlu genç ve güzel kadınlar da. Rusya’nın tüm zenginliğinin yüzde 80’i Moskova’da toplanmış durumda, buysa hem eşitsiz bir gelir dağılımının hem de paranın gücünün göstergesi. Ve dağılma sürecinden, darbe girişimlerinden sonra devlet otoritesini yeniden kurmayı başaran Putin’e oligarşinin sağladığı desteğin. Kuşkusuz bu nedenle Rus halkının büyük çoğunluğu için aile ve din gibi geleneksel değerler büyük önem taşıyor. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, laiklik gibi demokrasinin vazgeçilmez unsurlarınıysa, aydınların dışında fazla umursayan pek yok. En azından uçakta okuduğum İngilizce gazetenin yaptığı bir soruşturmanın sonuçları bu yönde.
STALİN’İN YEDİ KOCAKARISI
Moskova’da caddeler uçsuz bucaksız, çok geniş. Yürürken hem yoruluyor hem de yoğun, taş yapıların görkemi altında ezildiğinizi hissediyorsunuz. Bazıları Türk müteahhitlerce dikilen gökdelenlerle alışveriş merkezleri de var. Bu gidişle çelik ve cam taşın yerini alacağa benziyor, ilk gelişimde bindiğim tramvaylarsa tedavülden kaldırılan taşıtlar arasında. Yerlerini eski mi eski, trafik keşmekeşini daha da içinden çıkılmaz hale getiren mavi-beyaz troleybüsler almış. Moskova’nın neredeyse 200 yıldan fazla, bizim “Deli,” Ruslarınsa “Büyük” olarak nitelendirdikleri Çar Petro’nun kenti St. Petersburg’un gölgesinde kaldığı söylenebilir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Lenin yeni devletin merkezini başkent St. Petersburg’dan buraya taşıyınca sosyalist estetik kentin eski mimari dokusunu da büyük ölçüde değiştirmiş. Örneğin “Bıyıklının Piramitleri” diye anılan ünlü gökdelenler, tepelerindeki kızıl yıldızla birlikte Moskova’nın silüetine eklenmiş. Bunlara, ideolojik görüşünüze göre “yedi güzeller,” ya da estetik anlayışınız komünizmden nasibini almamışsa, “yedi kocakarılar” diyebilirsiniz. Öte yandan tek ya da iki katlı, çoğu 18’inci yüzyıldan kalma, bahçe içinde evler de var hâlâ. Ve bir zamanlar soyluların oturduğu saraylar. Bunlara soğan biçimindeki kubbeleri, sarı, mavi, beyaz, fıstık yeşili, vişne çürüğü duvarları ve çan kuleleriyle kiliseleri de ekleyebilirsiniz. Kremlin’se başlıbaşına bir başka dünya.