Yağlıboya tabloda geleneksel kıyafetleri içinde 10 ayrı milleti temsil eden figürler var. Rus, İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman ve Türk gibi… Bu milletler karakter, zekâ, zaaf gibi kategorilerde değerlendirilmiş. Hatta hangi hayvana benzetildikleri dahi var. Mesela Türkler kediye benzetilmiş. Tabi bu benzetme ve tariflerin hepsi hoşa gidecek türden değil. Ama her yönüyle dikkat çeken bir eser. İnsan doğasından tarif ve anlamlandırma dürtüsünün çok bariz bir yansıması. Çok eski zamanlardan beri insanın böyle bir gayreti var. Bireyleri tanımlayıp konumlandırdığı gibi milletleri ve toplumları da analiz etmeye, kodlamaya çalışıyor. Sosyoloji ve psikoloji bu arayışlara nispeten metodoloji disiplini katmış. Başarılı da olmuş esasında. Fransız sosyologlar Alfred Fouillee ve Andre Siegfried’ın bu konuda (millet karakterleri) yazılmış öncü kitapları var.
Operasyon Mussolini kitabını okurken geldi bütün bunlar aklıma. Zira kitapta milletlerin karakterinin bireylerde temayüzünün hakikat olduğuna dair somut misaller gördüm. Kitap Kronik’ten çıktı. Tematik tarih yayıncılığı konusunda öne çıkan bir yayınevi. Selçuk Uygur’un tercüme ettiği bazı kitapları daha önce okumuştum. Bu kez telif bir eser yapmış. Devrik İtalyan diktatör Mussolini’nin Hitler’in emriyle Nazi özel birlikleri tarafından nasıl ‘kurtarıldığını’ anlatmış. Bu konuda yazılmış kaynaklardan bolca istifade etmiş. Dipnotlarla zenginleştirilmiş detaylı bir anlatım var. Kitap bu konuda Türkçe ilk eser olma iddiasında. Yakın tarih ve politika meraklılarının dışında askeri tarih ve istihbarat meraklıları için de çok keyifli detaylarla dolu. Alman SS ajanlarının Mussolini’nin tutulduğu yeri öğrenme yöntemleri bunlardan biri… Hatta en renklisi. Yukarıda anlattığım tabloyu aklımda getiren de buydu zaten.
Mussolini nerede?
Özetleyim. Almanlar Mussolini’nin bir adada tutulduğundan şüphelenir. Oraya ajanlarını gönderirler. Bu ajanlardan birinin görevi barlarda ‘gevezelik’ eden asker masalarına oturmak ve onlarla Mussolini bahsini konuşmaktır. Çünkü bu konuda bilgisi olan bir askere mutlaka rastlayacaklarını düşünüyorlardı. Bir kere bilgisini olan birini sezdiklerinde yapacaklarını şey basittir. Onunla Mussolini’nin öldüğüne dair iddialaşmak. Çünkü İtalyan karakterinin en belirgin dışavurumunun iddialaşmak ve o iddiayı ne olursa olsun ispata çalışmak olduğunu çok iyi biliyorlardır.
Bu gerilim sadece saldırı noktasıyla sınırlı görülmüyor. Bölgedeki enerji hatlarından Suriye ve Libya’ya kadar derin bir perspektifte yapılan değerlendirmeler de var. Gerçi Azerbaycan-Ermenistan arasındaki lokal çatışmalar ara ara gündeme geliyor. Özellikle Ermeni işgali altındaki Dağlık Karabağ’da sık sık tekrar eden bir durum. Ancak bu kez durum biraz daha farklı. Saldırının yapıldığı Tovuz şehri Karabağ bölgesinin dışında. Daha kuzeyde, Gürcistan sınırına yakın. Herhangi bir sınır ihtilafı yok bu bölgede. Sıcak çatışmada olmadı. Ancak Azerbaycan’ın enerji hatlarının kalbi durumunda. Trans Anadolu Boru Hattı yani TANAP, Güney Kafkasya Boru Hattı, Bakü-Tiflis Ceylan Boru hattı hep bu bölgede. Yani öyle sıradan bir yer değil.
Zaten son saldırının dikkat çeken noktası da burası. Hep Karabağ’da olurken saldırılar, neden bu kez bu bölge seçildi? Bu saldırının amacı ne?
Bölgeyi yakından takip eden bir kaynaklar öncelikle Ermenistan’ın iç politik durumuna dikkat çekiyor. Dolasıyla Ermenistan’ın iç politik durumuna bir göz atmakta fayda var…
Nikol Paşinyan 2018’de iktidara geldi. Amerikanvari ‘renkli devrimler’ furyasının bir benzeri diyebileceğimiz sokak hareketleriyle… Selefi Robert Koçaryan yolsuzluk suçlanıyordu. Sokak hareketlerinin itici güçlerinden biri de buydu zaten. Koçaryan hapse girdi. Bu arada Paşinyan hakkında da ciddi yolsuzluk iddiaları ortaya atıldı. Afganistan eksenli sigara ve elmas kaçakçılığı yaptığı, bunu yaparken de devletin uçaklarını kullandığı iddialar arasında. Bu arada Putin, Koçaryan’ı hapiste olduğu dönemde unutmadı. İki doğum günü de kart göndererek kutladı. Tabi bunlar sıradan kutlamalar değildi. Zira yaklaşık bir ay önce Koçaryan tahliye edildi.
Paşinyan’ın son iki ayı ciddi bir politik türbülans içinde geçti. Genelkurmay Başkanı istifa etti. İçişleri Bakanı istifa etti. Ülkenin istihbarat kurumu ‘Milli Tehlikesizlik Teşkilatı’nın son iki başkanı da üst üste yine bu iki ay içinde istifa etti. Yine bir muhalefet lideri ‘vergi kaçakçılığı’ suçlamasıyla tutuklandı.
Bütün bunlardan bağımsız olarak da ülkenin başı Koronavirüs ile ciddi olarak belada. Dünya Sağlık Örgütü’nün kısa süre önce açıkladığı en kötü durumdaki 10 ülke arasında Ermenistan da var. İstatistiklere bakılırsa Azerbaycan’dan her bakımdan beş kat daha kötü durumdalar. Halk huzursuz. İktisadi vaziyet berbat. Paşinyan’ın çok güvendiği ‘Los Angeles Lobisi’nin de kendisini yüz üstü bıraktığı yorumları var. Dolayısıyla yüzünü Rusya’ya dönmüş olması muhtemel. Zaten bugün için Rusya ziyareti yapacağına dair haberler de çıkmaya başladı.
Ana hatlarıyla Ermenistan’da durum bu. Vaziyet hiç de kritik bir noktaya saldırı yapma kuvvetinde bir ülke görüntüsü vermiyor. Ama bu tür ülkelerde elbette sadece iç dinamikler geçerli değil.
Zaten saldırıda ‘hedef analizi’ yapıldığı değerlendiriliyor. Çünkü Azerbaycan’ın şehitleri arasında 3. Kolordu Kurmay Başkanı Polat Haşimov var. 3. Kolordu bölgedeki sınır güvenliğinden sorumlu. Haşimov ise kolordunun ikinci ismi… Zaten 2. Kolordu da Karabağ bölgesinden sorumlu…
Orgeneral Gürsel, Eğitim Dairesi Başkanı Tuğgeneral Mehmet Mete ve Kurmay Yüzbaşı Sadi Kocaş zorlu bir yolcuğa çıkmışlardı. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan temin edilen askeri uçağı hava şartları çok zorluyordu. 24 saati bulacak yolculukta önce Viyana’ya indiler. Oradan Almanya’ya devam ettiler. Frankfurt yerine yanlışlıkla Münih’e indiler. Stutgart’a ulaştıklarında saat vakit gece yarısını bulmuştu. Yola otomobil ile devam ettiler. Levhaları takip etmek işlerini daha da kolaylaştıracaktı. Sabaha karşı Frankfurt’a vardılar. Amerikalı mihmandar binbaşı onları orada bekliyordu. Amerikalı binbaşı o uzun bekleyişte ne düşündü bilinmez. Ancak vardıklarında Cemal Paşa çok sevinçliydi. Kocaş’a döndü: ‘Sen olmasaydın şimdi nerede olacağımızı kestiremiyorum bile’ diyerek övdü kurmay yüzbaşıyı… Yanı başındaki Mehmet Paşa bu övgüye içerlemişti. Ama belli etmedi. İstemeyerek de olsa bu methiyeyi tasdik etti.
Kocaş memnundu ama derdi başkaydı. Dört yıldan beri planladıkları ‘ihtilâl’ için bir ‘baş’ arıyordu. Bu yolculuğu da Cemal Gürsel’e açılmak için iyi bir fırsat olarak görmüştü. Yani tatbikatta filan gözü yoktu. Cemal Paşa’yı cuntalarının başına geçirmek için oradaydı. Paşaya açılmak için de fırsat kolluyordu.
Türkiye’den Almanya’ya uçakla 24 saatte varabilen, Frankfurt yerine Münih’e inen ekip darbe yaparak Türkiye’yi ‘ileri’ götürmekte kararlıydı.
Kocaş, yıllardır bu hayalin peşindeydi. Genelkurmay karargahında ilk örgütlenmesini yapmış, diğer gruplarla da temasa geçmişti. İstanbul’daki ekip onu dışlasa da o kararlıydı. Kendisine kapanan kapıları açacak anahtar olarak Cemal Paşa’yı görüyordu. Kurnaz olarak bilinirdi. Yurtdışında kendisini takip edenin Türk istihbaratından olup olmadığını anlamak için dahiyane(!) bir yöntem geliştirmişti. Kendisini takip eden kişiye yaklaşıyor ‘Saat kaç’ diye soruyordu. Kişi gayri ihtiyari olarak saatine bakarsa Türk olduğu ortaya çıkıyordu. Bu sefer de stratejinin ikinci ayağı yani ‘Sadi kaç!’ bölümü devreye giriyordu. Bu yöntemi Almanya’da da uyguladı. Gürsel ile arabadayken, Amerikalı şoför ve mihmandarın Türkçe bilip bilmediklerini de bu şekilde kontrol etti. Bilmiyorlardı. O zaman paşaya açılabilirdi. Açıldı. Paşa temkinliydi. Bilmediği bir yolculuğa çıkmak istemiyordu. Kariyerinde böyle maceralar yoktu. İktidar ile de iyi geçinmişti hep. DP’nin bakanlarından Mükerrem Sarol’un hatıralarında var. İzmir’de sıradan bir görevde iken onun vasıtasıyla Menderes’ten ‘aktif bir vazife’ istemiş, Erzurum’a atanmıştı. Hatta iktidara ‘sivil olarak hizmet etmek’ arzusunda olduğunu da dile getirmişti. O vakitler DP’den milletvekili olmak az bir şey değildi. Sonunda Kocaş’ın teklifini kabul etti. Artık darbeciler aradıkları başı bulmuştu.
Kocaş’ın hatıraları ilk kıpırdanmalardan darbeye ve sonrasına kadar birçok detaylarla dolu. Bu detaylar darbecileri anlamak ve tanımak için değerli veriler. Belki o dönemin de verdiği özgüvenle birçok detay hiç gizlenmeden bütün açıklığıyla yazılmış. Sadece Kocaş’ın değil darbeci birçok subayın hatıraları bu şekilde… Okudukça aydınlanıyor insan. Sürecin ne kadar gayri hukuki işlediği görülüyor. Askeri disipline, devlet ciddiyetine uymayan nice haller…
Netice ise facia… Darbeyi yapanlar kendi içinde bölünür. Bölünen gruplar yeni darbeler peşinde koşar. Hukuksuz yargılamalardan çıkan idamların infazı için de bin bir türlü hukuksuzlar yapılır. Orduda disiplin zinciri alt üst olur. Erken kalkan bir cunta kurar. Bu şuursuzluk böylece devam eder gider. En büyük zararı da yine ordu görecektir…
Birkaç yıl sonra Kıbrıs’ta katliamlar başlar. Ordunun ne denizden çıkarma yapma imkânı ne de havadan asker indirme kabiliyeti vardır. Türkiye seyretmekten ve ‘protesto’ etmekten başka bir şey yapamaz. Çünkü cuntaların ‘Türkiye’yi kurtarmak’ gibi çok daha önemli işleri vardır… 27 Mayıs’ı açtığı yol, işlek bir bulvara dönmüştür… Yani Sadi Kocaş gibiler hala saatine bakmakla meşguldür…
Hekimlerin tek endişesi rehavet ve gevşeme. Süreci sevk ve idare eden Sağlık Bakanlığı’nın da… Havalar ısındıkça bu risk artabilir. Çünkü ‘içeride kalmak’ daha güçlü bir irade gerektirecek. Zaten araştırmalar yaz sıcaklarının virüsü zayıflattığını söylüyordu. Tabi bu öyle kesinliği tam olarak kanıtlanmış bir durum değil. Amerikalı bilim insanları bir araştırma yapmış. Hava sıcaklığı ile virüsün yayılma hızı arasında bir ilişki tespit etmişlerdi. Bu tespiti de Malezya, Singapur ve Hon Kong gibi ülkelerdeki vaka sayısının düşüklüğüne dayandırmışlardı. Zira bu ülkelerin ortak özelliği hava sıcaklığının 25 ile 27 derece arasında olmasıydı.
Bilim Kurulu uzmanları da bu ilişkiyi kabul ediyor. Ama sıcaklığa da bel bağlamıyorlar. Geçen aylarda konuştuğum Prof. Dr. Levent Akın ‘Hava sıcaklığından veya diğer herhangi çevresel şartlardan bağımsız olarak bulaşmayı önleyecek tedbirleri almaya ve arttırmaya devam ediyoruz.’ demişti. Prof. Dr. Tevfik Özlü Hoca da temkinliydi: ‘Sıcak varsa virüs yoktur’ algısının oluşmasından endişe ediyordu. Şimdi o günler geldi çattı tabi. Meteoroloji uzmanlarına sordum. Afrika’dan bir sıcak hava dalgası geliyor. Sıcaklık yarından itibaren artacak. İstanbul’da 30 derecenin üstünde olacak. İzmir, Antalya gibi yerlerde 38 dereceyi görür diyorlar. Bunu iyiye mi yormalıyız? Vatandaşlar sıcağı görüp kendilerini bırakır mı?
Hocalar yine o hayati tedbirleri hatırlatıyor. Dört altın kural… ‘Sıcakta da serinde de kimse bu kuralları ihlal etmesin’ diyorlar. Artık hayatımızın bir parçası oldu bunlar: kalabalıktan uzak durmak, maske takmak, sosyal mesafe ve hijyen. Basit ama çok etkili tedbirler. Virüsün yayılma hızının azalma ihtimali vatandaşı ilgilendirmiyor. Kurallara aksatmak yok.
Bu arada sıcaklara dikkat etmesi gereken bir kesim var. 65 yaş üstü büyüklerimiz. Havalar ciddi anlamda ısınacak. Hatta yaz normalinin üstünde olacak diyorlar. O zaman haftasonu izinle dışarı çıktıklarında dikkatli olmaları lazım. Zaten güneşin en etkili olduğu saatlerde dışarı çıkacaklar. Kapalı alandan bir anda sıcağa çıkmak olumsuz etki yapabilir.
Vaka sayısında Amerika 1 milyon 357 bin vaka ile başı çekiyor. Onu sırayla İspanya (264 bin), İngiltere (219 bin), İtalya (219 bin), Rusya (209 bin), Fransa (176 bin), Almanya (171 bin) ve Brezilya (156 bin) takip ediyor. Bu ülkelerden sonra da 138 bin vaka ile Türkiye geliyor. Türkiye’nin peşinde ise 107 bin vaka ile İran var.
İspanya ve Brezilya’yı saymazsak, diğer ülkeler Türkiye’nin ticari ve turistik açıdan en yakın olduğu ülkeler. İran ise yanı başındaki komşusu. Virüs öyle bir bela ki tek başınıza onu alt etmiş olmanız yeterli olmuyor. En azından komşularınızda da kontrol altına alınmış olması gerekir. Böylece dışardan tekrar bulaşma riski asgariye iner. Ayrıca ticari ve turistik ilişkiler içinde olduğunuz ülkelerin de normale dönmesi gerek. Tek başına kurtuluş yok yani. Ama görünen o ki bu da kolay değil. En azından yakın vadede. Dünya 1950’lerden itibaren ‘küresel’ bir sistem üzerinde dönüyordu. Ülke ekonomileri birbirinden bağımsız değil. ‘Küresel köy’ şimdi bağımlığın sancılarını iliklerine kadar hissediyor.
Diğer komşulara nazaran galiba en riskli olan İran. Rakamların Türkiye’den az görünmesi sizi yanıltmasın. İran’ın vaka sayısı 107 bin. Bu haliyle 30 bin daha az vakası var. Ama vaka sayısı tek başına ölçü değil tabi. Bir de test sayısı var. İran bugüne kadar 586 bin test yapmış. Buna karşın Türkiye’nin 1 milyon 370 bin. Yani iki katı. Ayrıca İran’da toplam ölüm sayısı dün itibariyle 6 bin 640. Türkiye’de bu rakam 3 bin 786. Yine İran’da yoğun bakımda olanların sayısı da Türkiye’nin iki katı. Dolasıyla İran ve Türkiye’yi sadece vaka sayısı üzerinden mukayese etmek sağlıklı sonuç vermez. Üstelik İran’ın bu konularda kendi iç kamuoyunda da eleştirilen bir sicili var.
Şöyle ki ilk vakanın çok geç açıklandığı temel eleştiri. Eski Sağlık Bakanı, resmî açıklamadan (19 Şubat) 2 ay önce yetkililere durumu bildirdiğini iddia ediyor. Ramazan Bursa İran’ı yakından takip eden bir isim. Ona göre de vakalar 19 Şubat'tan önce ortaya çıktı. Ancak 11 Şubat’ta İran devriminin yıl dönümü olduğu için özellikle gizlendi. İlk vakalar Kum şehrinde ortaya çıkmıştı. Kaynağı ise 700 Çinli öğrenciydi. Bu bölgeye yönelik tedbirlerdeki aksamalar da ciddi eleştiri konusuydu. Hülasa, Cumhurbaşkanı Ruhani ve dini lider Hamaney’e kadar herkes bu eleştirilerden payına düşeni aldı. Devrim Muhafızları ‘Virüsü 100 metreden tespit ettiğini’ iddia ettikleri bir cihaz ortaya attılar. Daha sonra anlaşıldı ki bu cihaz daha önce ‘bakır bulma’ sonra da ‘kaçak petrol tespit etme’ marifetleriyle tanıtılmış. Alay konusu oldu. Bir vakitler bizdeki ‘Erke Dönergeci’ gibi yani…
Halbuki bu kurumların kendi kanun, kural ve prensipleri var. Bunları hiç şaşmadan uygulamaları beklenir. Elbette kanunlar yazılı halindeki gibi kuru da değil. Olaya münhasır farklı uygulamalar olabiliyor. Nüanslar belirleyici. Tabi kanunun yörüngesinden sapmadan… İlgili teamüller ve bazı hallerde toplum hassasiyetleri de dikkate alınır. Ama bu dış tesirlere açık olmak demek de değildir.
Örnek vaka üzerinden gidelim.
Samsun’un Vezirköprü ilçesinin bir köyünde vatandaş rahatsızlanır. Kalp krizi geçirmiştir. Durumu kritik. Köy baraj kenarında. Sadece Sinop tarafından feribotla ulaşılabiliyor. Sokağa çıkma yasağı yüzünden feribot da çalışmaz. Muhtar hemen Samsun’u arar. Acilen bir helikopter ambülans gelir. İnmek için bir nokta belirler. Ekili bir tarladır. Tarla kenarında bir ev var. Evin önünde vatandaşlar bekliyor. Hastanın komşuları veya yakınları. Görüntüleri var. Ambülanstan bir anons yapılıyor: ‘Burası ekili arazi, buraya inelim mi?’ Köylü kadın (Necla Şahinoğlu) can havliyle cevap veriyor: ‘İnme!’ Sonrasında da ‘Bu tarafa, bu tarafa’ diye kendince helikoptere yer tarif ediyor. Helikopter havalanıyor. Haberlerden öğrendiğimize göre birkaç tur attıktan sonra Samsun’a geri dönüyor. Hasta ise çalıştırılan feribot ile karşıya geçirilir.
‘Hasta için gelen helikopterin inişine izin vermedi’ başlıklı haberlerden okuduk bu detayları.
Sonrasında adliye ve valilik devreye giriyor. Kadın gözaltına alınıyor. Ama neden? Pilot ‘Ekili araziye inebilir miyim?’ diye sorduğuna göre buraya inmesi vatandaşın iznine bağlı. Demek ki özel araziye inmek için böyle bir izine ihtiyaçları var. O halde köylü kadının suçu ne? O tarlada kaç aylık emeğinin mahsulü yatıyor. ‘Oraya inme, buraya in’ diyerek yol da gösteriyor. Kanunun kendisine verdiği hakkı kullanıyor. Eğer helikopter istediği yere inebilecek olsa pilot neden tarla sahiplerine sorsun ki?
Valilik açıklamasından öğrendik. Kadına para cezası da kesilmiş. Bu ceza sokağa çıkma yasağını ihlâl ettiği için… Fakat rahatsızlanan vatandaşın eşinin anlattıkları da var haberlerde. Kocasıyla bahçeye gitmişler. Sonra onu eve göndermiş. Döndüğünde ise evde hareketsiz yatarken bulmuş. Feryat etmeye başlamış. Komşular duymuş tabi. ‘Sonra herkes toplaştı. Muhtarla birlikte herkes geldi’ diyor. Anlıyoruz ki ‘izin vermeyen’ kadın da bu ‘herkes’ içinde… Yani komşunun feryadı üzerine oraya gelmiş. Fakat ne hikmetse sadece ona ‘3 bin 180’ lira ceza kesilmiş. Diğerleri yasağı ihlal etmiş olmuyor mu? Adliyede nasıl bir suçlama yöneltildiğini ise henüz bilmiyoruz. Ancak takipsizlik alacağı muhakkak. Yani hiç yaşanmamış gibi olacak. Çünkü kendi özel mülkünü korumak istemesi suç olamaz. TCK’da bu duruma göre bir ceza maddesi bilmiyorum. Zaten kadın da helikopterin ambülans olduğunu bilmediğini söylüyor. ‘Bilseydim izin verirdim, muhtar bize söylemedi’ diyerek savunuyor kendini… Görüntüleri de muhtar çekmiş, kadın da muhtardan şikâyetçi…
Görüntüler ortada. Kadının helikopteri taşlamadığı aşikâr… Hastayı almasına kastı olmadığı da belli. O zaman bu ceza neden? 3 bin 180 lirayı o kadın o tarladan kazanamaz. Eli toprağa değmiş, çapa yapmış, ekin toplamış herkes o kadıncağızı çok iyi anlar. Fazla söze gerek yok.
‘Jurnal’ adlı site İstanbul’da 16 Mart-5 Nisan arasındaki ölüm sayılarını, aynı tarih aralığının son 5 yıllık seyriyle karşılaştırmış. 2020’de bu sayılar dikkat artmış. Daha sonra Türk Tabipler Birliği bir basın açıklaması yaptı. ‘Sağlık Bakanlığı COVID-19 ölümlerini Dünya Sağlık Örgütü kodlarına göre raporlamıyor. Ölüm sayıları az gösteriliyor’ dedi. Daha sonra 20 Nisan’da Amerikan New York Times (NYT) gazetesi de bir haber yayımladı. ‘İstanbul’daki ölü sayıları Türkiye’nin daha büyük bir korona virüsü felaketini gizlediğine işaret ediyor’ dedi. İddialarını da Amerika’daki bir Türk akademisyenin 4 yıllık verileri içeren araştırmasına dayandırdı. Habere göre İstanbul’da 9 Mart-12 Nisan arasında, son iki yıla kıyasla 2 bin 100 daha fazla ölüm yaşandı. Bu durum da Türkiye’de ölü sayısının ‘açıklandığından fazla olabileceğine’ işaret sayıldı. Daha sonra Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da konuya müdahil oldu. Bu senenin ölüm rakamlarına bakıldığında ve son 2-3 yılın ölüm rakamlarına baktığınızda yüzde 30-35 daha fazla ölüm var...’ dedi.
Konu önceki gün Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın da gündemindeydi. Rutin basın bilgilendirmesini yaptı. Sağlık personelinin başarının ve sağlık sisteminin direncinin altını çizdi. Sorulara cevap verdi. Sonra bu konuya girdi. Aslında soru gelmemişti. Bakan da ‘Sorulmadı ama’ diyerek başladı. Belli ki bu iddialardan rahatsız olmuştu. Açık bir şekilde iddialara itirazını ifade etti. ‘Nerede bu hayali ölümler?’ diyerek de tepki gösterdi. Dünya Sağlık Örgütü ile irtibat halinde olduklarını, kullandıkları yöntem için en son geçen hafta onay aldıklarının da altını çizdi. ‘DSÖ'nün kodlamasıyla bütün dünyanın verdiği şekliyle pozitif olan vakaları bildiriyoruz’ diyerek son noktayı koydu.
Türkiye başından beri Dünya Sağlık Örgütü’nün talep ettiği şekilde ‘PCR’ denilen test sonunda pozitif çıkan vakaları ve ölümleri DSÖ’ye bildiriyor. Ancak bir de PCR testinde negatif çıkan ve diğer bulgular yönünden ‘olası vaka’ olarak tedaviye alınanlar var. Bunlar da ayrı bir ‘kod’ ile kaydediliyor. İtirazlar da burada başlıyor. Bunların da açıklanması isteniyor. Dünyada her iki yöntemi uygulayan da var. DSÖ’nün bu konuda bağlayıcı bir kuralı yok. Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Alpay Azap’ın bu konudaki açıklaması şöyle: ‘Bu olası vakalar sonra da bu tabloya eklenebilir, çünkü kayıtları duruyor. Çok öyle on kat, yirmi kat gibi yüksek bir sayı olmasını da beklemiyoruz. Sonuçta testin yakalayamadığı ama bizim klinik olarak düşünüp tedavisine başladığımız grup eklenecek. Bu da hani mevcut sayının en fazla bir katı kadar, yani bir bu kadar daha vardır, o da en fazla...’
Tartışmanın özeti bu…
Sahaya baktığımızda ise hastaneler tıkanmadan, tökezlemeden çalışmaya devam ediyor. En önemli ve hayati ölçülerden biri bu. Sağlık sistemi ayakta, yoğun bakımlarda yığılma yok. Yakın zamanda Malatya’da plazma tedavisi ilk kez uygulandı. Hasta iyileşti ve taburcu oldu. Birçok yerde plazma tedavisi uygulanıyor. Olumlu sonuçlar da alınmaya başladı. Kayseri’de ciddi bir aşı çalışması var. Doktorlarımızın hidroksiklorokin temelli tedavisi uluslararası tıp literatürüne geçmeye aday. Vatandaşlar diğer sağlık sorunları için de hastaneye gitmeye devam ediyorlar. Çeşitli hastalıklardan kaynaklı nakil bekleyen hastalar için de çözümler üretiliyor.
Bir tarafta da birçok ailenin ocağına ateş gibi düşen ölümler var. Hekimlerin ve diğer sağlık personelinin cansiperane gayretlerini görünce bu acıların azalmaya ve nihayet yok olmaya mahkûm olduğuna inancımız da artıyor. Zor ve uzun bir sürecin içindeyiz. Ama karamsar olmanın çözüme bir katkısı yok. Objektif bir şekilde süreci takip etmeye devam edeceğiz…
Kitaplarından ve televizyon programlarından tanıyordum. Pekçok kitabını okumuştum. Bazı kitaplarının baskıları da bulunmuyordu. Sahaflar tek çareydi. Üslubunu Ziya Şakir’e benzetirdim. Onun gibi çok çeşitli konularda kitapları vardı. Kendi kuşağının deyimiyle ‘pek velûd’ (çok üretken) bir yazar olduğunu anlamak zor değildi.
Libya iç savaşının en sıcak olduğu dönemlerde aklıma gelmişti. Onunla Libya’yı konuşmak iyi olacaktı. Zira o konuda çok mühim kitapları vardı. Kaynak niteliğinde… Ondan daha iyi bilen olamazdı elbet. Çünkü o Arap Kaymakam’ın oğluydu…
Babası Sadullah Bey, Libya’da doğmuştu. Dedeleri Barbaros zamanında oraya yerleşmişti. Padişahın ‘kul taifesi’ Yeniçerilere atfen ‘Kuloğulları’ olarak biliniyorlardı. Sadullah Bey Anadolu’nun birçok yerinde kaymakamlık yapmıştı. Libyalı olduğu için de ‘Arap Kaymakam’ olarak ünlenmişti. 1940’ların sonunda Libya’da yeni bir dönem başlarken o İstanbul’da emekli bir valiydi. Libya’nın ise yetişmiş ve yetkin kadrolara ihtiyacı vardı. Sadullah Bey köklü ilişkileriyle biçilmiş kaftandı. Doğduğu topraklara yıllar sonra resmî davetle döndü. Başbakan oldu. Orhan Koloğlu da babasının görev yaptığı 1949-1952 arasında Libya’daydı.