Azizlerin, ozanların izinden TARSUS

Akdeniz kıyısında yazı karşılamaya hazırlanan Tarsus, efsane kahramanlarının şehri. Kimliği hâlâ tartışılan şair Sardanapal 2500 yıl önce Tarsus’a dikilen heykelinin kaidesinden “Ey yolcu, ye, iç ve yaşamaya bak; gerisi boş” diye sesleniyor gezginlere. Anısına dünyanın dört bir yanında katedraller inşa edilen Aziz Pavlus, Roma’da kendisini ölüme mahkum eden yargıca “Tarsusluyum, hiç de önemsiz olmayan bir kentin vatandaşıyım” demişti gururla.

Karısını bey oğluyla yatarken gören Karacoğlan, kahrından Dedeler Köyü’ndeki Yedi Uyurlar Mağarası’na girip bu dünyayı terk etmişti. Hızlı bir değişim yaşasa da Tarsus geçmişin bazı izlerini koruyor. Bugün tarihi sokaklarında, kervansaraylarında, hanlarında yürüyüşe çıktığınızda, hayal gücünüzü de kullanıp geçmişin izlerini sürebilirsiniz.

Kireç taşları daha dün konmuş gibi duran, yalnızca zamana değil kışın kara yazın güneşe, rüzgâr ve yağmura hâlâ direnen Roma yolunda yürüdüm bir süre. Ne ayrık otları hakkından gelebilmişti ne de toprak. Üzerinde yemyeşil çimenler bitmişti belki, ama bugün bile ıssızlığın ortasında sanki bir menzile erişecekmiş gibi duruyordu. Buraya gelirken antik çağda İç Anadolu’yu Kilikya’ya bağlayan “kapılar”dan geçmemiştik gerçi, o kapılar İncil’de anlatıldığı kadar dardı. İki yanından yükselen sarp kayalar gökyüzünü kapatıyordu. Yine de, Toroslar’ı aşıp düze inmenin getirdiği o rahatlama duygusunu, yolun bitimindeki anıtsal kapının altından geçip aşağıda göz alabildiğine uzanan verimli tarlaları, ırmakları, köyleriyle Tarsus Ovası’nı ve Akdeniz’in köpüklü kıyılarını görmenin coşkusunu derinden hissettiğimi itiraf etmeliyim. Derken bir atlı göründü ufukta. Uzaktan heyal meyal seçilebiliyordu. Yaklaşınca atın üzerindeki köylü kadını fark ettim. Başında yemenisi, iki yandan sarkan heybeleriyle Sağlıklı’ya doğru geçip gitti yanımdan. Kan ter içindeydi. Atı da öyle, yorgunluktan ağır aksak gidiyor, nalların taşta çıkardığı gürültüden başka ses duyulmuyordu. Demek ki, çevrede yaşayan köylüler tarafından hâlâ kullanılıyordu yol. Aradan geçen bunca zamana karşın, artık bütün yollar Roma’ya çıkmasa da bir menzile varıyor, insanları bir yerden bir başka yere götürüyordu.

GEZGİNLERE ASUR NASİHATI

W.M.Ramsay, Aziz Pavlus’un Kenti Tarsus adlı kitabında şöyle yazıyor: “Tarsus doğayı kendi amaçlarına boyun eğmek zorunda bırakmış, kendi nehrini, limanını, denize erişimini, dağların diğer tarafına geçen yüksek teknoloji ürünü yollarını kendisi yapmıştı; doğanın yardımıyla da, ovanın boğucu nemli sıcağı ile, tepelerin serin ve daha hafif atmosferini ya da yukarı Toros bölgesinin daha sert havasını dengeleyebilmekteydi. Doğanın yasalarını ve yöntemini inceleyerek, doğaya egemen olmayı öğrenmişti. Kenti yaratan insanın kendisiydi.”
Sonradan İsa Mesih’in öğretisini yaymak, “sevinçli haber”i insanlara müjdelemek için yollara düşecek Aziz Pavlus işte bu coğrafyada doğmuş, antik çağ Anadolusu’nun en önemli kentlerinden Tarsus’ta başladığı öğrenimini Kudüs’te, dönemin en bilgin hocalarından Gameliel’in dizi dibinde sürdürmüştü. 1993’te ortaya çıkarılan kentin tam ortasındaki bir başka yolu, balık sırtı biçimindeki geniş caddeyi de arşınlamıştı gençliğinde. Kimbilir, caddenin bitiminde heybetle dikilen Saradanapal’in heykeline dalıp gittiği de olmuştu belki. Strabon’un anlattığına göre, kaidesine Asur dilinde kazınmış “Ey yolcu, ye, iç, yaşamaya bak. Gerisi boş” ibaresinin anlamını da sorgulamıştı.

GERİYE KUYUSU KALMIŞ

Bugün Tarsus’ta o zamanki adıyla Saül’ün doğduğu var sayılan evden ve avlusundaki kuyudan başka azizden hiçbir iz kalmadığını söylemeliyim. Ama adı, Haçlılarca yapılan, 1415’te Ramazanoğlu Ahmet Bey’in Tarsus’u Karamanoğulları’dan alışından hemen sonra bodur bir minare eklenerek camiye dönüştürülen kiliseye verilmiş. 16. yüzyıldan kalma bir başka kilise de, cemaatini yitirdikten sonra, yani Tarsus’un Hıristiyan sakinleri bu topraklardan sürülüp yabancı diyarlarda, Suriye çöllerinde ölüme gönderildikten sonra, kederli, suskun bir müze olmuş. Pavlus’un Roma’da ölüme mahkûm edilmeden önce yargıca “Ben bir Yahudiyim, Kilikya’nın Tarsus kentindenim, hiç de önemsiz olmayan bir kentin vatandaşıyım” dediğini biliyoruz. Oysa kendisi o devirde çok önemli bir ayrıcalık olan Roma vatandaşıydı aynı zamanda. Ama doğup büyüdüğü topraklara bağlıydı ve Anadolu’da çıktığı son misyoner yolculuğu sırasında yeniden gelmişti buraya. 0 zaman, bugün kalıntıları kentin ortasında bir kale gibi yükselen Roma tapınağı henüz inşa edilmemişti kuşkusuz, ama imparator kültü başta olmak üzere çok tanrılı dinlerin kavşağındaydı kent. Hatta çok eski bir din olan Mitraizmin bazı unsurlarından da izler taşıyordu. Uzun süre gizlenmek zorunda kalan ve gök cisimlerinin yorumuyla ilişkilendirilen bu inancın Stoacı düşünürlerden, özellikle de Tarsuslu Aratos’un görüşlerinden kaynaklandığını biliyoruz. Pavlus işte böyle bir ortamda yetişmiş, Kleaopatra’nın Marcus Antonius’la buluşmasına tanık olmasa da, (buluşma onun doğumundan yaklaşık yarım yüzyıl önce gerçekleşmişti) bugün Tarsus’u çeviren surlardan kalan tek anıtın, yani Deniz Kapısı’nın altından geçip limanda balıkçılarla sohbet etmiş, derin sularda yüzmüştü. Evet, yalnızca İsa uğruna yollara düşen bir ermiş değildi o, ufak tefek ama dayanıklı bir bedene de sahipti. Eğer çok iyi bir yüzücü olmasaydı Ege’de batan gemisiyle birlikte sulara gömülürdü kuşkusuz. Ölümü Roma’da cellâtın elinden değil, Adalar Denizi’nde yaşamı boyunca mücadele ettiği eski tanrılardan birinin, Poseidon’un elinden olurdu.

KIŞKIRTICI EROTİZMİYLE KARACOĞLAN
/images/100/0x0/55eaf077f018fbb8f8a06f33
Tarsus’ta yalnızca Hıristiyan Kilisesi’nin kurucusunun değil, Sehabe’den Bilâl-i Habeşi’nin de izleri var. Bir efsaneye göre Hz. Muhammed’in müezzini İslâm ordularıyla buraya dek gelip ezan okumuş, hatta bugün de ziyaret edilen bir mescid yaptırmış. Onun Tarsus’a geldiği eski kaynaklarda belirtilmiyor ama, başbakanımız sayesinde ülkemizde çok moda olan “medeniyetler buluşması”dan hareketle kent Pavlus’a olduğu kadar Bilâl-i Habeşi’ye de sahip çıkma gereğini duyuyor. Osmanlı döneminde yapılan tek kubbeli bir camiye onun adını veren belediyenin müminleri de onurlandırmak istediğini düşünebiliriz. Gerçek yaşamı hakkında pek fazla şey bilmediğimiz, halk geleneğinin en büyük şairlerinden Karacoğlan da Tarsus’un sahiplendiği ünlülerden. Kentin değişik yerlerinde Bilge Kaan’ın, Osman Gazi ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin anıtları yok yalnızca, Şelale’de ulu okaliptüs ağaçlarının gölgesinde Karacoğlan’ın da bir bronz heykeli var. Kucağında sazı ve ayağında Türkmen işi çizmeleriyle, bir zamanlar Büyük İskender’in girip hastalandığı akar suya bakıyor şair. Yaşamı boyunca türküsünü çağırdığı dilberleri süzdüğü de oluyor çapkın bir edayla. Demir parmaklıkla çevrili heykelin kaidesinde Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz’a ait şu yazıyı okumadan geçmedim: “Halk edebiyatımızın büyük şairi Karacoğlan 17. yüzyılda yaşamış ve uzun bir ömür sürmüştür. Çukurova’da yaşadığı kesindir. Türkmen aşiretleri arasında büyük bir sevgisi olan Karacoğlan’ı Çukurovalılar paylaşamaz. Yöremiz halkı da Karacoğlan’ın Toroslu olduğuna, burada yaşadığına ve Eshab-ı Kehf Mağarası’na girerek kaybolduğuna inanmaktadır. Köylerimizde hâlâ Karacoğan türküleri söylenmektedir.”

MAĞARAYA GİRİP KAYBOLDU

Kimi kez erotizme varan dizelerin şairi Karacoğlan’ın heykelini, üstelik 2003’ün Zafer Bayramı’nda Tarsus’un en gözde piknik yerine diken belediye başkanını kutlamak gerek. Heykelin altında “Emirler’den bir kız indi pınara” redifli şiirin tümünü okuyabilirsiniz, ben yalnızca son dörtlüğünü aktarmakla yetiniyorum: “Karacoğlan der ki n’olup n’olmalı / Keten gömlek geymiş kolu sırmalı / Anasını kandırıp kızın almalı / Emirler’den bir kız indi pınara.”
Pınar başında durdum bir süre, Karacoğlan’ın türküsünü söylediği Türkmen kızlarını düşündüm. Ve şairin efsanesi, “Söyleyim mi sana sözün doğrusun / Soyunup koynuna girmeye geldim” ya da “Tomurcuk memesin verdi ağzıma / Yorgunsun sevdiğim em dedi bana” ya da “Ay doğup da şafak atmada sandım / Meğer yarin düğmeleri çözülmüş” gibi unutulmaz dizelerin eşliğinde gözümün önüne geldi. Çapkın şairin aslında kanayan bir yarası olduğunu, bu nedenle kadınları sevdiği kadar gerçekte onlardan öcalmak amacıyla da saz çalıp şiir söylediğini anımsadım. Gurbete çıkmış tüm ozanlar gibi sevdalandığı bir bey kızıyla kaçışı, bir yastıkta kocamak umuduyla murat alıp murat verişleri, sonra kızın bir başka obanın beyinin yeğeni tarafından taciz edilişi, bu askıntıdan kurtulmak için de, Karacoğlan bir başka obanın düğünündeyken, kendisine dokunmamak koşuluyla tacizci yeğeni yanında yatırmaya razı oluşu, bunun üzerine Karacoğlan’ın sazının telinin kopması ve obasına dönen şairin karısını çadırda beyin yeğeniyle aynı yatakta görünce üzerlerini abasıyla örtüp yollara düşmesi, bir daha da ne obasını ne de suçsuz karısını görmeden gurbette ölmesi, daha doğrusu Tarsus’a yakın Eshab-ı Kehf mağarısına girip kaybolması geldi aklıma. Bu mağaranın öyküsünü çocukluğumda büyükannemden dinlemiş, sonra Kur’an’da okumuştum ama, sazını sonsuza dek kalsın, elden ele dolaşsın diye bir dala astıktan sonra Karacoğlan’ın Yedi Uyurlar Mağarası’na girip kaybolduğunu burada, Pavlus’un kenti Tarsus’ta duydum. Şeytana uyup şairin belden aşağı dizelerini yazmakla günaha girdiysem ya da bu acıklı öyküyle sizleri üzdüysem beni bağışlayın. Tarsus efsanelerle dolu bir kent, Şahmeran’ın dillere destan efsanesi de anlatılıyor burada, hatta yarı kadın yarı yılan bu hilkat garibesinin bir heykeli de var kentin orta yerinde. Ama yola çıkmak, bu kez de Çukurova’nın sıcağında başka bir menzile ulaşmak gerek.
Yazarın Tüm Yazıları