Paylaş
Enver Hoca’yla birlikte komünizmin de gömülmesinden bu yana çok geçmedi. Stalin’in mirasını benimseyen, Sovyetler Birliği’ne bile kafa tutan, hatta iktidarının son dönemlerinde arası Çin’le de bozulan bu nevi şahsına münhasır diktatör, Tiran’ın orta yerine yaptırdığı ‘piramit’ine gömülmek şöyle dursun, halkın belleğinden de silindi. Heykelleri de, komünizmin diğer babalarıyla birlikte, sanat müzesinin arka bahçesinde paslanmakta.
“Enver Hoca Müzesi” olarak hizmet vermiş piramit
Buna karşılık yalnızca piramidini değil sarayını da gördüm Enver Hoca’nın. Üç katlı, balkonlu, hiçbir albenisi olmayan sıradan bir yapıydı. Saraydan çok bir kasaba eşrafının konağını andırıyordu ve bomboştu içi. Müzeye bile dönüştürülmemişti. İster istemez Ankara Beştepe’deki sarayın gereksiz ve kiş görkemini anımsadım.
OSMANLI'YA KÖK SÖKTÜREN KAHRAMAN
Tiran’a bu ikinci gelişim. On bir yıl geçmiş aradan, kent olumlu yönde ama yine de yetersiz bir gelişme göstermiş. Merkezden biraz uzaklaşınca yoksul mahalleler, sıvası dökülmüş tuğla duvarlar, derme çatma konutlarla karşılaşıyorsunuz. Merkezde de eski yapılar onarılmış, birkaç yeni gökdelen dikilmiş, ara sokaklar asfaltlanmış, ne var ki bu değişiklikler Tiran’ı eski görünümünden kurtarmaya yetmemiş. Parklar, şık kafeler, yeşil alanlar da göze çarpıyor ama görüntüye sıkça giren toplu konutlarla çanak antenler de var. Bir de, sarı-kırmızıya boyanmış resmi binalar.
Arnavutluk halkının kahramanı İskender Bey
Bütün yollar yine, tam ortasında İskender Bey heykelinin yükseldiği geniş alana çıkıyor. İskender Bey, namıdiğer Kastrioti, taş kaidenin üzerinde atıyla bütünleşmiş, başında miğfer, bir elinde kılıç, terkisinde gürz, rüzgârda savrulan uzun sakalıyla cenk ediyor. Enver Hoca’yı belleğinden silen Arnavutluk halkının gerçek kahramanı XV. yüzyılda Osmanlı’ya kök söktüren bu İskender Bey işte. Babası tarafından Osmanlı sarayına gönderilen, bir bakıma orada rehin tutulan bu soylu Arnavut prensi, sonradan ülkesine kaçarak Osmanlı’ya başkaldırmış. Hem İkinci Murat hem de Fatih’le savaşarak ülkesini kahramanca savunmuş. Onun efsanevi hayatı bugün tarih kitaplarında anlatılmıyor yalnızca, dilden dile de dolaşıyor. ‘Boğazkesen’ romanımda ona yer vermediğim için üzüldüm. İskender Bey’in serüvenleri, sadakat ve ihanet bağlamında, pekâlâ yer alabilirdi anlatıda.
FARKLI DİNLER, TEK ULUS
Müslüman, Katolik ve Ortodoksların uyum ve barış içinde yaşadığı Arnavutluk’ta bireysel hak ve özgürlüklerin Türkiye’den çok daha ileride olduğu başkent Tiran’da açıkça hissediliyor.
Kaldığım otelden bakıldığında tam karşıda İskender Bey, solda komünist mimarinin en çirkin başyapıtı olarak tanımlayabileceğim Opera, sağda yapımı süren gökdelenin hemen altında kırmızı tuğladan duvarlarıyla Arnavutluk Merkez Bankası ve Ortodoks Kilisesi’nin beton çan kulesi var. Neyse ki 17’nci yüzyıldan kalma Edhem Bey Camii, duvar süslemeleri ve küçük kubbesiyle renk katıyor bu itici manzaraya. Saat kulesi de bir Balkan kentinde olduğumuzu anımsatıyor.
Arnavutlar tek ulus ama farklı dinlerden... Çoğunluğu Müslümanlar oluşturuyor, Ortodoks ve Katolikler de var. Ülkenin nüfusu üç milyondan biraz fazla, ama bir o kadar Arnavut da Kosova ve Makedonya’da var. Bu kez Tiran’a, Sant Egidio Cemaati’nin düzenlediği ‘Dinler arası diyalog ve barış’ konulu toplantıya katılmak üzere geldim. Gelir gelmez de eski zaman düşünde buldum kendimi. On bir yıl öncesini anımsadım.
2004 yılında, ‘Tiran’da Tango’yu yazmama yol açan günlere döndüm yeniden. Arnavutluk küçük ve hâlâ yoksul bir ülke ama kadim dostum İsmail Kadare başta olmak üzere Fatos Kongoli, Besnik Mustafaj, Baskim Sehu gibi büyük yazarları var. İlk kez, Enver Hoca’nın başbakanı ve can yoldaşı, ne var ki ‘intihar ettirilen’ Mehmed Sehu’nun oğlu, yazar dostum Başkim Sehu’nun davetlisi olarak gelmiştim buraya. Ve onun trajik öyküsünü birinci elden, bizzat kendisinin ağzından dinleyip not etmiştim. Meraklısı öyküyü ‘İzler ve Gölgeler’ adlı kitabımda okuyabilir.
BİREYSEL ÖZGÜRLÜKTE BİZDEN İLERİDE
Tiran’ın en yüksek yapısının bir cephesi, boydan boya ‘Elbar’ birasının reklamıyla kaplı. Yani otuz küsur katlı yapı dev bir bira şişesini tanıtıyor. Arpa suyunu pek sevmem, tercihim şarap ve rakıdan yanadır ama yalnızca bu reklam bile yaşama tarzı ve bireysel özgürlükler açısından Arnavutluk’un ülkemizi geride bıraktığının kanıtı.
Kentin merkezindeki alanın, İskender Bey’in heykelinin çevresinde, kırmızı otobüsler, Mersedeslerle vals yapıyor. At arabaları dolaşımdan kalkmış. Paytonlar da. Bu yoksul ülkede, elden düşme de olsa, Mercedesler’in bolluğundan söz etmiştim ilk izlenimlerimde. O zamandan bu yana durum pek değişmemiş. Sarı taksilerle portakal kırmızısı otobüsler eklenmiş taşıt kalabalığına, o kadar. Yalnızca bu sarı-kırmızı renklerin bolluğu bile Tiran’ı sevmem için yeterli bir neden. Ama başka nedenler de var elbette.
Arnavutluk Müslüman, Katolik ve Ortodoksların uyum ve barış içinde yaşadıkları ender ülkelerden biri. Üstelik komünizm döneminde anayasasına eklediği bir maddeyle ‘tanrıtanımaz’ bir devlet olduğunu tüm dünyaya duyurmuş. Enver Hoca’nın bir zamanlar ‘tanrıtanımaz’ olan ülkesinde bugün, Bektaşilik de dahil, bütün inançlar devletin koruması altında. Tüm Balkanlar’da olduğu gibi, Arnavutluk’ta da milliyetçilik rüzgârları esmiyor değil. Ama farklı dinlere karşın bir çatışma ortamı yok. İnanç ve düşünce özgürlüğününse Avrupa düzeyinde olduğunu belirtmeliyim. Yalnızca bu durum bile ‘Kartallar Ülkesi’ni sevmem için yeterli diye düşünüyorum. Bir de Tiran Üniversitesi’nin Türkoloji bölümünde doçent, çevirmenim Cemile’nin adını anmalıyım. Onun sayesinde Tiran daha güzel artık, çok daha yakın ve çekici.
Paylaş