Paylaş
Çocukluğumda Napoliten şarkılar modaydı. Türkçe sözlü versiyonları da vardı. Örneğin “Sorrento’ya geri dön”, “Deniz ne kadar güzel hoştu”, “Haydi koş dalgalara koş” diye sürer giderdi. Ve turkuvaz mavisine doğru koşardım hayalimde. Denizi hiç görmemiştim ki. Değil Napoli’den, Bandırma limanından bile haberim yoktu. Şarkıda söylediği gibi yapmadım. Bir daha geri dönmedim Sorrento’ya. Ama Hotel Tramontano’nun balkonundan görülen Akdeniz’in en güzel manzarasını da unutmadım. Dev bir kadının memelerini andıran krateriyle yanardağ, lacivert taşından boyanmış bir Rönesans tablosunda Madonna’nın mantosundaki mavi gibi parıldayan deniz, beyaz köpük içinde gemiler, uzakta Napoli’nin tepeleri ve aşağıda denize dimdik inen falezin uçurumu.
Sorrento
Napoli’den Camille Rogier’ye gönderdiği bir mektupta şöyle yazıyor Flaubert:
“Parthenope’un yumuşak karnında şehvetle dolaşıyorum. Pantolonuma değer değmez sertleşiyor erkekliğim. Böyle giderse beni ‘çok sevimli’ bulan çamaşırcı kadına tasallut edecek kadar alçalabilirim. Belki de Vezüv’ün yakınında oluşumdur beni bu hale koyan.” Semerden kurtulmuş bir eşek gibi seviştiğini de ekliyor. Madam Bovary’nin yazarı, romanlarında böyle bir üslup kullanamazdı elbet. Ama mektuplarında fahişelerle nasıl düşüp kalktığını en kaba sözlerle anlatmaktan çekinmediğini biliyoruz. Benim de içimden Napoli’yi benzer bir üslupla anlatmak geliyor ama kendimi dizginlemeye çalışıyorum. Sırtımda semer olmasa da ‘otosansür’ denilen bir yük var çünkü.
Napoli'nin en önemli simgesi Castel dell’Ovo. Efsaneye göre Vergilius kale surlarını korusun diye bir yumurta asmış tavana. Ama Kraliçe Birinci Jeanne döneminde yumurta kırılınca kale de çökmüş. Yeniden yapıldığında tavuk yumurtasını altın yumurtayla değiştirmişler. Ve o gün bugündür sapasağlam duruyor yerinde.
SAKİN, TEMBEL, EĞLENCELİ...
Motorların üzerlerinde esmer delikanlılar, 8-10 yaşında çocuklar, kısa eteklerinden sıyrılan bacaklarını iki yana açmış genç kızlar. Sevişir gibi oturuyorlar, saçlarını rüzgâra verip. Nereden çıktığı belli olmayan motorlar daha, her an çantanızı kapıp kaçmaya hazır bir elin güdümünde gibi. Ve çöp tenekelerinde ziyafet çeken kediler. “Akdeniz’de İstanbul’dan daha gürültülü hangi kent var?” sorusunun yanıtı gibi Napoli... Eski kentin dar sokaklarında yoksulluk diz boyu. Hücre gibi evlerde, dar odalarda, daha çok da sokakta yaşıyor insanlar. Oysa bir zamanlar nasıl da yüksek ve sağlam kaleler yapılmış bu kentte, hâlâ ayakta duran. Yumurta kale adını taktığım Castel dell’Ovo gibi. Partenope Caddesi’nin bitiminde, neredeyse denizin üstüne lav artığı taşlarla (tufo’larla) inşa edilmiş bu kale, Vezüv’den sonra kentin en önemli simgesi.
Avrupa’nın soylu hanedanları yüzyıllar boyu taşa toprağa, denize ve halka hükmetmiş bu kentte. Kuşkusuz bu nedenle sakinlerinin eğlenceye, tembelliğe ve özgürlüklerine düşkün oldukları söylenebilir. İtalya’nın ulusal birliğini gerçekleştirmesinden önce tam 300 yıl İspanyol yönetiminde kalmış kent. O dönemin izlerini mimari dokuda olduğu kadar insanların davranışlarında ve yaşama tarzlarında da görmek olası. Napoli bir efsane mi yoksa? Gezginlerin, yazarların, özellikle yolu buraya düşen ünlü Fransız yazarların yarattıkları hayali bir kent mi?
Birçok ünlü yazarı kendine aşık eden Napoli, Akdeniz’in en güzel kentlerinden biri olarak kabul ediliyor.
HİÇ BÜYÜMEYEN ÇOCUK
Napoli hakkında Dominique Fernandez’in yazdıklarından çok şey öğrendim. Bu kentin hep çocuk kaldığını, bir türlü büyümediğini, hiçbir zaman da olgunlaşamayacağını, belki de bu nedenle cinsellikten (eril ve dişilikten) ‘münezzeh’ kastraların Napoli’den çıktıklarını, kentin XVIII. yüzyılda bugünkünden çok daha görkemli ama bir o kadar da sefil ve sefih bir görünüm sergilediğini Le Promeneur Amoureux (Sevdalı Gezgin) adlı kitabından okudum. Alexandre Dumas’nın adını değiştirerek sahte pasaportla geldiği bu kentte 4 yıl kaldığını, ‘Indipendente’ adlı bir gazete çıkardığını, Napoli diyalektiği anadili gibi konuştuğunu, hem soylularla hem yoksul halkın yaşamıyla yakından ilgilendiğini bilmiyordum. Babası General Dumas’nın Kral Ferdinand tarafından burada bir zindana atılıp zehirlendiğini de. Yazarın San Felice adlı nehir romanının Napoli üzerine yazılmış en önemli yapıt olduğunu belirtiyor Fernandez. Ben de onun XVIII. yüzyıl Napoli’sindeki yaşamını anlatan Porporino adlı romanının yalnızca bir müzik şöleni değil, Kral Ferdinand dönemini tüm çekiciliği ve gizemleriyle canlandıran, tadına doyulmaz bir edebiyat yapıtı olduğunu anımsatayım.
DÜNYANIN EN GÜZELİ
Stendhal’e gelince, en büyük Fransız yazarlarından birisi sayılan, değeri öldükten sonra anlaşılmış bu İtalya hayranının da yarattığı kahramanlar, Fernandez’inkiler gibi, tutkulu aşklarını, hep hüsranla sonuçlanan gönül serüvenlerini Akdeniz coğrafyasında yaşarlar. Fernandez denemesinde Stendhal’in bu coğrafyayla kurduğu imgesel bağın da altını çiziyor. Yazarın yalnızca İtalya tarihinden esinlenen öykülerinde değil, Parma Manastırı başta olmak üzere romanlarında da İtalyan ruhuna nüfuz edebildiğini söylüyor. Bu ‘ruh’ gerçeklikle birebir örtüşmeyen, biraz da yazarın hayal gücünden kaynaklanan, yalnızca Akdeniz ışığının değil kapalı mekânların, hapishaneleri, manastırları, saraylarıyla içe dönük bir İtalya’nın yarattığı atmosferdir. Bir Fransızın, Civitavecchia’da konsolosluk yapmış, bir süre Milano’da yaşamış, ülkeyi karış karış dolaşmış da olsa, bunu başarabilmesi oldukça şaşırtıcı, Napoli’den ayrılmadan önce günlüğüne şöyle yazmış Stendhal: “Gidiyorum. Toledo Sokağı’nı olduğu gibi Napoli’nin tüm mahallelerinden görülen manzarayı da unutmayacağım. Benim gözümde Napoli dünyanın en güzel kenti ve hep öyle kalacak.”
Paylaş